Monthly Archives: Nisan 2023

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; MAYIS 2023

Artık büyük bir iklim krizine girdiğimiz için birazdan yazacağım yüzyılların birikiminden oluşan bilgilerin gerçekliğini bir hayli değiştirdi, ancak gene de yazmak istiyorum. Eskiler yılı çok işlevsel olan; Hızır Günleri (Yeşil Mevsim) ve Kasım Günleri olmak üzere ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6’sında Hızır Günleri ile yaz başlar ve 186 gün sürerek7 Kasım’da sona erer.Kasım Günleri ise yılın kalan kısmıdır. Hızır Günleri yaz devresini, Kasım Günleri de kış devresini gösterir.

Mart ayı adını savaş tanrısı Mars’tan almıştır ve  söylenişi bir çok dilde oldukça benzemektedir. Eskiden bu ay kış günlerinin bitip savaşların başlama zamanı olduğu için Mars’ın adı bu aya yakışır, ancak halkın gerçek gündemi ise doğa ile insanın arasındaki yaşam mücadelesidir. İşte bu nedenle kadim topluluklarda halen izleri devam eden çeşitli doğa bayramları kutlanmaktadır.

Hicri takvimde ise Nisan ayının 21’inde 1445 Şevval ayına girmiştik, Mayıs ayının 21’inde de Zilkade ayına gireceğiz.

Mayıs ayında ülkemizde çok iyi bilinen ve Hızır günlerinin başlangıcına denk gelen 5-6 Mayıs günleri Hıdrellez olarak kutlanmaktadır. Bu doğa bayramının Halley kuyruklu yıldızının yörüngesi ile dünya yörüngesinin kesiştiği ve Eta Aquarid olarak isimlendirilen gök taşı yağmuru günün denk gelmesi daha önce yazmıştım. Keltler ise bu ayda Betlane bayramı (ateş tanrısının bayramı) olarak 31Nisan-1 Mayıs günlerinde kutlamaktadır. Bu bayramın ülkemizde Mudurnu’da Betlem adı altında bir kalıntısı halk arasında halen bilinmektedir.

Mayıs ayında 1 Mayıs; İşçi ve Emekçi Bayramı ve 19 Mayıs; Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramıolarak bilinir ve kutlanır. Bu yıl önemli olarak bir de seçim var, bakalım hayırlısı.

Bu ay 5 Mayıs günü, akrep burcunda dolunay ve hibrit (parçalı başlayıp, tam tutulmaya gidecek) bir ay tutulması, 19 Mayısta ise boğa burcuna bir yeni ay var.

Halk arasında bilinen birkaç fırtına ismi ise şöyle; ayın 4’ü  Çiçek Fırtınası, 17’si  Filizkıran Fırtınası,  19’u  Kokulya Fırtınası, 21’i  Ülker Fırtınası,  30’u  Kabak Meltemi, 31’i  Bevarih rüzgarlarının başlaması (Samyeli). Ancak bu yıl tek beklentimiz bizim bölge için güzel yağışlar olmalı.

Mayıs ayı kendi köyümüzde artık yaz fidelerinin toprağa şaşırtılması ve birçok ya sebzesinin de tohumların toprağa dikilmesi zamanıdır.  Yabani ot temizliği ve gübreleme işleri de son sürat devam etmeli, meyve ağaçlarının çapalanması tamamlanmalıdır.

Artık balık mevsimi yavaş yavaş sona ermekle birlikte deniz canlıları ve balıklar açısından çok zengin çeşitlilik gösteren bir aydır.

TROAS TOPRAKLARINDA HOMEROS İZİNDE GEZMEK, PARİSTEN GÜNÜMÜZE SİNİR OLDUĞUM TİPLEMELER

Çanakkale il sınırları içerisinde gezmek, dinlemeyi bilene Homeros’un destanında gezmek gibi; bir köye gidiyorsunuz bir kaya, bir mağara, bir dere, bir tepenin (bir çoğunu bu destanla ilişkilendirebileceğiniz) bir hikayesi olduğunu fark ediyorsunuz. Troya Destanının en önemli kahramanlarından biri kuşkusuz Paris’tir. Bu güne kadar duyup da Paris’le bağdaştırdığım, iki farklı köydeki, iki farklı efsaneden söz edeceğim.

