Monthly Archives: Ağustos 2020

GÖĞE BAKAN KOCAKARI 2020, EYLÜL

Bu ay, Hicri 1442yılının Muharrem ayının 13’ü ile başlıyor, 18 eylülde sefer ayı başlayacak. Rumi takvim ile kıyaslarsak, ayın biri 1436 yılının 18 eylül günü, ayın 14ü ise 1 eylüle denk geliyor.

Bu ayın tarihçesinde 13 Eylül 1921, Sakarya Zaferi, 27 Eylül 1538de Preveze zaferi kazanıldı.

Gökyüzü olaylarına gelince 22 Eylül günü sonbahar ılımı (gün/tün eşitliği) yani mevsim değişimi olacak, 25 Eylül günü ise Satürn, Jüpiter, Plüton ve Ay birbirine oldukça yakın konumlarda bulunacaklar.

Astrolojik olarak 2 Eylülde balık burcunda bir dolunay, 17 Eylülde Başak burcunda bir yeniay bizleri bekliyor.

Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton gibi jenerasyon gezegenlerinin retrosuna ayın onunda Mars retrosu da eklenecek.  

Bu ay hizmet ayı, ama işler kolayına ilerlemeyecek, aksilikler çıkacak gibi görünüyor.

Anadolu köy takvimine göre, 02  Eylül;   Mihrican Fırtınası (Sonbaharın başlangıç dönemi),  07  Eylül;  Bıldırcın Geçimi Fırtınası (Poyraz rüzgarları ile Karadenize göç) ,13  Eylül;        Çaylak Fırtınası, 28   Eylül;   Kestane Karası Fırtınası (Marmarada  balığın bollaştığı dönem),  30   Eylül;  Turna Geçimi Fırtınası (Turnaların göç zamanı) olacak.

Eylül ayı, Anadolu ve Trakya için, kışa hazırlık zamanıdır. Bağlar, bahçeler, bostanlar bozulacak. Salçalar, turşular, reçeller, tarhanalar, bulgurlar yapılacak, sebzeler kurutulacak zaman. Yani hasat ve üretim zamanı. Bence sonbahar bayramı.

CORONA ÇEMBERİ GİDEREK DARALIRKEN, ARTIK İÇİMDEN SIKILDIM, DIŞIMA, DOĞAYA BAKMAYA BAŞLADIM. DÖRT TARAFIM DÖRT ELEMENT; TOPRAK, SU, ATEŞ VE HAVA.

Aylardan beri salgınla yatıp, salgınla kalkıyoruz. Resmi rakamlara göre hasta sayısı azalmış olmasına rağmen gerçek hayatta işler öyle görünmüyor. Bizim köyde henüz bilinen hasta yok ama etrafımızdaki çember giderek daralıyor.

Başlangıçta salgına ruhen çok hazırlıksız yakalanmıştık. İlk aylarda evin içerisinde ne yapacağımızı, nasıl zaman geçireceğimizi bilemedik. Sosyal ilişkilerimiz, günlük aktivitelerimiz iyice azaldı. Bu durumu bir inzivaya, kendi içine dönme fırsatına çevirip, daha yüksek bir ruhani titreşim yakalayanlar mutlaka olmuştur. Bana gelince içe dönmek pek de işime yaradı diyemeyeceğim,  aylarca uykusuzluk çektim, gençliğimde yaşadığım terör travmaları ile cebelleştim.

İç bir şeye benzeyecek ki ona dönmek yarasın, bende ters tepince, dışa dönmeye karar verdim. Varoluşun dört elementi ile haşır neşir oldum.

Dışa dönüş aktivitesi olarak önce bahçeye dadandım. Aylardan beri toprakla çok samimi oldum, yoruldum, didindim, sonu gelmez yabani ot savaşına giriştim, bu yıl pek verimsiz olsa da sebze bahçesiyle ilgilendim. Şimdi sonbaharın ilk belirtilerini hissettiğimiz bu günlerde kadim Anadolu geleneklerinin izini sürüyorum. Hasat ve kış hazırlıkları yapma zamanının hakkını veriyorum.

Bu yıl bahçe ile ilgili ana projemiz, geldiğimiz günden beri düşünüp de bir türlü yapmaya fırsat bulamadığımız patates yetiştirmekti. Bozulmaya yüz tutan patatesleri, köklenmeye başlayan kabukları, kumlu ve geçirgenliği yüksek bir toprağa gömerek bile üretim yapılabilir.  Bu yaz, bahçenin bir köşesini bir sıra briketle yükseltip içine kumlu toprak doldurup,  patates yatağı yaptık. Sonbaharda patates kabuklarını gömmeye başlayacağım. 

Bu köyü tercih sebeplerimizin biri de suyunun bol olması ve yaz aylarında su sıkıntısı çekmemesiydi. Gerçekten köyümüzün genişçe bir orman alanı ve kendi kaynak suyu var ve köyün çeşmesine de, evlerine de yetiyor. Hayvanlar ve bahçeler için ise kuyular ve yaz aylarında dolu olan kanallardan su temin ediliyor.

Bu yıl kışın yağış az olduğundan, su oldukça kıt. Evin önündeki dere  çoktan kurudu, sarnıcımız dolmadı.  Bu ay süt sağımı saatlerinde köyün suyu azalıyor, hatta kesiliyor.  Yani köyde su oldukça değerli.  Meğer bizim zeytinlikteki kuyuda bol bol su çekiyorlarmış.   Bu yıl kuyunun suyu da geçen yıllara göre az olduğu için ve kapasitesinin üzerinde su çekildiği için kuyu kendini iptal etti. Tamir için 20 gün uğraşıldı. Sonuçta kuyuyu kurtardık, ama kuyuyu açtırırken yaptığım masraf kadar masraf yaptım. Türkün aklı sonradan gelirmiş,  kuyunun musluğunun, motor kapağının, ana tahliye borusunun, deponun su çıkışlarının, bahçe kapılarının hepsini kilit altına aldım. Bahçenin bütün sulama işlerini de kendim yapmaya başladım. Bahçeye giderken beni görmek gerek, hapishane gardiyanı gibiyim, belimden kocaman bir anahtar destesi sallanıyor.

