Category Archives: Meslek anıları

ZİNCİRDEN BOŞALMIŞ GİBİ KORONADAN BOŞALDIK, BU SEFER DE ENDOKRİN EKİBİYLE BERABERDİM, BİRAZ PEDİATRİK ENDOKRİN TARİHÇESİ ANLATACAĞIM

Geçen hafta tam 7 yıl üzerine bizim pediatrik endokrin ekibi ile ulusal kongreye katıldım. Bizden büyük hocaların maalesef bir kısmını kaybettik, bazıları da sağlık sorunları nedeniyle katılamıyorlar, sonuç olarak en eski hoca gurubunun içindeyim. Zaten ben bu ekibin henüz 15-20 kişi olduğu zamanlardan beri birlikteyim, toplantılarda 35 kişi olduğumuzda artık çok kalabalık olduk diye düşündüğümüz günleri hatırlıyorum, şimdi ise sayı 400’e yaklaşmış.  Bilimsel program oldukça iyiydi, otelin rutin programı dışında yok gala, yok bilmem ne, ayrıca masraf yapılmamış olmasını da beğendim, ancak otelin her şey dahil, yanında golf sahası olan bu kadar lüks bir otelde olması gerekli miydi, doğrusu çok şüphelerim var.

Geriye dönüp bakınca bayağı tarih olmuşum. Ben Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezunum ve ihtisasımı da Hacettepe’de yaptım. Bu eğitim kurumları insanlık tarihinden beri orada imişler gibi gelse de Hacettepe, Ankara Üniversitesinin bünyesinden çıkmış görece yeni bir üniversitedir.  Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın yenilikçi vizyonu sayesinde Ankara Üniversitesinde ihtisas alan bazı doktorlar, ABD’lerine üst ihtisas için gönderilmiş, yurda döndüklerinde ise yepyeni bir ruhla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinin çekirdeğini meydana getirmişlerdir. Çocukluk anılarımda annemin ABD’lerinde bulunan rahmetli dayım ve yengeme (Hasan ve Ferzan Telatar) yazdığı mektuplar (daha sonra okuma fırsatı da buldum) belirgin yer tutar. Hacettepe ilk kurulduğu zaman tıp tahsili ve hasta yaklaşımına yepyeni bir yaklaşım getirdiği için oldukça ses getirmişti.

İlk öğrencilerini 1963 yılında almış (ben 5 yaşındayken) ve ilk mezunlarını da 1969 yılında vermiştir. Ben 1981 mezunu olduğuma göre 13üncü dönem mezunuyum, yani aslında yepyeni ama eğitimi çok sağlam temellere oturmuş bir dönemde mezun oldum. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisasımı da 1982-1986 yılları arasında yaptım. Bizim zamanımızda Hacettepe dahiliye ve pediatri bölümlerinde her türlü yan dal departmanı vardı, ancak henüz resmi olarak yandal ihtisası olmadığı için hocalarımızın hepsi yurt dışından ihtisas almış ya da konu hakkında uzun deneyimler edinmiş hocalardı.

Benim yengem de dahiliyede endokrinci olduğu için öğrenciliğimde ona mahcup olmamak için zor anlaşılan ve zor not alınan bu branşa inanılmaz derecede çalışmış ve mekanizmaları çok güzel anlamıştım, sınıfta (400 civarında öğrenci) en yüksek notu (A) alan 5 kişiden biriydim. Daha sonra da bu mekanizmaları hiç unutmadım, endokrin bana hep çok kolay geldi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisası yaparken, hocam benim çalışmamı çok beğenmişti ve kendisi de o dönemde yalnızdı. Hal böyle olunca ben dört yıllık ihtisas süremin aralıklarla en az bir buçuk yılında Endokrin departmanında çalıştım.

Ben uzman olduğum zaman henüz yandal ihtisası diye bir kavram yoktu ve uzman olur olmaz da hemen mecburi hizmete gidiyorduk. Ben de mecburi hizmet yapıp KTÜ’de yardımcı doçent olduğum sıralarda yavaş yavaş yandal işleri başladı. İlk dönemlerde hocaların tercih ettikleri öğrenciler alınırken zaman içerisinde (yanılmıyorsam 2001’de TUS başladı, bundan 8-10 yıl sonra da YUS) merkezi sınavlar başladı.