Bunlardan ilki Çanakkale ili merkez ilçesine bağlı Akçalı köyüne giderken, yolda gördüğümüz tuhaf şekilli üç kayanın hikayesi idi. Köyde doğup büyümüş olan arkadaşım bu kayaları üç kız kardeş kayaları olarak tanımlamıştı ve bu efsane bana kuşkusuz; Paris’in hakemlik yaptığı üç tanrıçayı çağrıştırmıştı. Geçen hafta sonu ise Bayramiç ilçesi, Elmalı köyünde, Güvercinkaya şelalesi ve mağarasının Paris ile ilişkilendirilen hikayesini öğrendim ve Kaz Dağlarında zorlu bir yürüyüş ile 1000 metre yükseklikteki mağaraya ve mağaradan fışkıran şelaleye kadar gittim.

Paris; Troya kralı Priamos ile kraliçe Hekabe’nin oğludur, ancak annesi bu çocuğu doğurmadan korkunç bir rüya görmüş ve kahinlerden, bu çocuğun Troya şehrinin sonu olacağının bilgisini almıştır. Bunun üzerine çocuğu İda Dağında bırakırlar, onu bulan çoban geçen gün gittiğim mağara çevresinde onu kendi oğlu olarak büyütür. Ancak Yunan tanrılar konseyinin planları henüz bitmemiştir. Bir şekilde yolu Zeus’un nifak tanrısının Athena, Hera ve Afrodit arasında soktuğu anlaşmazlığın ara buluculuğu Paris’e düşer. Paris de kendine sunulan rüşvetler arasından dünyanın en güzel kadınını seçer. Böylece Akha’lı Menelaos’un karısı olan Heleni kaçırıp Troya’ya getirir (geçen sürede Paris yaşlı anne babası tarafından tanınıp çoktan affedilmiştir). Troya savaşını başlatan bahane de işte bu gayri meşru aşk hikayesi olur. Zamanın bütün Akha kralları Menelaos’un abisi Agamemnon komutasında Troya kuşatmasına başlarlar. On yıl süren ve birçok tanrı ve tanrıçanın da taraf tuttuğu bu savaşın sonunda Paris Herakles’in oku ile yaralanır, ama onu asıl öldüren Hera’nın kanı olarak bilinen kan zehirlenmesidir.

Paris’in bu savaştaki en önemli rollerinden biri de savaşı sona erdirebilecek tek hamlenin onun tarafından yapılmış olmasıdır; yani Aşil’i Paris öldürmüştür. Bu savaş; ardında insanlık tarihine dünyanın en ünlü efsanelerini bırakmış olmasına karşın aslında galibi olmayan bir savaştır; çünkü her iki taraf da yenilmiş, hatta bozguna uğramıştır. Troya şehri yerle bir olmuş, her iki taraf da neredeyse bütün kahramanlarını kaybetmiştir. Sonuç hüsran ve yenilgi ile geri çekilmek, en büyük kazanım olarak savaş öncesi hayatlarına geri dönebilmek ihtimali ile yollara düşmektir (Odysseia efsanesinin konusu).

Efsanede Paris; dünyanın en ünlü savaşını başlatan ve bitiren kişi olarak sunulmuş olmasına karşılık asıl mesela akçeli hırslardır. Her savaşın sebebi kazanç sağlamaktır (Troya o sırada bilinen bütün denizlerin ticareti yollarını elinde bulunduruyordu), büyük bir savaşı başlatmak için ufak bir kıvılcım çıkarmak yeterlidir(kimse dürtmese Paris’in evli olan Helen’i tanıması bile imkansızdı).  Savaşların hiç birinde galip diye bir şey yoktur, savaşın bütün tarafları sonunda zararlı çıkarlar. Ve aslında savaşı başlatmak da bitirmek de aynı kaynağın (gücün, ihtiyacın) marifetidir.

Bize de; Troas topraklarında halen devam ettirilen efsanelerin izini sürmek kalıyor. Hemen her kasabada bazı izler var: mesela Troya müzesinde sergilenen en önemli eserlerden biri; Biga’da ‘Kız öldün’ tepesinden çıkartılmış, kral Priamosun kızlarından birine ait olduğu anlaşılan lahittir.