Suyun azalması asıl yangınların artışı şeklinde kendini belli etti. Bizim çevremizdeki orman, Çanakkale’deki en yaşlı kızılçam ormanı. Kızılçam zaten yanmaya çok müsait bir ağaç, kabuk reçineleri prizma görevi yapıp, kendi kendine bile yanabiliyor, bir de yaşlı olunca daha da kolay yanıyorlar.  Ormanın çok yaşlı olduğunu her sene daha da artan Ağustos böceği seslerinden de anlıyoruz, neyse ki çevremizde  yoğun bir orman gençleştirme çalışması var.  

Bu yıl son bir ay içinde bizim evin etrafındaki  3-15 kilometre çaplı alan içerisinde ondan fazla yangın çıktı. Bu yangınların çoğu anız yangınıydı, ancak tarlaların arasında  ufak orman parçaları var, bir hayli ağaç da yandı. 

Hava elementine gelince, onu da özel önem veriyoruz.

Gün doğuşlarını, batışlarını, gece takımyıldızlarını, samanyolunu, meteor yağmurlarını izlemeye doyamıyoruz.

Yani dört elementle de bol bol meşgul oldum.

Geçen hafta, yine bir at çiftliğinde yoga çalışması yaptık. Yoga yaparken amaç, bedeni imkansız pozlara sokarak kas geliştirmek değildir, anda kalarak, zihin, beden, ruh bütünlüğünü araştırmaktır. Bu çalışmayı açık alanda yapmak,  salonda yoga yapmaktan çok daha farklı bir deneyimdir.

Geçen yaz ilk kez, atlarla birlikte ormanda yaptığımız yoga ise bir bahçede yoga yapmaktan daha da derin bir şuur (farkındalık) araştırması.

Her şeyden önce yoga matlarımızı, gerçek bir orman arazisine, ağaçların altına seriyoruz. Matları serdiğimiz alan önceden bizim için hazırlanmış bir platform değil, hatta alana neredeyse insan eli değmemiş, sadece at binenlerin ormanda kaybolmaması için toprak yollar var.  Bu yolların birleşip hafif bir genişlik yaptığı bir alanda yoga yaptık.

Mat serdiğim alan düz değildi, bedenimin sağ tarafı daha aşağıdaydı, belimin bir yerine ağaç kökü denk geliyordu, elim kolum mat dışına çıkınca kuru çam iğneleri batıyordu.

Üstelik etrafta biri bağlı olmayan, diğerleri yakın ağaçlara bağlanmış, birkaç adet at vardı.

Bedenimde, beş duyumun tam kapasite çalıştığı bir alan açıldı. Yoga pozlarının ortaya çıkardığı iç hisleri şuurlu bir şekilde izlerken, aynı zamanda her fırsatta ellerimi mat dışına köklendirerek toprağa dokundum,  rüzgarın ağaç dallarında çıkarttığı sesleri dinledim, ormanı kokladım, toprağı ve gök yüzünü seyrettim. Son dinlenme pozunda bile gözlerimi yumamadım, avuçlarımda toprağı duyumsarken, çam dalları arasından gökyüzünü izledim.

İki saat süren bütün çalışma süresi boyunca, etraftaki ağaçlara bağlı atlar dışında, geçen yıl gene bize eşlik eden tay (Nevruz) serbestçe aramızda dolaşıyordu.  Nevruz, gençliğinin verdiği enerji ile kıpır kıpır, tam da yoga yaptığımız alanın ortasından son hızla, bir mamasına koşuyor, bir annesine, bir bize.

Artık beni geçen yıldan mı tanıdı bilemem, bu küçük hanımdan açıkça özel ilgi gördüm, çalışmanın ilk anından sonuna kadar sürekli bana doğru geldi, burnunu burnuma sürdü, birkaç kez hafifçe  tosladı.  Küçük dediysem gene de benden büyük elbette, ilginç bir şekilde bana koşarken acaba bana zarar verir mi diye en ufak bir endişe duymadım, aksine içim sevinç doldu.

Karamsarlığa çok açık olduğumuz bu günlerde hepimize şifa olan bir zaman dilimiydi.

Yoga hocamız Elçin, bu çalışmayı ‘doğa beden bütünlük’ çalışması olarak isimlendiriyor.

Karameli kendime gelmesi için kandırıyorum

GÜLÇİN’İN ZİYARETİ, ÇANKAYA’DAKİ EV VE HATIRLATTIKLARI

Bu hafta, fakülteden arkadaşım Gülçin Olcay (Gökseyitoğlu) ziyaretime geldi. Pandemi günlerinde olduğumuz için dışarıda çok az zaman geçirdik genellikle köydeydik.

Daha geldiği akşam, onu bahçe sulamaya götürerek sağlam bir kültür şoku yaşamasına sebep oldum. Bu yıl havalar oldukça dengesiz gittiği için, sebze bahçesi ve bostanda hiç bereket yok. Ben Gülçin’in kısmetine çok inanırım, sırf ona vermemiz için sebze olacak sanmıştım, ama giderken yanına bahçeden sadece biraz biber verebildik.

Hemen her sabah, kahvaltı yapar yapmaz, denize girmek için Lapseki’ye gittik. Bu yıl denize girmek için Lapseki plajlarını tercih ediyoruz, çünkü çevredeki albenisi ve bilinirliği en az olan plajlar bunlar, sadece Lapseki’de yaşayan insanlar geliyor ve ikindiye kadar oldukça sakin oluyor, plajlar öğlene kadar işletmeye bile açılmıyor. Biz her sabah denize girip biraz güneşlendikten sonra insanlar gelmeye başlayınca geri döndük.

