Monthly Archives: Şubat 2023

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; MART 2023

Bu yıl Mart ayının büyük çoğunluğu İslamiyet’te kutsal sayılan üç aylardan  Şaban, ayın 23’ünde ise Ramazan ayı başlıyor.

Ayın 6’sında Berat Kandili var. Bu gecenin günahlardan arınma gece olarak derin bir anlamı vardır. Bazı din bilginleri Duhan süresine dayanarak Kuran’ın bu gece indirildiğini düşünürler, ancak genel kanaat Kadir Gecesi indirildiğidir. Berat Gecesinin özelliği ise Kıblenin,  Kabe olarak belirtildiği gün olmasıdır.

Hicri takvim esasen ay döngülerini baz alan bir takvim olduğu için ayın yeniay dönemi aynı zamanda Hicri bir ayın başlangıç tarihidir. Bu yıl ayın 7’inde başak burcunda dolunay, 21’inde ise koç burcunun ilk derecesinde yeniay gerçekleşecek. Kıt astroloji bilgimle şu yeniayın oldukça belirgin keskin ve yıkıcı savaşma enerjisi vereceğini söylemek mümkün.

Mart ayının en önemli gök olayı, 21 Mart civarında gerçekleşen, ilkbahar ılımı yani gece gündüz eşitliğidir. Eskiden yeni yıl, ya da yılbaşı olarak kabul edilen tarih de bu tarihti, daha önce defalarca belirttiğim gibi Roma imparatorlarının egoları sayesinde bu gün kullandığımız, hiçbir göksel olayla ilişkili olmayan takvim ortaya çıkmıştır. Ancak bu takvim insanlığın ortak kadim bilincindeki ‘yeni yıl’ kavramını silememiştir. Bugün dünya coğrafyasının çok önemli bir bölümünde kutlanan ‘Nevruz Bayramı’ işte bu ortak bilincin günümüze yansımış halidir.

Paganizmde de bu günlerde Ostara Bayramı kutlanırdı ve kutlanmaya devam etmektedir. Aynen bizim iyi bildiğimiz Nevruz gibi artık doğanın uyanışını kutsama bayramıdır. Bu kadim bayramların; Yahudi Pesah Bayramında ve Hristiyan Paskalya bayramında silik de olsa izlerini takip etmek mümkündür.  

Bu ayda Anadolu’da bilinen birçok iklim olayı vardır. Mesela 6 Martta toprağa üçüncü Cemre düşer.

Meşhur Berdelacuz soğukları (11-17 Mart) yani Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır soğukları vardır. Bu yıl aylardır yağmur yüzü görmedik, inşallah bu son ümit boşa çıkmaz, güzelce kar yağar. Bunun dışında 23 Mart Toz Kavuran, 26 Mart Çaylak, 30 Mart üç dokuzların ikincisi fırtınaları beklenir.

Mart ayı hala balıkların oldukça lezzetli olduğu bir aydır. Mezgit, tekir, deniz levreği boldur.

Bahçelerde artık birçok tohumun toprakla buluşturulduğu zamandır. Bu yıl hava oldukça kurak geçtiği için sarnıçtaki su miktarına bakmadan dikim işlerine başlamayacağım.

Beni okuyan herkesi depremzedelere uzun süreli yardıma başlamaya davet ediyorum; ben kendi hesabıma öğrenci bursu vermeye başlıyorum.

Herkese önce kendi ruh sağlığını koruyacak ve hayatını normalleştirecek güç diliyorum.

Bu deprem umarım her birimize doğaya uyumlu ve saygılı yaşamayı hatırlatmıştır.