Benim mezun olduğum zamanlarda her ne hikmetse özellikle de pediatrik endokrin doktorların pek sevmedikleri hatta bulaşmak istemedikleri bir konuydu. Mecburi hizmette benden başka endokrin seven kimse olmadığı için dahiliyenin endokrin hastalarını da bana konsülte ederlerdi. KTÜ’ye başladığım sırada daha önce orada bulunan ve ülkedeki pediatrik endokrin duayenlerinden biri olan Tahsin hocamız henüz ayrılmıştı. Böylece KTÜ’de belli bir pediatrik endokrin hasta potansiyeli zaten vardı ve hiç de sürpriz olmayarak endokrin hastalar bana miras kaldılar.

Yani aslında ben endokrini seçmedim endokrin beni seçti. Hiç unutmuyorum doksanlı yıllarda ilk kez pediatrik endokrin gurubu olarak toplanmaya başladığımızda bizden önceki nesil hocalarımızla birlikte topu toplamı 15-20 kişi toplanıyorduk. Ne zaman ki 35 kişi olduk, kendimize bir hayli kalabalık geldik ve yanılmıyorsam 1995 yılında 50-60 kişiyle ilk Ulusal Pediatrik Endokrin Kongresini (UPEK) yaptık. Yedinci kongreyi 2002 yılında KTÜ’de yapmak üzere ben üstlenmiştim.

Nasıl bir tarih yazdığımın anlaşılması için şu kadarını söyleyeyim, bu tarihten sadece birkaç yıl önce Milli Pediatri kongresini yapmıştık, o zaman kongreyi organize edecek bir turizm firması bile bulamamıştık. UPEK yaparken ise hem Trabzon’da iyi bir otel hem de kongrenin turistik kısmını üstlenecek firma vardı. Ben de daha önceki kongreden bilimsel program yapma konusunda oldukça tecrübe kazanmıştım.

Benim düzenlediğim UPEK’te sanırım 150 civarında katılımcı vardı ve kongreyi Zorlu Otelde yapmıştım.

O tarihlerde; Pediatrik Endokrin camiasında uzmanlık belgesi açısından karmaşık bir durum söz konusuydu. Henüz kimse ihtisas yapmak için merkezi bir sınavla girmiyordu, ama resmen mevcut departmanlarda ihtisas yapan yeni uzmanlar vardı. Uzun zamandan beri endokrin departmanı yöneten ilk hocalardan bir kaçının resmi uzmanlık belgesi yoktu. Bu hocaların çoğu, kendi seçtikleri bir jüri oluşturup, sınava girdiler ve resmen uzman oldular.

Benim uzmanlık belgemi almam ise oldukça garip oldu. Kendim anabilim dalı başkanı olduktan sonra YÖK’e hastanemizin hasta potansiyelini ve mevcut imkanlarını bildiren dilekçeler yazdım ve yanılmıyorsam o sırada resmen tanımlanmış olan (mesela metabolizma, yoğun bakım, acil tanımlanmamıştı) 8-10 yandal departmanını YÖK’ün onayıyla resmen kurmuş oldum.

Yıllardan beri hastanemizde görev yapmakta olup da henüz resmen yandal uzmanı olmayan arkadaşlarımızı, ayrıca yeni gelen yardımcı doçentleri yandal ihtisası yapmak üzere gönderdim. Henüz o zaman sosyal ilişkiler sayesinde yandala başlandığı için çoğu yardımcı doçenti Hacettepe’ye gönderdim. Ben ise bir jüri oluşturup sınava girdim. Atatürk Üniversitesinde (yollarda git gel canım çıktı ama, çok değerli dostlar edindim) rotasyon yaptım, süre dolunca da kendi kendime bir tez yazıp, farklı bir jüri oluşturarak sınava girdim. Sonuç olarak bu ülkede benim gibi yıllardan beri endokrin hastalarına bakıp, tek bir sınavla uzman olmayan, aksine ciddi ciddi ihtisas süreci yaşayan, tez yazan muhtemelen tek örnek oldum. Bu işi de tam zamanında yapmışım zira birkaç ay sonra resmen uzman olmayan kişilerden büyüme hormonu reçetesi yazma yetkisini kaldırdılar.