Sadece bir sefer de komşu köyümüzde yeni açıldığı için henüz kimsenin pek bilmediği bir at çiftliğine gittik, açık havada ve çok güzel bir manzara eşliğinde çay içtik.

Bunun dışında sürekli evdeydik. Avluya iki şezlong yaptırdım, geniş olduklarından, üzerlerinde yatak gibi yatılabiliyor. Tam da perseid meteor yağmuru günlerine denk geldik, geceleri şezlonglara yatıp yıldızları seyrettik. Gökyüzü çok güzeldi, fakat her nedense meteorlar Gülçin’in bakmadığı zamanlarda kaymayı tercih ettiler. Ben ise hayatımda gördüğüm en uzun ve güzel yıldız kaymalarını gördüm. Bu sefamız sırasında her gece bir kurbağanın haç yolculuğu gibi avluya geldiğini fark ettim, acaba onu öpmemizi bekleyen gizli bir prens mi diye dalga geçtik.

Kayda değer bir şey de deniz tarağı yiyişimizdi, çünkü Gülçin, deniz tarağının tadını merak ediyordu, ben de sırf onun için biraz alıp buzluğa atmıştım. Yemek programlarında sürekli kararında pişirilmezse çok kötü olduğu söylendiği için korkarak pişirdik ama gayet başarılı oldu. Böylece Gülçin’e iyi bir doğum günü yemeği yapmış olduk.

Geçen yıl, Gülçin’le ağustosun son haftasında beraber Gökçeada’da tatil yapmıştık. Gülçin ağustos doğumludur, geçen yıl doğum gününden hemen sonra gelmişti, bu yıl ise hemen önce geldi. Bir türlü doğum gününü denk getiremedik, ancak geçen yıl temsili bir pasta kesmiştik, bu yıl ise pastaya kimsenin ihtiyacı olmadığını düşünüp, cevizli sucuk ile tabağa dekor yapıp bir dilek mumu üflettik. Yani aramızda doğum günü olmayan bir günde doğum günü kutlama gibi bir gelenek gelişmeye başladı.

Gülçin benim 1974 yılından beri arkadaşım, birlikte geçirdiğimiz ilk yılların anıları artık zihnimizden silinmeye başlamış, bir türlü netleştiremedik. Benim hatırladıklarımı o hatırlamıyor, onun anlattıklarını ise ben. Her ikimiz de Anadolu’dan gelmiş (Gülçin Sivaslı) iki kız çocuğu olarak, Ankara’daki ilk günlerimizi nasıl geçirdiğimize dair anılar oldukça silinmiş.

Bizden bir yıl sonra Gülçin’in kız kardeşleri de Ankara’ya geldikleri için onlara bir ev tutmuşlardı. Bu kız kardeşler (Gülay ve Güler), Gülçin’den sadece bir yaş küçük olan ikizler. Herkes onları birbirine karıştırırken, benim için sadece normal iki kardeş kadar benzerlerdi, hiç karıştırmazdım. Çünkü çocukluğumda onlardan çok daha fazla benzeyen bir başka ikiz kız kardeşle çocukluk arkadaşıydım, onları uzaktan ve arkadan görsem bile ayırt edebiliyordum. İlk ikizlerden edindiğim tecrübeyle bu ikinci ikizleri hiç karıştırmadım.

Önce Çankaya taraflarında bir apartmanda kalıyorlardı. Ben de neredeyse evin dördüncü kızı olarak o evde epeyce zaman geçirirdim. Dört kız çocuğu bir araya gelince ne yapar? Mesela ilk manikürümü o evde Gülçin yapmıştı.

Kızların üçü de oldukça şık giyerler, hepsinin vücutları da çok biçimli olduğundan ne giyerlerse yakışırdı. Gerçi hayatımızın bir döneminde o günün koşullarına uygun bir şekilde Gülçin de ben de parka, kot, bot üçlüsüyle ve erkek tıraşıyla militan gibi gezindiğimiz de olmuştu. Bu kıyafetlerle gezindiğimiz halde olaylardan uzak kalırdık. Hatta bir seferinde okulun önündeki meydanda toplanılmıştı, bir anda polis öğrencileri kovalamaya başladı. Herkes Kızılay’a doğru koşmaya başladı, biz muhtemelen sivil polis olan seyyar satıcıdan simit alma numarası ile durduk. Bir anda herkes bizim yanımızdan geçmiş oldu, biz geride kaldık. O gün kaçan herkes ama herkes yakalandı ve geceyi karakolda geçirdi, ertesi gün uykusuz gözlerle okula geldiler. Biz de herkese uyup koşmuş olsaydık, karakolda sabahlayacaktık, belki de o kılıklarımızla militan sanılıp, hırpalanacaktık.

Kısa süreli militan modamızın dışında Gülçin gayet şıktır, mesela sürekli topuklu ayakkabı giyer. Ayakları da oldukça biçimli olduğundan ayakkabı mum gibi durur. Benim ayaklarımda ise sanki hızar var, bir kez giydiğim ayakkabı akşama eskimiş olur. Tabii bu ayaklarla, sürekli dümdüz ayakkabılar giyerim. Bir gün Gülçin’in ayakkabı dolabına baktım, gözlerime inanamadım, bütün ayakkabıları en az 10 santim yüksekliğinde, incecik topuklu, benim giymeyi hayal bile edemeyeceğim ayakkabılar. Bunları nasıl giyiyorsun diye sordum, o da gayet rahat giyiyorum, ben de senin ayağındaki ayakkabıyı öldürsen giymem dedi. Ben, onunkini giyemeye kalkışsam beni öldürmeye hiç gerek yok ki, büyük olasılıkla ayakkabının üstünden düşüp, kafamı yararak, zaten kendim ölmeyi başarırım.

Benden çok daha feminen bir giyim tarzı vardır, ancak takı takmaz, ben ise takı delisiyim. İkimiz de pek makyaj yapmayız.