Gelelim hafta sonu gezisine; hafta sonlarında Çanakkale’nin köylerini gezen bir guruba dahil oldum, çok sık birlikte olamasam da bazı gezilerine katılıyorum. Bu hafta da bir otobüs ile Kaz Dağında bir çeşme başına kadar otobüs ile gidip, son 4-5 kilometreyi yürüdük. Yolun son aşamasında ise 500 metrelik bir patika tırmanışı, dere geçişleri filan vardı. Parkur böyle zorlanınca gurubun bir kısmı geri kalıyor, ben ise eski trekking tecrübeme güvenip sonuna kadar gidiyorum.  Bin metre irtifada, içinden çok gür bir ırmak akan ufak bir mağara ve bu mağaradan çıkarak kayadan dökülen bir çağlayan gördük. Bu mağarada Troya antik kentini ilk bulan ve anlaşıldığı kadarıyla Homeros Destanlarının izini sürmeye oldukça kararlı olan Calvert ailesinin çocuklarının isimlerinin yazılı olduğu bir duvar varmış, ancak yanımızda ışık kaynağı olmadığı için göremedik. Mağaranın çok küçük bir kısmını gördük, ama bu güne kadar bunca mağara gördüm, içinden bu denli gür dere akanı ilk defa görüyorum, galiba suyun en bol olduğu mevsime denk geldik. Mağarayı gezebilmek için derenin aktığı daracık yarıktan ilerlemek lazım ki, bunun alet edevat gerektirdiği çok açık. Bu dere, yeryüzüne çıktığı anda en az 10 metre yükseklikteki bir kayadan dökülen tek kırımlı, iki kollu bir çağlayana dönüşüyor. Bölgede bu derenin yanı sıra oldukça zengin ve kompleks bir derecikler ağı var, hepsi birleşip kayalardan düşe kalka, güzel görüntüler sunan çağlayanlar silsilesi oluşturarak; At çukuru denen mevkide büyükçe bir dereye dönüşüyor.  Bütün bu manzaranın Kaz Dağlarının görkemli karaçam ormanlarının arasında olduğunu da ekleyin, manzara güzel ötesi.

Elbette Kaz Dağlarının bu muhteşem ortamında bir de piknik yapıldı, güzel resimler çekildi, oyunlar oynandı. Bu arada kendi yaşımda bir kadın ve onun 44 yaşındaki oğlu ile tanıştım, hatta önce ben mağaraya çıkıp çocuğa yol gösterdim, çocuk benim yaşımı öğrendikten sonra anasını zorla mağaraya çıkardı. Benden Doğu Karadeniz Dağları ile Kaz Dağlarının güzelliğini kıyaslamamı istedi. Her ikisi de kendi klasmanında dünya güzelidir dedim.

Bu arada gezide hiç haz etmediğim adam tiplemeleri ile de karşılaştım tabii. Birincisi rehberden gıcık kaptım; hani hiçbir şey bilmeyip de her bir şeyi bilen birileri vardır ya; işte rehber onlardan biriydi. Nasıl rehber ise söyleyeceği hikayeyi bile tam öğrenmemiş, ona sorarsan Paris savaştan kaçıp bu mağaraya sığınmıştı. Bunu duyunca hemen mimledim tabii adamı. Üstüne üstlük bir de yolu çok iyi bildiğini iddia edip düz yolda iki kez yolu şaşırdı, doğru yolda olduğumuzdan emin misiniz diye sorunca da ( bizi yanlış yolda sokmuşken)ben CPS gibi adamın dünyanın neresinde olursam olayım yolu bulurum diye cevap verdi. Bu andan itibaren adamın gönlümdeki adı ‘cipiesim rehberim’ kaldı ve ikrah duygumu hakkıyla kazandı.

Bundan sonra da, gezideki bazı adamlardan gıcık kaptım. Bunlar yaşları ve kondüsyonları nedeniyle yürüyüşte oldukça zorlandılar, buraya kadar tamam. Ama bu adamlar, dönüş yolunda otobüste alabildiğine yüksek sesle ve uzunca bir süre profesyonel futbolcuları eleştirdiler, eğer futbolu oynayan ‘kendileri olsaymış ne yaparlarmış’ hayallerini anlata anlata, sporcuları söve söve bitiremediler. Ulan siz az önce düz orman yolunda şişen adamlar değil misiniz? Yüksek sesle erkek milletinden işte bu ‘odun kırıcının ıh deyicisi olma’ hastalığından ötürü hiç hoşlanmadığımı söyledim. Neyse ki deli deliyi görünce çomağını saklarmış, çomaklar saklandı, böylece sessizce ve rahatça geri döndük.

EL NİNOLU İLKBAHAR; BİR SÜRÜ UYGARLIĞI YOK ETMİŞ SU KITLIĞI VE İKLİM KRİZİ ARTIK MODERN ZAMANIN EN ÖNEMLİ MESELESİ HALİNE GELDİ.

Yıllardan beri gelecek diye uyarıldığımız, ama ne yalan söyleyeyim, daha en az önümüzde on yıllar var sandığım iklim krizi artık iyice kendini belli etmeye başladı. Korkarım ki bu sadece özsöz; henüz başımıza neler geleceğini tam olarak kavrayabilmiş değiliz, hatırlamak için son iki üç yıldan beri köyde fark ettiğim bazı tuhaf halleri özetlemek istiyorum, böylece durumun ciddiyetini belki biraz daha net algılarız.