Ben UPEK yaptığım sırada yanılmıyorsam ya yeni uzman olmuştum, ya da hemen arkasından sınava girdim, tam emin değilim.

Bu yıl 26’ıncı ulusal pediatrik endokrin kongresi yapıldı, ilk kongreden beri katılırım, ama emekli olduktan sonra ilk kez katılıyorum. Toplamda 400 civarında uzman ya da yandal asistanı var, bu yıl 50 kişiye yakın hekim yandala alınmış (bence gereksiz bir sayı) . Gençleri elbette tanımıyorum. Bizden yaşlı hoca kalmamış ya vefat ya da sağlık sorunları nedeniyle aramızda olamadılar. Benden daha yaşlı sadece birkaç hoca toplantıya katılmıştı, artık iyice yaşlanmışız.

Geçen yazılarda birinde insanın çoklu sürü hayvanı olduğunu söylemiştim. Pediatrik endokrin sürümle de 7 yıl sonra bir araya geldim. Bireylerde bir hayli değişiklik olmuşsa da sürü aynı sürü.

KOngre duyuruları toplu halde
Otelden denize doğru
ZERRİN CİĞİMLE

OLMAZ OLMAZ DEMEYİN, OLMAZ OLMAZ

Gece en az 20 yıl öncesindeki bir hasta rüyama girdi. KTÜ’deki ilk yıllarımdı. Sabah saatlerinde gece acile gelip de hastaneye yatan hastalarımızı tartıştığımız bir toplantı yapardık. Böylece saat 11deki konsültan vizitine kadar asistan arkadaşlarımız gereken tetkikleri yapmak için fırsat bulurdu.

Bir nöbette menenjitli 10 yaş civarında bir erkek çocuk yatırmışlardı. Hasta ilgimi çekti çünkü alınan beyin omurilik sıvısında aşırı derecede iltihap hücresi vardı. Bir başka dikkat çeken şey de; 2 gün önce çocuğun kafasından yaralandığını söylemeleriydi. Bu kafa yarası da çok dikkat çekiciydi; hastamız, arkadaşlarıyla, zıpkınla balık tutmaya gitmiş, nasıl olduysa zıpkın çocuğun başına batmış, hastaneye götürülmüş, önemli bir şey bulunamamış, pansuman yapılıp eve gönderilmiş. Gerçekten bizim arkadaşlar da kafada bir yara izi bulamamışlar, ancak aile bu hikayede ısrarlı olduğu için dosyaya kayıt etmişlerdi.

O zamanlar henüz MR yokru, BT ise sadece menenjitli vakalarda rutin bir uygulama değildi.

Bu hastanın yüzünde belirgin bir yara izi olmamasına rağmen,  iltihap hücreleri aşırı derecede olmasından kuşkulanmış ve BT çekilmesini istemiştim. İnanılır gibi değil ama 15 santim uzunluğunda en kalın yeri 2 santimden geniş, iğ şeklinde kurşun materyal (zıpkın ucu imiş) çocuğun kafatasının içinde her iki beyin lobunun tam ortasındaki kör alanda boylu boyunca uzanıyordu.

Kocaman kurşun parçası çocuğun burun deliğinden girmiş, burun tavanını parçalayarak boylu boyunca beynin ortasındaki boşluktan, her iki beyin lobunu yanlara doğru ayırarak içeri girmiş, böylece dışarıdan görünen bir yarası olmadan istesen yerleştiremeyeceğin kadar düzgün bir şekilde kafaya saplanmış.

Tabii vücut yabancı cismi olduğu yerde tutmaz, atmak için hemen iltihap oluşturur. Çocukta da olan buydu, eğer BT çektirmemiş olsaydık, yabancı cismi beyin cerrahları ameliyatla çıkartmasaydı, bu menenjiti asla tedavi edemezdik ve çocuğu kaybederdik.