Bir başka benzemez tarafımız da beden termostatlarımız. Soğuk sever, evini ısıtmaz, kış günü bana sorsan çıplak dolaşır.

Benzer taraflarımız da çoktur, mesela ikimiz de yemek yapmayı severiz, mesleklerimiz konusunda çok ciddiyiz, hatta bu ziyaretinde aynı yazarları okuduğumuz fark ettik.

Bütün benzer ve benzemez taraflarımız, bir araya geldiğimiz zaman yok olur, aradan geçen zaman da silinir.

Gene eskiye dönecek olursam, Çankaya’daki evden en çok hatırladığım şeyler insan zihninin tuhaflığını ve gençlik tecrübelerinin hayat boyu nasıl bizimle kaldığını göstermesi açısından çok ilginç.

İkizlerin okulu bizimkinden erken kapandığı için, yıl sonunda birkaç hafta Gülçin’le ikimiz yalnız kalırdık. Yatakların içerisinde oturur, ellerimizde derslerde tuttuğumuz notlar, birimiz yüksek sesle okuyarak, diğerimiz de kendi notunu takip ederek, eğer farklı bir şey varsa ekleyerek, tartışarak, anlamaya çalışarak, çıkacak soruları tahmin ederek, saatlerce ders çalışırdık. İlk sene Gülçin organik komitesi yüzünden ikinci sınıfa devam edemedi. Yani sınıfta kalmadığı halde bir yıl kaybetti, o nedenle daha sonra birlikte ders çalışamadık. Ama o evde edindiğim gece çalışma alışkanlığı devam etti, önceden hep sabah erken kalkıp ders çalışırdım, o yıldan sonra ise her sınava hazırlanma sürecimde koynumda kitaplarla uyudum.

Trabzon’da sapsarı tereyağına alışık birisi olarak, Sivas’tan gelen, kar beyazı manda tereyağını çok yadırgardım. Manda yağı yiyene kadar sadece rengi koyu sarı olan tereyağlarının lezzetli olduğuna dair sarsılmaz bir inancım vardı. Her kahvaltıda o yağı bu kez lezzetsiz bulacağımı düşünerek yerdim ve her seferinde  lezzetli olmasına yeniden şaşırırdım.

İnanılır gibi değil, ama o yaşımda bile, bir gece uzun uzadıya düşünüp, herhangi bir şeye karşı sırf benim bildiğimden farklı diye önyargılı olmamam gerektiğini kararlaştırmıştım. Bir çok insanın önyargılı olduğu pek çok şeye karşı herhangi bir duygu yüklemediğimi defalarca gözlemlediğime göre bu kararımı daha sonraki hayatım boyunca kullanacak şekilde içselleştirmişim.

Ey manda tereyağı sen nelere kadirsin (!).

Bir başka hatırladığım ufak ama daha sonra bende etki bırakmış olan şey ise, komşuları olan bir Balkan kökenli hanımın, adet sancısını dindirmek için bize verdiği elma şarabıdır. Gerçekten de işe yarardı. Bu şarap benim ileride geleneksel tedavi yöntemlerine sıcak bakma sebeplerimin temeldir.

Elma şarabı deyip geçmeyin(!)

O evle ilgili hatırladığım şeylerden biri de bir gün evde yalnızken banyo yapmaya kalkışıp, şofbeni patlatmamdır. Aslında sadece biraz kirpiklerim yandı, ama çok korkunç bomba gibi ses çıktı. Apartmandaki bütün komşular kapıya geldi, üzerime havlu sarılı iken kapıyı açıp insanları yatıştırmam gerekmişti.

Bu konuda da dejavüler yaşadım (!).

Elazığ’da mecburi hizmet yaparken de şofben patlattım, kirpiklerimi, kaşlarımı yaktım. Elazığ’da bir sefer de mutfak dolabım duvardan kopup, büyük bir gümbürtüyle önce mutfak tezgahına, sonra da yere düşüp,  bütün mutfak eşyamı kırmış, Çankaya’daki evde olduğu gibi, bütün komşuları kapıma yığmıştı. Bu kez de üzerimde gecelikle komşulara kapı açmak zorunda kalmıştım.

Çankaya’daki evle ilgili bir başka hatırladığım şey ise, alt katlarında oturan Pakistanlı ailenin dairesinden gelen kesif baharat kokusudur. Aile taşındıktan aylar sonra bile apartman kapısından girerken o koku burnuma dolardı. Hayatım boyunca bu kokuyu hatırlayıp, yaptığım herhangi bir yemeğin ana malzemesinin kokusunu bastıracak kadar baharat kullanmadım.

Demek ki doğru dürüst hatırlayamadığımız o evden hayatımıza ne kadar çok şey katılmış.

Gök seyir terası
Temsili mum üfleme
Bu yıl pastası bu
Geçen yıl daha medeniymişiz
Lapsekide boş plajlar

MERAK KONUSU OLAN KURU M’CUMU, TRABZON’DAKİ EVLERİN İSİMLERİ VE BAYRAM ROTASINDA BÜYÜK AİLENİN ÖZEL İSİMLİ EVLER GELENEĞİ 2

Aslında ismi olan evler bizim aile geleneğiymiş, bunu geçen yazılarımda fark ettim. Pazar’daki aile evlerinin de hemen  hepsinin ya bulundukları mevkiden ya da içinde yaşayan insanlardan gelen isimleri vardı.

Dedemin babasının yani Hasan Ağanın evi, çarşının biraz üzerinde ‘Büyük Ev’ denilen tarihi taş binaydı. Bu ev, Pazar çarşısına biraz yüksekten bakan, Çitat (Aktepe) köyünün yolu üzerinde, siyah taştan yapılmış, oldukça görkemli bir binaydı. Evin bu 3 katlı, ancak oldukça harabe halini ben biliyorum. Sonradan çok ortaklı olan bu evin yerine apartmanlar yapılıp herkese hissesi karşılığında daire verildi.