İki yıl önce günlük hava sıcaklığında henüz önemli bir farklılık hissetmemişken, denizden bir uyarı geldi, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız, deniz sümüğü diyebileceğim bir musibet aylarca deniz yüzeyini kapladı, arkasında iğrenç kokular ve umutsuzluk bırakarak denizin dibine doğru çöktü; bu olayın denizdeki yaşama ne kadar büyük zarar verdiğine dair henüz net bir bilgimiz yok.  Müsilajı oluşturan ana sebep Marmara Denizine dökülen ve kirliliğe sebep olan  şehir ve sanayi atıklarıdır, ancak çok büyük bir olasılıkla o yıl bu sümüğün bu denli artmasına neden olacak bir mevsimsiz ısı değişikliği de söz konusuydu. Çünkü bu sümüğün canlı bir organizmanın gereksizce artması sonucunda geliştiğini ve  deniz ısısının bu garip canlı ile beslenen diğer bir canlının yeterince artmasına engel olacak gibi diğer yıllardan farklı olması, kısaca ekolojik dengenin bozulması sonucunda meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Deniz kirliliği de bu duruma tuz biber oldu tabii.

Geçtiğimiz son iki yılda ise oldukça alışılmadık bazı iklim olayları yaşadık.

Bizim köyde geçen seneden en çok hatırladıklarımı yazacak olursam sonbahar oldukça kurak geçmişti; hatta sadece tarım kullanımına değil aynı zamanda şehre içme suyunun da karşılandığı Atikhisar barajında neredeyse su kalmamıştı. Ama aniden bastıran şiddetli yağmurlarla 1-2 hafta içerisinde doldu, taştı. Yanılmıyorsam Kasım ayından itibaren yaz aylarına kadar inanılmaz yağmur yağdı; bu yağmurlar öyle pek normal yağmur gibi değildi, haftalarca, günlerce damla düşmüyor, sonra da inanılmaz derecede fazla yağmur çok kısa sürede yağıyordu. Hemen her yağış, sele heyelana neden oldu yani felaket gibi yağdı. Kış mevsimi de çok garipti, bir iki hafta ilkbahar havası ardından inanılmaz bir soğuk dalgası oluyordu, her sene Aralık sonundan, Şubat sonuna kadar aralıklarla yağan kar, geçen sene Mart ayında tek bir seferde yağdı.

Bu zamansız kardan sonra geçen ilkbahar ve yaz aylarında tam  aylarca yağmur yüzü görmedik, buna karşın tam üzüm hasat edilecek günlerde gen mevsimsiz yağarak bütün hasadı berbat etti. Kış ise neredeyse hiç hissedilmedi, bir kez göstermelik bir kar yağdı, hepsi o kadar. Bizim evin önünde bir dere var, bu dere eylül ayından bir sonraki temmuz ortasına kadar akar, yani topu toplamı bir iki ay kurur. Bu yıl ise tam dokuz ay hiç suyu yoktu, ancak Mart ayında biraz akmaya başladı, geçen yıl çağlayanları olan derenin bu yıl yatağında pek çok yerde görünme olması çok düşündürücü.

Ülke bütün yıl ağır kuraklık tehdidi altındayken, ilk baharda bir miktar yağmur yağdı, ama o da çok dengesiz yağdı; deprem bölgesinde ardı ardına sel oluyor. Arabistan’da bu yıl kar yağışı, yağmurlar, seller dur durak bilmiyor.

Tam da bize tarif edilen iklim krizinin ortasına düştük.

Bundan sonra su israfı yapan vatan hainidir, insanlık düşmanıdır. Bunu yazarken ülke geleceği için tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gereğini de biliyorum. Artık bu iklim değişikliğine nasıl adapte olup da bu süreç yönetilecek, bilemiyorum.

Köyde yaşayınca doğa olaylarını şehirde yaşadığından çok daha net hissedebiliyorsun. Mesela geçen yıllarda olan bu garip hava durumu, kaç yıllık fidanlarımı soğuktan yaktı, yeni dikilenler ise kurudu; sonuç gerçekten de iklim toprağın bereketini yakından etkiliyor. Bence mutlaka tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gerekiyor, bu garip havalar devam ettiği sürece geleneksel sistemlere göre daha sürdürülebilir yeni yöntemler  geliştirilmesi lazım, su tasarrufu ise hayati öneme sahip.