Bu hasta aklıma gelince başka bir sürü yabancı cisim daha hatırladım. Mesela daha asistanken hafta sonu acilde çalışırken ergen yaşta bir erkek çocuk tükenmez kalem kapağı yutma şikayeti ile getirildi. Hastanın muayenesi ve akciğer filmi tamamen normaldi. Aileye dışkıda yabancı cisim takibi önerdim, hiç ihtimal vermemekle birlikte (çocuk hiç öksürmemişti, nefes borusuna kaçırdığını düşünmüyordu) gene de öksürük ya da ateş gibi bir şey olursa hiç beklemeden getirmelerini söylemiştim. Tesadüf bu ya o ay adolesan polikliniğinde çalışıyordum ve 2 gün geçmeden aynı çocuk, ateşli bir halde karşımdaydı, ve hala hiçbir solunum şikayeti belirtmiyordu. Tabii ki muayenede solunum sesleri bozulmuş, filmde ise sağ alt akciğer lobu tamamen kapalıydı. Aileye durumu daha önce izah etmiş olduğum için, bronkoskopiye hemen müsaade ettiler.

Bu hastayı da hiç unutmadım; koskoca tükenmez kalem kapağı çocuğun tam da ana soluk borusunun iki akciğere ayrıldığı noktaya yerleşmişti. Sağ ana bronşu tamamen tıkamıştı, kapağın ucu da diğer ana bronşu yarım olarak tıkıyordu. Bu kadar büyük bir yabancı cismin akciğere kaçabileceğini böylece öğrenmiş oldum ve daha sonra yıllar içinde bu şekilde 2 vakaya daha şahit oldum.

Tedaviye rağmen düzelmeyen lober ya da lobuler pnomoni saptadınız, akciğerin diğer alanları temiz görünüyorsa ve hastanın hikayesi de ani başlangıçlıysa mutlaka bronkoskopi yaptırın. En çok da sağ alt lopta görülüyor. Bu sözlerim genç meslektaşlarıma öğüt olsun. Akciğerde tükenmez kalem ucu, kolonya şişesinin tıpası, bütün fındık, ay çekirdeği kabuğu, ambalaj kağıdı ve daha neler bulunduğuna şahit oldum, bilseniz.

Bir başka yabancı cisim hikayesi de küçük kız çocuklarında vajina içerisinde tuvalet kağıdı topağı bulunmasıdır. Hastayı bana genellikle erken ergenlik kuşkusuyla getirirlerdi, ancak ergenliğe dair tek şikayet vajinal kanama olurdu. Onu da ciddi sorgulayınca kanamadan ziyade iltihap olduğu anlaşılırdı. Bu vakadan da bir çok gördüm, yalnız bir kere oldukça ufak bir kızın vajeninden saç tokası çıkmıştı. Bu vakada istismar yönünde bir bulguya da rastlayamamıştık.

Birkaç hastada da dış kulak yolunda kulak çubuğu pamuğu, birinde ölü bir böcek, bir diğerinde ambalaj kağıdı buldum. Elbette bu vakalarda yabancı cisimler, aşırı büyük kulak kirinin arasından eğer ararsanız, çıkıyorlar.

Yemek ve sindirim borusundaki çengelli iğne, toplu iğne, kemik, para, misket, oyuncak parçalarını saymıyorum bile. Zaten bunların çoğunu çocuk cerrahları takip ediyordu.

Bütün bu yabancı cisimlerin en önemli özelliği, eğer metal değilse normal röntgende herhangi bir şey görülmemesi. Dolayısıyla burada hikaye almanın önemi ortaya çıkıyor.

Ve herhangi bir şey bulamasanız da aileye her ihtimali anlatmanız ve gözlem yapmasını istemeniz gerekiyor.

İlk anlattığım hastada aileye eğer akciğerine kaçtıysa neler olacağını çok ayrıntılı anlatmıştım. Sonradan aile bana eğer bizi bu kadar net uyarmamış olsaydınız, ateşlendiği zaman artık hafta içi olduğu için kendi doktoruna giderdik ve bu kalem kapağı hikayesini (muhtemelen yuttu diye) doktora söylemeyi aklımıza bile getirmezdik demişlerdi. Çünkü aile de çocuk da kapağı yuttuğunu düşünüyordu, midesi falan delinir mi endişesiyle gelmişlerdi. Kalem kapağının akciğerine kaçmış olabileceğini söylediğimde içlerinden benimle alay etmişler.