KIRILDIK

Son günlerde tanıdığım, tanımadığım birçok kişi ‘nasıl bir zamanda gelmişiz dünyaya’ diye sorguluyor. Söyleyeyim; dünyanın bir ucunda olanı öbür ucundan derhal duyduğumuz bir zamanda geldik. Yani depremler her daim oluyordu, ama bu kadar hızlı duyamıyorduk, uzak diyarlarda olanları ise hiç duymuyorduk. Bu dünya jeolojik bakımdan sürekli değişim halindedir; üzerinde yaşadığımız gezegenin kabuğu parçaları yani tektonik tabakalar çarpışıyor, karalar yer ve şekil değiştiriyor. Biz de ta Orta Asyalardan gelip dünyanın en çok deprem üreten bölgelerinden birine yerleşmişiz. Bu durumda yapılacak tek bir şey var; yer kabuğuna, toprağa, suya, rüzgara, yağmura, kısaca tabiata uygun halde yaşamak.

Deprem için yapılacaklar belli; en önemlisi jeolojik olarak aktif fay hatları belli, hatta o kadar belli ki Google earth’ın haritasından bakılınca büyük hatlar, acemi gözlerle bile görülüyor. Yani ülkemizdeki fay hatlarını uzaydan bile gözlemek mümkün. Bu haritalara bakılınca bütün yolların fay vadilerinden geçirildiğini, fay hattı üzerinde birçok yerleşim yeri olduğunu da görüyorsun.

Depremle yaşamak için yapılacak en önemli şey fay hatlarını boş bırakmak, tarla, park yapmak. Dolgu alanları da aynı şekilde boş bırakmak.

İkinci şey ise, bu kadar çok depremle sarsılan ülkede inşaatları depreme dayanıklı şekilde yapmak.

Üçüncü şey de deprem ya da başka bir doğal afet olduğu zaman bütün olasılıklara hazırlıklı bir organizasyonu her an elde bulundurmak.

Ülkenin en büyük depremleri üretme kapasitesi olan bir bölgesinde üstelik kış günü olan bir depremde ne yazık ki sınıfta kaldık. Tek tutunma noktası, tek teselli, milletin dayanışma kapasitesi oldu.

Depremin kırdığı coğrafya, insanın insan olduğu, ilk medeniyetlerini kurduğu, bence kutsal kitaplardaki insanın cennette kovulup, dünyaya indiği, dünya insanlık tarihinin bilgi bankası olan yerler.

Kişisel tarihim açısından bakacak olursam; depremin olduğu bölge mecburi hizmetimi yaptığım, daha sonra da defalarca gittiğim, tarihinden büyülendiğim, çok sevdiğim bölgelerden biri. Ülkemizin en iyi bildiğim, iyi biliyor olmaktan gurur duyduğum, en güzel anılarımı yaşadığım bölge, gün gelip de düşününce hüzünleneceğim aklıma bile gelmemişti.

Kişisel anılar ise tamamen toz duman halinde bazen tuhaf bir ayrıntı aklıma gelip saatlerce zihnimi meşgul ediyor. Mesela 1987 yılında Nemrut Dağına bir gezi yaparken, içimizden birinin mecburi hizmet yeri olan Kahta’da mola vermiştik. O evde biz yayık ayranı sunmuşlardı, günlerce toprak küplerde kokulu elma ve acı biber koyarak olgunlaştırdıkları bir ayrandı, öyle bir şey bu yaşıma geldim hala içmedim. İşte bu ayranın tadı ve bize ikramda bulunana evdeki ailenin misafirperverliği zihnimi saatlerce kurcaladı. Mecburi hizmetteyken, Diyarbakır çarşısından hangi akla hizmet aldığımı bir türlü anlamadığım, köşeli, siyah renkli cam tabaklar aklıma geldi, onları sonradan ne yaptığımı bir türlü hatırlayamadım.  Elazığ’daki evde tuvaletteki sürekli su akıtan musluk aklıma geldi. Elazığ sanayi çarşısında excahange transfüzyon yapmak için dörtlü musluk yapabilecek usta arayışlarım aklıma geldi. Arkadaşlarımın özel aracı ile Kilis’e giderken, arka koltukta kızlarının her yerimi yapış yapış şekere bulaması aklıma geldi. Hatay’da neredeyse Suriye topraklarının içinde bulunan bir lokantada yediğimiz tuzlu tavuk aklıma geldi. O geziden döndüğümde evde yediğim semizotu salatası aklıma geldi. Bir başka Hatay seyahatinde, Suriye topraklarına girer girmez girdiğimiz tuvalet taşının, zemin döşemesinin altına yerleştirildiği aklıma geldi. Maraş’la ilgili olarak en fazla aklımı meşgul eden şey ise dondurmanın karbondioksit buzuna koyularak her yere gönderilmesi oldu nedense, zihnim çok değerliymiş gibi saatlerce bu bilgi kırıntısına tutundu. Bir de uzun yıllardan beri yurt dışında yaşayan kuzenime bu sene bu bölgeyi gezdirmek üzere nasıl anlattığımı hatırladım.