Hasan Ağa, her odasına bir oğlunu ve ailesini yerleştirdiği bu evde yaşamış. Dedemin babası olan Hasan Ağa, gerçek bir derebeyi, sözü kanun yerine geçiyor. Hasan Ağa bir gün, gece bir rüya görmüş, sabah kalkınca da orijinali 5 katlı olan evin üstteki 2 katını yıktırmış.

Aslında galiba bu büyük evden önce o bölgede bir başka ev daha varmış ve yandıktan sonra büyük ev yapılmış. Bu evin geride kalan ‘ongure’sini İsmail Amca, Mualla Teyzeme vermiş. Çünkü teyzem, Muş’ta yaptığı mecburi hizmetini bitirip, hakim olarak çalışmak üzere geri dönmüş, İsmail Amca da kitaplık yapması için yıllardan beri öylece duran koca kalası teyzeme vermiş. Bu kalasın teyzeme verildiğini duyan kuzenleri gidip kalası 5 eşit parçaya bölmüşler iki parçayı alıp ve üç parçasını teyzeme bırakmışlar. Teyzem de tahta yetmediği için dolabın alt kısmını bu tarihi tahtadan, üst kısmını ise uygun başka bir tahtadan bir kitaplık yaptırmış. Bu kitaplık daha sonra yıllarca Pazar’daki evde balkonda mutfak kileri olarak kullanıldı. Şimdi tamir ve restore edilmiş haliyle bizim evde duruyor.

Tekrar ‘Büyük Ev’ dönecek olursak, benim anneannem (Anneler, Sare Hala) de ilk gelin olduğu zamanlarda, diğer gelinlerle birlikte bu evde yaşamış. Her odada başka bir gelin yaşayınca her biri, işleri bir başkası yapsın diye bekler, işler ortada kalırmış. Anneler bir seferinde şöyle bir olay anlatmıştı; mesela bir hayvan kesilir, bir odada çengele asılırmış, tabii bundan sonra etin parçalanma ve pişirilme işleri var, bayağı iş yani. O gelin öteki yapsın, bu gelin beriki yapsın diye diye bekler, eti çengelde çürüttükleri olurmuş. Anlaşılan bu klan halinde kalabalık yaşam  artık çekilmez olunca, Hasan Ağa oğullarının evlerini ayırmış, topraklarının her birine bir oğlunu yerleştirmiş.

Benim dedeme düşen mülk Pazar’ın girişindeki denizin içerisindeki bir kayanın üzerindeki ‘kız kulesinin’ çok yakınındaki topraklardı. Bu kule Karadeniz sahili boyunca devam eden, Cenevizlilere ait bir gözetleme sisteminin bir parçası olan bir yapıdır, ancak ‘Kız Kulesi’ olarak bilinir.

Dedeme ait bu arsadaki evi de ‘Kız Kulesi’ diye anıldı. Gerçi benim hayal meyal hatırladığım ilk ev yıkılıp yanına şimdiki ev yapıldı, ama adı hep aynı kaldı. Son senelerde yapılan tadilatlarla iyice büyütüldüğü ve Sermin’in de o zamanlar içinde yaşadığı bu eve sanal ortamda tarihi aile evine atıfta bulunarak ‘Büyük Ev’ ismini takması sonucunda, ismi değişti, Kız Kulesi, Büyük ev olarak anılmaya başlandı.

Benim çok az hatırladığım ilk evin yerinde şimdi 2 apartman yükseliyor. Bu eski evin avlusunun sahildeki çakıl taşlarından yapılmış bir mozaikle kaplı, mutfak zeminin toprak, çengeline sürekli kazan asılan bir ocak olduğunu hatırlıyorum. Gene  oturma odasının divanla çevrili olduğunu, arka odalardan birinin gene tavandan asılan sepetler içinde yiyecek saklandığını, üst kattaki odaların duvarlarına gömülü yıkanma yerleri olduğunu ve her nedense üst katın bazı noktalarında zeminin sallandığını da hatırlıyorum. Aslında bu evden o kadar küçükken ayrılmışım ki, bu kadar çok şeyi hatırlamam şaşırdılar.

Akraba evlerini ise Mualla Teyzemin bayram ziyareti rotasına göre yazayım.

Mahsar Beyin Evi (daha önce Azize Hanım? ) diye bilinen ev ilk ziyaret durağıydı, çünkü Pazar’ın batı çıkışında, gidilecek diğer evlerin ters yönündeydi. Kız Kulesinin hemen yanındaydı, şimdi üst o evin yerinde tünel var, evi üst yola yakın bir yerde yenilediler.

Buradan sonra Musa, Şermin, Yılmaz Telatarlar ve çocuklarının evi olan  Gaba’ya gidilirdi. Bu ev de (geçen yazıda kurabiye yediğimiz diye yazmıştım, Pazar’ın doğu çıkışındaki evdir. Şimdi hala eski haline en yakın duran ev olabilir.

Bu evden sonra ya da önce Annelerin genç kızlık evi olan Bulep’e uğranırdı. Bu evde bizim çocukluğumuzda büyük teyze ve yeğenleri yaşardı. Büyük teyze dediğim, Annelerin kız kardeşi,  Tahsin Bekir Balta ile nikahlı olup da hiç birlikte yaşamamış olan Mürüvvet Teyzedir.

Bu evden İsmail Amcanın, Çarşının üzerinde, Çitat yolunun başlangıcındaki evine gidilirdi.  Beylik; Asiye Halanın hamsili ekmeklerini, salatalık eşliğinde yediğimiz ev.

Buradan çarşıdaki akraba evlerine inilir, Halit Ağanın evine ( su börekleriyle meşhur), Ziya Basanın, Macit Amcaların evlerine gidilir. Dönüş yolunda da tabii eğer Gabadan önce gitmediyse Fazile Teyzenin evine uğrayıp limonata içip dönülürdü.