Çok açık bir şekilde eğer öksürmeye başlarsa, ateşlenirse mutlaka doktora gidin ve akciğerine yabancı cisim kaçırdığından kuşkulandığınızı anlatın diye defalarca tembihlemiştim. Hatta bronkoskopi (akciğer endoskopisi)  seçeneğinden bile söz etmişim. Çok kısa bir süre sonra çocuk ateşlenince doktor hanımın bir bildiği vardı ki bizi bu kadar ısrarla uyardı diye düşünmüşler, Hacettepe’ye bronkoskopi için gelmişler.

Bizim meslekte, her boyayı boyayacaksın; hafiyelik de yapacaksın, öğretmenlik de ve daha bir çok şey.

TABİİ HERŞEYİ DOZUNDA YAPACAKSIN.

BUNDAN SONRA ADIM ŞERLOK AYŞENUR OLARAK ANILSIN!!!

Sokağa çıkma yasaklarının başlamasının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Doğal olarak geçtiğimiz yıl boyunca hayatlarımız pek macera yaşamaya uygun değildi. Ancak geçenlerde, ilginç bir hafiyelik macerasıyla geçen, heyecan ve aksiyon dolu, farklı bir gün yaşamayı başardım.

Güneş teyzemin rahmetli eşi Nasuh eniştemin ailesinin, Romanya’nın Dobruca bölgesinden göçmen gelmiş ve Lapseki’ye yerleşmiş olduklarını bütün hayatım boyunca biliyordum. Çünkü enişte, bizim aileye ben daha birkaç aylık bebekken girmişti. Göç ettikleri zaman kendisi 10 yaşındaymış, her şeyi hatırlıyordu, özellikle Tuna Nehrinin kış aylarında donduğunu ve üzerinde kaydıklarını hasretle anlatışı hala kulaklarımdadır. Aktaş olan soyadını mahkeme kararıyla ‘Dobrucalı’ olarak değiştirdiğini ise çok daha sonra öğrendim.

Lapseki’yi de çok severdi ve her yıl mutlaka birkaç hafta Lapseki’de yaşayan kız kardeşlerini ziyaret ederdi. Hatta baypas ameliyatı olacağı zaman, kendine Lapseki’de bir mezar yeri almıştı.

Ben bildim bileli her zaman sonradan metabolik sendrom olduğuna karar verdiğim hastalıkları vardı. Diabet hariç metabolik sendromun bütün belirti ve hastalıklarını yaşadı. Aşırı kilolu olmadığı halde, safra taşı, gut, koroner kalp hastalığı, dislipidemi ve son yıllarında da tekrarlayan felçler geçirdi.  

Çanakkale’de yerleştikten sonra bu şehrin tarihinde mübadelenin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu anladım; tanıştığım ve buranın yerlisi olan hemen her ailenin tarihinde göçmenlik var.

Eniştemin ailesi de Dobruca bölgesinden göçmen gelmişler. Köyleri Tuna nehri kıyılarında, Tutrakan denilen bir bölgede bulunuyor. Bu bölge tam  sınırda olduğundan birkaç kez Romanya ile Bulgaristan arasında el değiştirmiş, son olarak Bulgaristan sınırları içerisinde kalmış. Yani eniştem Romanya’da doğduğu halde eğer Türkiye’ye göçmemiş olsalardı, Bulgaristan vatandaşı olarak yaşayacaktı.

Eniştemiz, işine çok bağlı ve çok disiplinli bir hakimdi. Gezmeyi, yemeyi ve hayatı da çok severdi ancak bütün enerjisini işinden aldığı için sanırım, emekli olduğu sene sağlığı çok kısa sürede iyice bozuldu.

Emekli olup da sağlığı iyice bozulunca artık ölmeden önce doğduğu yerleri tekrar görmeyi her zamankinden çok istiyordu. Neyse ki doğduğu toprakları bir kez daha görebildi, bu gidişinde benim da katkım olduğu için çok memnunum.