İnsan zihni kendini büyük acılardan korumak için çok ilginç taktikler uyguluyor. Benim son günlerde aklıma takılan konulardan biri de Samandağ’daki Titus Tünelinin ne durumda olduğu. Benim gibi düşünen birçok kişi olduğunu anlıyorum, zira bugün sosyal medyada Cendere köprüsünün sağlam kaldığına dair bir paylaşım gördüm.

Ben yeryüzündeki kollektif bilince çok inanırım; çok açık bir örnek vereyim, Anadolu’da köyleri gezin, köylülerin höyük dedikleri her tepe höyüktür. Adamlar Viranşehir demişler, İsmet İnönü bu kadar güzel yerin adı bundan sonra Doğanşehir olsun demiş; resmi evrakta öyle ama halka sorsan viran şehirdi, şimdi gene viran oldu. Bir cadde üzerinde çok derin bir çukur açıldı, caddenin adı ne dersiniz; Derin Çukur caddesi. Demek ki orada gerçekten derin bir çukur varmış, zamanla dolmuş ya da doldurulmuş.

Eski tarihçiler bu bölgelerin büyük, çok büyük depremlerini kayda geçmişler. Fay hatları biliniyor. Bölge insanının ortak bilincinde viran olan alanların izleri olduğu gibi duruyor. Bölge sadece ülkemiz için değil insanlık tarihinin geçmişi için de çok önemli bir bölgedir.

Ne yazık ki bölge çok ciddi bir deprem fırtınası yaşadı, şehirler yok oldu, coğrafyası değişti. Verilen resmi rakamlara göre şu anda bile can kaybı sayısı Kurtuluş Savaşındaki kayıpları aştı. Bundan sonra elbette yapılacak çok şey var. En çok da bu deprem sırasında kendiliğinden oluşan toplumsal uzlaşının devam etmesine ihtiyaç var.

KİTAP DEĞİŞTOKUŞU, BU ARALAR OKUDUĞUM KONULAR, KAR KIŞ, DEPREM; AH İNSANOĞLU

Her zaman söylediğim bir lafım vardı; ne zaman ölürsem öleyim arkamda yarım bıraktığım birkaç elişi ve birkaç kitap olacak. Çünkü her daim elimde birkaç farklı elişi ve okumakta olduğum birkaç kitap vardı. Son yıllarda ise bazen elişi yapmaya meraklı oluyorum, bazen de kitap okumaya; yani artık arkamda bırakacağım yarım şeyler ne zaman öleceğime bağlı.

Okuma şeklim oldum olası şu şekildedir; eskiden elimde mutlaka tıbbi bir konu ya da konular olurdu, yani her an mesleki birkaç adet makale, kitaplar, kafam şişmesin diye de yanında mutlaka roman, şiir ya da o sıralarda merak duyduğum bir konuya ait kitaplar okurdum. Evdeki ve hastanedeki çalışma masalarım, yatağımın komodininin üzeri, TV izlediğim koltuğun kenar sehpası, hatta mutfak masam her zaman kitaplarla dolu olurdu.