İkinci gün ise Zeynep Halanın, Ardeşen’deki evine gidilirdi. Bu ev de, bu güne kadar, orijinal haline göre bir duvarla ortadan ikiye bölünmüş olması haricinde aslına oldukça yakın bir şekilde muhafaza edilebildi.

Telatar, Balta, Basa akrabalardan yazım için yeni anılar ve revizyon istiyorum.

Eski evden getirdiğimiz orada hurdaya atılmış bir sefertası
Büyük ev
Büyük ev harabeye dönmüştü

iç görüntü
Kız kulesinin bahçeden görüntüsü
Kısmi restorasyon,
son hali

MERAK KONUSU OLAN KURU M’CUMU, TRABZON’DAKİ EVLERİN İSİMLERİ VE BAYRAM ROTASINDA BÜYÜK AİLENİN ÖZEL İSİMLİ EVLER GELENEĞİ 1

Karadeniz’den çıkıp da dünyanın tropikal bölgeleri hariç, her neresine gidersen git kendini ‘sudan çıkmış balık’ gibi hissetmemek elde değil. Sudan çıkmış balık betimlemesini asla ‘darb-ı mesel, özlü söz, atasözü’  (kendini garip, acemi, yalnız hissetmek) anlamıyla kullanmadım. Karadeniz bölgesinde hava o denli nemlidir ki, bir çok gün neredeyse solungaçlarınızdan nefes alırsınız, bölge dışında karaya çıkmış gibi olursunuz.

Yağmurlar, her yıl tekrarlayan seller, heyelanlar zaten biliniyor, ancak yağmayan/havada asılı kalan sular da çok önemlidir. Havadaki nem oranı % 90’nın üzerine çıkan bir bölgede yaşamayan kimse ‘ıslak havada’ yaşamanın ne demek olduğunu tarifle anlayamaz.

Çanakkale’de de bayağı nem olmasına karşın, bir Karadeniz kızı olarak hava bana oldukça kuru geldi. Mesela deniz kenarında yemek yiyorsun, tuz, tuzluktan kolayca akıyor, Karadeniz’de böyle bir şey mümkün değildir, tuzlukların içinde, nemi alsın diye yarıya kadar pirinç bulunur, gene de tuz akmaz.

İşte bu tuzluktan kolayca akan tuz benim o kadar dikkatimi çekti ki, yaşadığım evin adını ‘Kuru Tuz’ koymaya karar verdim ( İsim koyarak eve bir kişilik atfetmek, emekli hayatıma bir romans kazanmak istedim).

Bizim kızların da bu isim çok hoşuna gitti. Fakat bu ismin de bazı sakıncaları var, çünkü bol parası var anlamına gelen ‘tuzu kuru’ sözüyle karışıyor. Ayrıca, bu evde hiç evlenmemiş ve yaşları kemale ermiş 3 kız kardeş olarak yaşayacağız, ‘kız kurusu’ terimini de kolayca çağrıştırıyor. İsmin anlamı ise çok hoşumuza gitmişti, vaz geçmek istemedik. Kuru ve tuz kelimelerinin Lazcasını öğrendik, sonunda duyuluşu en güzel olan okunuşu ‘kurucumu’ yazılışı ‘kuru m’cumu’ da karar kıldık. Yani yarısı Türkçe yarısı Lazca bir isim.

Daha sonra bahçe kapısının yanındaki dik duvarı yaptırınca,  kocaman bir tabelaya KURU M’CUMU yazdırıp, tabelayı yoldan geçenlerinde de görebileceği şekilde, duvar tepesindeki badem ağacının altına diktim. Şu anda duvarda çıkan yabani sumak ağaçları tabelamı kapattılar, ancak sonbaharda yazıyı tekrar ortaya çıkartacak şekilde budama yapacağım.

Gerçi şimdi isim düşünsem, ‘Boreas Vadisi’ gibi bir isim koyardım, ama bölgedeki herkesin merakını çeken bu isim eve çok yakıştı diye düşünüyorum.

Neden eve bir isim vermeye bu kadar önemsediğimi ise geçen yazımı yazarken anladım. Çünkü ben neredeyse bütün hayatımı bir ismi/lakabı olan evlerde geçirmiştim.

Trabzon’da doğduğum ve çocukluğumun büyük bölümünü geçirdiğim Kunduracılar Caddesindeki apartmanın özel bir ismi yoktu, ama yazları yaşadığımız evin adı ‘Yıldızlı’ idi, oysa o evler ‘doktor evleri’ olarak bilinirdi. Tuhaf olan şudur ki Yıldızlıda diğer evde geçirdiğimiz zamanın belki yüzde beşi kadar zaman geçirmişizdir, ancak çocukluktan kalan anıların büyük çoğunluğu ismi olan evde geçmiştir.

Yıldızlı aslında evin içerisinde bulunduğu/ ya da komşu köyün adıydı, ama ev gerçekten yıldızlıydı. Şimdi şehrin içerisinde kalan bu bölgede, çocukluğumda hemen hemen hiç yapay ışık yoktu, geceleri bütün samanyolu ve takımyıldızlar gözlerimizin önüne serilirdi. Sürekli denize girip, bol bol derine daldığımız için sık sık kulağım ağrır, gece uyuyamaz, balkonda kapkaranlık ve uçsuz bucaksız denizi ve gökyüzünü seyrederdim. İlk yıllarda yüzüm denize dönükken sağ tarafta Trabzon, sol tarafta Akçaabat’ın ışıkları görünürdü (sonradan kapandı), gene de benim görüşümdeki göğü aydınlatmıyorlardı. Önümde uçsuz bucaksız Karadeniz manzarası olunca gökyüzünün seyrine doyum olmuyordu.