Hastaneye yatışlarından birinde eniştemi, Bulgaristan uyruklu 2 kız öğrencimle tanıştırmıştım. Sadece onlarla tanışmak bile eniştemi çok heyecanlandırmıştı. Sonra bu öğrencilerden birinin babası enişteme davet mektubu göndermiş, böylece vize almış ve öğrencimle birlikte Bulgaristan’a gitmiş, doğduğu toprakları ziyaret etmişti. Geri döndüğü zaman son derece mutluydu. Doğduğu köyde artık kimse yaşamıyordu ve evleri de yıkılmıştı, ancak çevrede bir hayli yeri hatırlamış ve çocukluğunun anılarını canlandırabilmişti.

Geçen gün kızı Sibel’in, bazı işlemler için babasının doğduğu köyün adına ihtiyacı olmuştu. Soy kütüğünü aramış, ailenin tarihi göçmen belgesine ulaştığı halde babasının doğduğu köyün adına ulaşamamıştı.

Bana babasını Bulgaristan’a götüren öğrencilerin köyün adını bileceğini, o çocukları bulmak istediğini söyledi. Ben de isimleri hatırlamadığımı ancak öğrenci işlerinden yabancı uyruklu öğrencilerin listesinin bulunabileceğini söyledim. Bundan sonra Orhan (Sibel’in eşi, KTÜ’de halen öğretim üyesi) öğrenci işlerine gitti ama sekreterler bu kadar az bilgiyle kızların bulunamayacağını söylemişler.

Bundan sonra, Sibel, sen burada olacaktın ki diyerek bana damardan gaz verdiği için, benim hafiyelik mesaim başladı.

Eğitim komisyonunda uzun yıllar çalıştığım ve hatta yabancı uyruklu öğrencilerin yatay geçişlerini birkaç yıl ben yaptığım için, Makedonya’dan, Pakistan’dan bile öğrencilerimiz olduğunu, ancak Bulgaristan uyruklu çok fazla öğrencimiz olmadığını biliyordum.

Orhan sekreterlerden olumlu bir sonuç alamayınca, watsap guruplarımdaki arkadaşlarıma kimden yardım isteyebileceğimi sordum. Çünkü arkadaşlarımın çoğu da benim gibi eğitimle çok ilgilidir. Biri üniversitenin öğrenci işleri başkanına sormamı istedi. Bu fikir daha önce neden aklıma gelmemişti bilmiyorum ama duyunca çok aklıma yattı.

KTÜ’nün öğrenci işleri başkanı benim liseden yakın bir arkadaşım, Gülay’ın kocası, üstelik de hemşerimdir. Gülay, sadece lise arkadaşım değildir, ben Hacettepe tıpta okurken eş zamanlı olarak, aynı kampüste,  hemşirelikte okudu, sonra da KTÜ’de anatomide öğretim üyesi oldu, yani arkadaşlığımız çok uzun yıllara dayanır. Çocukları küçükken onların hastalıklarında, şimdi torunuyla ilgili bir problem olunca beni arar.

Başka bir ortak noktamız da Eren’imiz. Daha önceki bir yazımda Eren’in ailesine kavuşması sürecindeki rolümü anlatmıştım. İşte bu aile Gülay’ın lojmanda kapı komşusuydu. Eren de Gülay’la Adnan’ın ilk torunları sayılır, ortak bir torunumuz var desem yalan olmaz.

Sonuç olarak, Adnan Beyin, benim ricamı kırmayacağını ve kendi işinden bile daha önde tutacağını biliyordum. Tabii ki, inceleyeceği listeleri kısıtlayabilmek için, eniştemin yatış yılını tahmin etmeye çalıştım. Eniştem de o kadar çok hastanede yatmış ki, dosyasını çıkartsak bile hangi yatışında kızlarla tanıştırdığımı bulmak çok kolay olmayacaktı.

Zora girince, benim biraz aykırı bir işleyişi olan hafızam iş başı yaptı, aklıma bazı görseller doluştu. Eniştenin o yatışında, Ege’nin dedesine yaptığı bir resmi hastane odasına astığımızı hatırladım. Henüz okula gitmediği için resmi çizmiş ve dedesine yazmak istediği mesajı aklını kullanarak yazmıştı. Okuma yazma bilmediği için de yazmak istediklerini bakıcısı Dilek’e söyleyip önce ona yazdırmış, sonra da yazılanlara bakarak mesajını kendi eliyle yazmayı başarmıştı.