Merak ettiğim bir konu varsa o konu ile ilgili birçok kitabı peş peşe okumayı, böylece konu hakkında daha geniş bir bakış açısından fikir sahibi olmayı severim. Bir de güzelleme (yıkama yağlama) maksadıyla yazılmamış biyografileri veya anıları çok severim, hele de anılarını yazan kişiler belli bir dönemi, coğrafyayı, olayı güzel yansıtmışlarsa, hele ki bu anlattığı konular da benim ilgi alanımdaysa artık tadından yenmez. Bu nedenle Amin Malouf’un kitaplarını çok severim, bütün söylediklerimi içeriyorlar, en son fütüristik bir romanını okudum, arkadaşlarım bayıldı, ben ikrah ettim.

İlginçtir kitap okumayı böyle sevdiğim için olacak, ‘Son İmparator’ filmi hariç, kitabını okuduğum bir filmi asla kitabı kadar sevemedim (kitap film izledikten sonra okunsa bile, filmini izleyip de bir türlü okuyamadığım kitap ise ‘Yüzüklerin Efendisi’, ama onu günün birinde okuyacağıma inanıyorum).

Casusluk, macera, cinayet romanlarını ve filmlerini de özellikle severim. Bazen acaba içimde gizli kalmış, rasyonalize ettiğim bir seri katil mi saklıyorum diye düşünmüyor değilim. Bu tür kitapları okumaya başladım mı uykuyu filan unutup kitabı bitirmeden bırakamazdım, ne zaman ki yakın gözlüğü takmaya başladım, yatarken gözlük sapları kulaklarımı rahatsız etmeye başladı, yatarak kitap okuma keyfim eksildi, şimdi o tür kitapları da birkaç günde bitiriyorum. Bu türden yazan bazı yazarların okumadığım kitabı kalmamıştır diye düşünüyorum.

İlgi duyduğum ve etraflıca okuduğum birkaç ‘çerçeve dışı’ konum da vardır. Yeri geldikçe bunları da paylaşırım.

Şu sıralar etrafımda oldukça yeterli kütüphaneleri olan ve kitap değiş tokuşu yaptığım birkaç arkadaşım var.

Okuduğum konulardan biri az bilinen bazı dinlerin tarihçeleri ve bir de çok çeşitli savaşlarda, dünyanın birçok ülkesinde esir hayatı yaşamış Türkler. Her iki konuda da insanoğlunun inanılmaz vahşetini iliklerine kadar hissediyorsun.

Tam bu konuları okurken gece yatmadan önce içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı, nereye koyacağımı, nasıl anlatacağımı bilmediğim bir duygu vardı, gece inşallah bu soğukta deprem olmaz diye dua ederek uyudum. Sabah deprem haberi ile uyandık, ilk andan itibaren bunun Gölcük depreminden daha büyük bir deprem olduğunu anladım, meğer şu ana kadar ülkemizde bilinen en karmaşık deprem sağanağı imiş.

Gene insanoğlu devrede; kimine bakıyorsun yardım için çırpınıyor, kimine bakıyorsun hemen fırsat bu fırsat demiş. Bu gibi durumlar insanoğlunun fıtratını gözlemek için eşsiz zamanlar. Gene marketleri yağmalayan, battaniye fiyatlarını artıran insanlar ifşa edildiler,  beddua aldılar da büyük sorumlular hiç akla gelmedi. Bir türlü akıl sır erdiremedim; ülkenin toprakları fay hatlarının üzerinde, kıta sahanlarının çarpıştığı yerde; nasıl olur da inşaatlar yapılırken bu gerçek hiç göz önüne alınmaz? Nasıl olur da bu kadar tedbirsiz olunur?

Bu arada depremin ABD’nin elinde olan Haars teknolojisi ile yapıldığına dair bir sürü komplo teorisi var. ABD’ye ait savaş gemileri Türkiye’ye gelmiş (99 depreminde de gelmişler), son zamanlarda birçok ülkeden Türkiye’deki vatandaşlarına dikkatli olmaları hatta ülkeyi terk etmeleri çağrıları gelmiş. Öte yandan bilim insanları bu kadar güzü ortaya çıkartacak tabiatın kendinden başka kimse olamaz diyor.