Trabzon’da Kunduracılar Caddesindeki evden sonra en uzun süre yaşadığım ev de ‘Güneş Hanım Apartmanı’ olarak bilinirdi, oysa apartmanın ismi yoktu, sırf teyzemin evi olduğu için herkes bu ismi takmıştı. Adres söylemez, sadece Güneş Hanım Apartmanı derdik herkes anlardı. Hatta sonradan bir ‘Güneş Apartmanı’ yapıldı, postacılar bir müddet, oraya gelen mektupları bizim eve taşıdı durdular.

Güneş Teyzem (Güneş Dobrucalı), Trabzon’da, Güneş Hanım ya da Hakime Hanım olarak tanınır ve sanırım son 50 yılda adını duymamış çok az insan vardır. Ben daha bebek iken Nasuh Eniştemle evlenmişler, uzun yıllar boyunca bizim apartmanın en üst katında oturdular. Ben Sibel’in olmasa da Ahmet’in doğumunu hatırlıyorum. Teyzemin çocukları da çoğu zaman bizim evde olurlardı, sonuç olarak ev çocuk yuvası gibiydi.

Teyzem ve eniştem çok uzun yıllar Trabzon’da hakim olarak çalıştılar.  Teyzemin mesleki anılarının bazıları fıkra gibidir.  

Bir gün orta yaşın üzerinde bir köylü kadını ruhsatsız tabanca taşıdığı için duruşmaya çıkartmışlar. Tabanca taşımak bölgede o denli normal karşılanan bir şeydir ki anlatamam. O zamanlar bölgede bol bol silahlı çatışma olur, bir kasabadan vurgun geldi mi, peşi gelirdi, bir günün içerisinde aynı ailelerde birkaç ölü, onlarca yaralı olması sıradan olaylardı.

Şimdi bile yaylaya çıkan herkes, tabancasına sarılıp birkaç şarjör kurşun sıkar. Trabzonspor maç kazanınsın, çevreden gelen silah seslerinden savaş çıktı sanırsınız.

Teyzem de kimseye kurşun atmamış bu kadını biraz azarlayıp, bir daha silah taşımaması için iyice korkutup, salıvermeyi düşünmüş. Kadın karşısında ayakta duruyor, teyzem ise kürsüsünden kadına ‘yaşından başından utanmıyor musun, silah taşımak da neyin nesi, hem de ruhsatsız’ anlamında söyleniyor. Konuşmayı iyice anlasın ve korksun, bir daha silah taşımasın diye uzatıyor. Kadın teyzemi uzun uzadıya, başı önde sessizce dinliyor, inkar edecek hali de yok, çünkü silah üzerinde yakalanmış. Neyse dinlemiş,  dinlemiş, sonunda teyzem ‘bu yaşta bir kadının silahla ne işi var’ gibi bir laf daha edince dayanamamış ve başını kaldırıp ‘ne yani çiplak mi dolanacaktum’ deyivermiş. Silah olmayınca kendini çıplak hissediyor demek ki. Teyzem kadının karşısında gülmemek için kısa kesip, ‘çıplak’ kalan kadını salıvermiş.

Boztepe’deki eve geçtiğim zaman, oraya da ‘Güverte’ ismini takmıştım. Çünkü evin salonu ve ön balkonu Karadeniz manzarasına ve karayele açıktı. Rüzgarlı günlerde denizin ez azılı halini yukarıdan da olsa evin içinde hissederek seyrederdim. Balkonun demirlerini de küpeşteye benzeterek, bir gemide yaşadığımı ve fırtınada evin denizde batabileceğini hayal ederdim. Çok fırtınalı günlerde, bir müddet denizi seyreder sonra, arkadaki çalışma odasında otururdum. 

Güverte ismi bu küçük ve şirin evime çok yakışmıştı.

Güverteden Kuru cumuya taşınırken
Eski eşyaları da getirdik
Manzara burada da şahane
Komşular daha da afili
Sadece eski sandıklar değil, eski hobileri de taşıdık

BAYRAM, BAYRAM GİBİ DEĞİLSE, O HALDE AÇILSIN ANI SANDIKLARI, GELSİN ESKİ KURBANLAR, ZİYARET KÖŞE KAPMACALARI, SÜT HELVASI TARİFLERİ

Kurban bayramı deyince aklıma Pazar’daki büyük evde geçirdiğimiz bayramlar geliyor. O zamanlar kurban evin hemen yanında kesilirdi. Birkaç gün önceden alınan hayvan, kurbana kadar beslenir, o gün usta bir kesici tarafından besmeleyle kesilirdi. Hayvanın başını yukarı kaldırırlar ve tek hamlede canı çıkacak şekilde boğazını keserlerdi. Nedense biz çocuklar da bütün kesim işlemini izleyebiliyorduk.  O küçük yaşımda aklımdan pek çıkmayacak sahneleri görmüş oldum böylece.

Usta kesicinin en iyi becerdiği şeylerden biri de hayvanın derisini kesmeden yüzmekti. Bu işlemi bir kere gören bir daha kolayına unutamaz. Bir başka ustalık göstergesi de iç organları deşmeden bulaştırmadan çıkartmaktı.

Annelerin (anneannem), işkembeyi evin önündeki çeşmeden uzun uzadıya yıkayıp temizlediğini de net bir şekilde hatırlıyorum.

Daha sonraki yıllarda bu kesim işlemi evden uzaklaştırıldı.

Her kurban sabah saatlerinde Teyzecim (MUKE Teyzem) kurban etinin eve varmasını bekler (yanılmıyorsam o gün de oruç tutardı/ zaten her fırsatta oruç tutardı/ bana sorarsanız en az 20 ömürlük oruç tuttu), et gelince de kurban merasimleri başlardı.

Öncelikle o gün mutlaka kavurma yapılır, ev buram buram kavurma kokardı (Ben hala taze pişmiş kavurma yiyemem).

Aynı gün kalan kurban etinin çoğu dağıtılırdı.

Sakatatlar ise dağıtılmaz, eve kalırdı, bizde sadece ciğer ve işkembe yendiği için pek çoğu atılırdı. Uzakta kesim başladıktan sonra eve sakatatlar kasaba kalıyordu.