Enişte, o kadar çok hastaneye yatmıştı ki ancak bu resmi hatırlayınca Ege’nin kaç yaşında olabileceğinden yola çıktım. Sonra söz konusu  öğrencilerin o tarihte pediatri stajından geçmiş oldukları için, dönem 4, 5 ya da 6’da olması gerektiğini düşünerek, araştıracağımız tarihi birkaç yıllık bir zaman dilimine indirgeyebildim. Böylece, Adnan Beye kabaca 3-4 yıllık bir zaman dilimi verdim.  

Bundan sonra işler çorap söküğü gibi geldi, sadece yarım saat sonra aradığım 2 öğrencinin isimleri, kimlik numaralarını, resimlerini ve mezuniyet yıllarını bana ulaştırdı. Hemen şimdiki telefon numaralarına ulaşabilmek için mezun oldukları yılın öğrenci listesini istedim.

Bir yandan da KTÜ’deki öğretim üyesi olan arkadaşlardan o yılın mezunu olan birilerini bulmalarını istedim. Bizim pediatride bile o yılın bir mezunu varmış, hemen onunla telefonlaştım, tanıdığı bir Bulgaristanlı öğrenci vardı, onların hepsi birbirini tanır, ben ondan araştırır size dönerim dedi. Ancak buna hiç gerek kalmadı.

İki saat içinde 2005 yılının mezun listesi de elime ulaştı. Büyük ihtimalle o yılın mezunlarından tanıdığım birilerini daha bulur, sınıf arkadaşlarını sorar, illa ki kızları tanıyan birine, oradan da kızlara ulaşırım diye düşündüm. Listeye bakar bakmaz çok iyi tanıdığım bir öğrencimin adı gözüme çarptı. Dila, muhtar diye tabir edilen öğrenciler vardır ya hani bütün arkadaşlarını tanıyan, herkesin yerini yurdunu bilen, işte onlardandır. Listede Dila’nın adını görünce kızların nerede olduğunu kesin bilir, en azından okuldayken kimlerle arkadaş olduklarını bana söyleyebilir böylece biraz yol almış olurum diyerek, hemen onu aradım.

Dila’ya ‘sizin sınıfta Bulgaristan uyruklu iki kız öğrenci vardı, onlara ulaşmam lazım’ der demez ‘evet Aylin ve Hatice, bende telefon numaraları var’ dedi. İnanılır gibi değil ama Hatice zaten Dilayla, aynı iş yerinde, diğeri ise İstanbul’da çalışıyordu. Her ikisi de Türkiye’de kalmışlar ve evlenmişlerdi. Eniştemi Bulgaristan’a götüren İstanbul’da çalışan Aylin’di. Hemen telefon numarasını da gönderdi ve böylece toplamda 3-4 saatin içerisinde Aylin’le konuşup, eniştemin doğduğu köyün adına ulaştım.

Pojarevo imiş. Bundan sonra Sibel, ailesi Bulgaristan göçmeni olan bir arkadaşına sorarak, köyün adının birkaç kez değiştirildiğini sonra da köyün tamamen kaldırıldığını öğrendi. Ama bu kadar bilgi ona yetecek.

Hem bir birinin aynısı geçen günler içinde oldukça heyecanlı bir gün yaşamış oldum, hem de bir türlü bulunamayan bilgiye birkaç saat içerisinde ulaşınca kendimi bayağı havalı hissettim. Bu öğrencileri bulabileceğime dair, (Sibel hariç ve tabii ben) kimsede pek umut yoktu.

Dedesinin köyünü bulduktan sonra, Nil’e avukatlık bürolarında dedektife ihtiyaçları varsa iş tekliflerine açık olduğumu söyledim.

Evet şansım çok yaver gitti ama, birkaç kez ülke ve isim değiştirmiş ve sonunda yeryüzünden silinmiş bir köyün adını birkaç saatte bulmuş oldum. Daha ne olsun?