Bu yıl eğer sarnıç dolmasaydı yazın köyün suyunu harcamamak için sebze dikmemeye karar vermiştim, ama çok şükür son yağışlarda doldu. Ben de şimdiden yazlık fideleri hazırlamaya başladım. Bahçede ise şimdilik yapabildiğim dişe dokunur tek şey zeytinleri ilaçlatmak oldu, çapa işini ise bayramdan sonra yaptıracağım.

Bu yıl denediğim bir ‘yeşil gübre’ ve ‘yeşil kalkan’ dediğim iki yöntemi yazacağım. Yabani otlar ve tohuma bıraktığım turp, marul, havuç, pazı gibi sebzelerle yaptığım bu yöntemler hem toprağı zenginleştiriyor, hem de su tasarrufu sağlıyor.

Benim yeşil kalkan dediğim yöntemi geçen yıl bahçıvanımdan öğrenmiştim. Meyve ağaçlarının altı çapalandıktan sonra bu çapalanan alana yabani ot yığılıyor, böylece bu yabani oy yığını toprağın üzerinde bir kalkan oluşturup, suyun buharlaşmasını engelliyor ve ağaç çok daha az su ile yetiniyor. Bu yöntem buradaki köylüler tarafından bilinip kullanılıyor, yeşil kalkan sözü ise bana ait. Zeytinler meyve verdikten sonra artık kökleri yer altı sularına ulaştığı için sulanması gerekmiyor. Gene de ağacı serin tutmak için altına ot yığıyorlar. Geçen yazdan beri bu yöntemi kullanmaya başladım, gerçekten de işe yarıyor.

Yeşil gübreleme yöntemine gelince; birçok sebzeyi tohumlanana kadar bekleyip, bu tohumlanmış bitkileri bahçenin çeşitli yerlerine seriyorum. Böylece bahçede kendiliğinden çıkan birçok sebze oluyor, ben artık ne turp, ne pazı, ne lahana ne de marul dikmiyorum. Ancak bu yöntemi uygularken dikkat edilmesi gereken bir şey var; bu şekilde dikilen sebzeler küçük bir alanda çok kalabalık olarak çıkıyor, eğer kendi çıktığı gibi bırakırsanız birbirlerini eziyorlar, belli bir boya geldiklerinde seyreltilmeleri şart. Henüz olgunlaşmadan seyreltince çıkardığın sebze yeniden yeşil gübre olmak üzere toprağa atılıyor, geri kalanların hala bir kısmı fide olarak dağıtılabiliyor, en son bıraktıklarınız da bir kısmı kendi tüketimimiz için, bir kısmı da yeni tohumluklar. Geçen yıl toprağa yatırdığım sebzelerden bu yıl pazı ve havuç fidelerinden bir arkadaşıma verdim. Dereotu ise hem bize hem de komşumuza bol bol yetiyor. Bu şekilde toprak birçok bitkiden aldığı çeşitli vitamin ve minerallerle beslenip zenginleşiyor. Sonuç olarak hem toprak kazanıyor hem de biz.

Geçen gün köyümüze su tasarrufunu anlatmak üzere bir öğrenci gurubu geldi. Hocalarını tanıdığım için gurupla buluştum ve onları kendi bahçemde de gezdirdim. Onlara su tasarrufu için yaptığımız yöntemleri gösterdim. Bahçedeki su kanallarını, sarnıcı yani su hasadını anlattım. İkinci olarak damla sulamayı gösterdim. Son olarak da yeşil kalkan yöntemini anlattım.

İkinci konu olarak da toprağı güçlendirmek için kullandığım yöntemleri yani; konvansiyonel hayvan gübresi, yeşil gübre ve su hasadı yapmak için kullandığımız su kanallarında biriken humuslu toprağı solucan gübresi gibi kullandığımızı anlattım. Mutfak artıklarından oluşturduğumuz kompost topraklarını gösterdim.

Sonuç olarak gençlere anlattıkları konunun laboratuvarını göstermiş gibi oldum. Çok heyecanlandılar, yaptıkları köylüleri bilinçlendirme işine daha da çok inandıklarını ifade ettiler, ben de çok mutlu oldum.

Bezelyeler görünmeye başladı
Naneler coştu
Biyoçeşitililik adına bir kaç çeşit bezelye dikmiştim
Yeşil gübrenin sonuçları böyle kalabalık oluyor

Avlu içine diktiğim sarıcı kekikler de tutmuş
Asmalara su yürüdü
Mor çiçekli bezelye
Yabani menekşeler coştu
Show Buttons
Hide Buttons