Kurbanda aile ziyaretleri ilk gün ancak akşama doğru başlayabiliyordu. Bizim aile de oldukça geniş olduğu için, aile büyüklerinin yaşadığı, bizim ev dahil, mutlaka gidilmesi gereken birkaç ev vardı. Bayramlarda her eve, şehirlerde yaşayan gençler de gelmiş olurdu. İlk günler her evden gençlerin bir kısmı gelene hizmet için kalır, diğerleri ziyaret seferlerine çıkardı. İlk gurubun turu tamamlanınca eve döner, hizmet nöbetini devralır, evin kalan gençlerini ziyarete yollardı.

Böylece ilk ziyaret turu tamamlanır, daha sonra orta yaş ekibi sokağa dökülürdü. Bazen bir eve gittiğinizde, o evin, evde bulamadığınız sakinleri aynı anda sizin evde ziyarette olurlardı. Böyle köşe kapmaca yaptığınız insanlarla bile bir şekilde bir yerlerde karşılaşırdınız. Sonuç olarak bu birkaç gün içinde herkesle görüşülmüş, bayramlaşılmış olurdu.

Asıl mesele her evde bayramlık ikramlar idi. Çikolata tutulur, kahve yapılır, yanında mutlaka ev açımı baklava, süt helvası, börek gibi bir tabak daha olurdu. Bazı evlerin özel ikramı vardı, mesela Beylikte hamsili ekmek olurdu, Fazile Teyzede limonata, Gabada ise kurabiye. Yani bir bayramı şeker komasına girmeden atlatmak, şimdiki şartlarda pek mümkün değildi, ama o zamanlar insanlar her evde koca koca baklavaları mideye indirip, hiçbir şey olmadan bayramı geçirebiliyordu. (Aile evlerinin ve mezarlıkların lokasyon isimleri var, belki Sermin’den yardım alıp bu evleri ve ev halklarını da yazarım).

Bizim evde ise annemin ölümünden sonra bu bayram ikramlarından baklava kaldırılmıştı. Sadece kahve çikolata ve süt helvası ikram edilirdi. Bizim evin süt helvası gerçekten çok güzel olurdu, ayni Kızkulesi spesiali de süt helvası diyebilirim.

Süt helvası, benzerini sadece İskoçların yaptığı çok özel bir tatlıdır. Yıllar önce Elazığ’dayken İskoç İngilizce öğretmenimiz bizim geleneksel tatlımız diye bizim süt helvasına çok benzeyen bir tatlı yapmıştı.

Süt helvasının da belki bir gün unutulacağını düşünerek buraya bizim ve İskoç kadının tarifini vereyim.

Bizim tarif oldukça zor bir tarif.

Sadece süt ve eşit miktarda şeker ile yapılıyor. Sütü ve şekeri aynı anda tencereye koyarak karıştırarak kaynatıyorsunuz. O kadar uzun kaynıyor ki miktar yarıya düşüyor. Bundan sonra bir anda kıvam değişiyor. İşte bütün mesele bu anı yakalamak, çünkü daha fazla kaynarsa renk bozuluyor.

Helvanın olduğunu anlamak için bir kaşık dışarı alınıp, test edilir. Bazen de suya dökülerek test edilir.

Kıvam alınca tencerenin içinde tahta kaşıkla karıştıra karıştıra bayağı lokum gibi bir kez daha kıvam aldırılır. Bu karıştırma işlemi helva artık koyulaştığı için daha da zor olur. Karıştırırken bir miktar soğuyan helva artık tepsiye dökülür.

Bir gece bekleyince kare şeklinde kesilir.

Tadı süt reçeli diye satılan şeye benzer, ama çok daha tatlı ve güzeldir.

İskoç kadının yaptığında ise süt ve şeker bir miktar da un ve tereyağı koyularak kaynatılıyor, son anda içine karışık kuru yemiş atılıyordu. Böylece kıvam alması çok daha kolay oluyordu. Diğer aşamalar ise karıştırma kısmı çok daha kısa olacak şekilde aynı idi. Elbette tadı bizim süt helvasından biraz daha farklı ama oldukça benziyordu.

İkramın da bayramlara özel bir ritüeli vardı.

Gümüş bir tepsi üzerinde, iki gümüş şekerlik bulunur, birine  çikolata, diğerine süt helvası doldurulurdu. Gelen misafirler maratona girmiş gibi birkaç evi ziyaret etmiş, bir kaçını da edecek olduklarından çok oturamayacakları bilinirdi. Böylece koltuklara oturur oturmaz, önce bu tepsi dolaştırılır, kahve isteyip istemedikleri sorulurdu.

Bizim evde çikolatanın yüzüne kimse bakmaz, süt helvası ise çabucak biterdi.

Ben de bayramlarda Pazar’a giden ekiptendim. Giderken Trabzon’dan tatlılar, börekler, çikolatalar götürürdüm. Son yıllarda Meydan’da, renk renk, çeşit çeşit meyve pestilleri satılmaya başlamıştı. İnsanların artık günde 10/15 dilim baklava yemekten burunlarından şeker soluduklarını bildiğim için değişiklik olsun diye bu pestillerden götürmeye başladım.

Pestilleri sıra sıra büyücek tepsilere dizip, onu ikram etmeye başladık. Süt helvası kadar rağbet gördü, son birkaç bayramda hep pestil ikram ettik.

Geçen sene ilk defa ben de süt helvası denedim ve tutturdum. Bu yıl Çanakkale’de çok güzel browni yapan bir işletme keşfettim. Ona browni yaptırıp lokum büyüklüğünde kestirdim, tabii sosyal izolasyon devam ediyor, eve gelen giden yok, hepsini biz yedik.

Umarım bundan sonra bayramlar, telefonla değil, eskisi gibi yüz yüze bayramlaşmalı olur.

Süt helvası olmasa da helva helvadır
Show Buttons
Hide Buttons