Bir de aklımda deli dolu sorular; acaba dünyada depremleri önceden fark edebilen teknoloji var da bizlerden mi gizleniyor? Eğer böyleyse bu da çok büyük bir zalimlik değil midir?

Bu dünya hayatının en zor kısmı çok değişik nefis seviyesinde varlıklarla eş zamanlı, eş mekanlı yaşamaktır. Nokta.

Dünya gezegeni kendi yaşam sürecinde kabuğunda oluşması gereken değişimleri yaşıyor, biz üzerinde yer tutan yaratıklarız sadece.

FRANSIZLARIN MEŞHUR SOĞAN ÇORBASINDAN YAPTIM, GÜZEL DE OLDU; RESİM ÇEKMEYİ BECEREMEDİM AMA ÇOK DAHA FAZLASINI YAPTIM, ÇORBANIN ARTA KALANINI MERCİMEK YEMEĞİNE DÖNÜŞTÜRDÜM.

AGeçen yıl bahçeye diktiğim soğanların çoğu ziyan oldu. Bir kısmını köstebek yedi, geri kalanların çoğu da her ne hikmetse oldukça küçük boyda idiler. Ben de bir sürü soğanı öylece bahçe odasında unutmuşum, geçen gün görünce aklıma geldiler. Kendim üretmeye başladıktan sonra her şeyin değerini çok daha iyi anladım, normalde hepsini atacağım soğanlardan Fransız usulü bir çorba yapmayı kafama koydum.  Çok uzun yıllar önce Paris’te bir kez içmiştim, bizim damak zevkimize çok uygun bir çorbadır, evde de yaparım diye düşünmüştüm ama sonra ne kendim yaptım ne de dışarıda yedim. Kısmet bu güneymiş, ama artık yaparım herhalde. Tabii önce kısa bir internet taraması yaptım, Ardanın tarifi çok aklıma yattı, ufak değişikliklerle onun tarifini uyguladım.

İÇİNDEKİLER

Kişi başı 1 adet iri boy soğan

Tereyağı, zeytinyağı

Et suyu

Tuz, şeker, karabiber, acı biber

Kişi başı bir dilim bayat ekmek

Kaşar peyniri

YAPILIŞI

Soğanlar ince, ay şeklinde doğranır. Soğanlar derin bir tencereye alınır, tuz ve bir soğan için bir çay kaşığından az şeker katılarak, çok az zeytinyağı (isteyen daha az kokulu sıvı bir yağ da kullanabilir) ile sotelenir. Soğanlar hafif renk değiştirince tencerenin kapağı kapatılarak kısık ateşte, soğanlar suyunu salana kadar pişirilir. Soğanlar yumuşayınca içine et suyu katılır. Bende evde yapılmış kemik suyu vardı onu kattım, hazır olanlar da kullanılabilir. Bir taşım kaynayınca çorba kısmı tamamdır, tadına bakılarak tuzu ve baharatları ayarlanır. Et suyunun yağı az ise bir miktar tereyağı eklenebilir, ben eklemedim.

Bir dilim bayat ekmek fırında kızartılır, üzerine biraz kaşar rendesi koyularak, peynir eriyip, renk alana kadar biraz daha fırınlanır.

Çorba derin bir kasede, üzerinde kaşarlı ekmek ile servis edilir.

Çorbayı çok iyi yaptım da çektiğim resimler berbat olmuş, çorbanın tenceredeki pişmiş halinin resmi birazcık fena sayılmaz, onu paylaşacağım. Bu da bana ders oldu, bir daha paylaşacağım yemeğin resimlerini kontrol etmeden yemeği bitirmeyeceğim.

ARTAKALAN ÇORBASI

Soğan çorbasından 1,5 kase kadar arttı, ben de bir miktar yeşil mercimek haşladım. Yarı haşlanmış mercimeği, bir miktar erişteyi katıp, bütün malzemeler pişene kadar pişirdim. Bu yeni yemeği yaparken biraz yağ ve tuz ekledim, yemeğin suyu yeterli geldi.

Show Buttons
Hide Buttons