ZİHNİ DİNGİNLEŞTİRMEK, SADECE RUH SAĞLIĞININ DEĞİL, GÜNLÜK HAYATTA ZAMAN YÖNETİMİ VE BAŞARININ DA ÖN KOŞULUDUR.

Doğu felsefesinde insanın sağlıklı olabilmesi için, ruh, beden ve zihin dengede olmalıdır. Bu betimlemedeki zihin kelimesinin anlamı herkese göre bir miktar değişmekle birlikte oldukça belirsizdir. Zihin, akıl ve zeka birbirleriyle çok karışan ve günlük konuşmalarda eş anlamlı kullanılan kelimeler olmasına karşın aralarında anlam farkları vardır.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama, olaylar arasında bağlantı kurma, problem çözme, hatırlama yeteneklerinin tümüne birden verilen bir kavramdır. Akıl; eğitim ve deneyimle geliştirilebilir bir şeydir. Akılla ilgili söyleyebileceğim en doğru şey, herkesin sadece kendi aklını beğenmesidir.

Zeka ise gerçekleri kavrama, sonuç çıkarma, değişen durumlara ayak uydurma yeteneğidir. Genel olarak doğuştan gelen bir kapasitedir ve ölçülebilir bir şeydir. Ancak kişinin zekası, hayatın çeşitli mecralarında birbirine denk olmayabilir. Örneğin bir bilgisayar kurdu, sosyal ilişki kurma açışından son derece beceriksiz olabilir. Bu nedenle zeka tanımı sadece analitik zekayı kapsamaz, son dönemlerde sosyal zeka ve ruhsal zeka gibi farklı kavramlar geliştirilmiş ve analitik zeka kavramından bile daha önemli olduğu anlaşılmıştır.

Zihinden kasıt ise kabaca düşünce üretme kapasitesidir. Düşünce gücü olmasa, düşünemesek, insan uygarlığını kuramaz, bilim üretemez, sanat eserleri yapamazdık, gündelik hayatımızı planlayamazdık.

Ancak insan zihninin çok belirgin bir zayıf tarafı da vardır, çünkü zihin sadece bilinçli ve hedefi olan düşünceler üretmez. Arka planda, dur durak bilmeden, bir biriyle ilgisiz, amaçsız, daldan dala atlayan binlerce düşünce kaynaşır. Aslında insan çoğu kez, zihninden geçen düşünceler karmaşasında (kirliliğinde) ne yapacağını bilemez ve yenik düşmüş haldedir.

Üstelik bu tür düşünceler genellikle içinde yaşanılan anla da ilgili olmaz. Zihin sürekli olarak, ya geçmişte başına gelmiş bir haksızlık, söylenmiş bir sözle kurcalanır, ya da gelecekte ne olacağının ihtimalleri ile didiklenir durur.

Genellikle geçmişe dair düşünceler, yoksunluk, kızgınlık ve incinme duyguları taşırken, geleceğe dair düşünceler korku ve kaygı taşır. Hatta, uç seviyelerde, paranoya, takıntı, depresyon, fobi gibi gerçek dışı sanrılar, hastalıklar geliştirir.

Hastalık durumlarında tıbbi yardım almak şartken, gündelik düşünce kirliliğinden kurtulabilmek için kişisel gayret gerekir.

Yani zihin denetlenebilir bir şeydir ve denetlenmesi gereklidir.

Zihni boş düşüncelerden kurtarma yollarından en önemlerinden biri içinde bulunulan ana ve o anda olan şeye odaklanmaktır. Eğer şu anda yaptığın işe tamamen ona odaklanarak yapıyorsan zihin sadece odaklandığın konu ile ilgili düşünce üretiyor.

Eğer yaptığın işe odaklanmazsan, zihin oradan oraya savrulur, bir türlü yaptığın işi bitiremezsin. Bu sürede, yapmak zorunda olduğun işi de, yapmak istediğin işleri de yapamadığın için, işkence içerisinde uzun zamanlar harcamış olursun. Çünkü harcanmış her zaman uzundur. Oysa elindeki işe odaklansan, işini bitirince yapmak istediğin şeye de zamanın kalır.

Gün boyu, sürekli bir takım işlerle boğuşan ancak günün sonunda işlerini yetiştiremeyen bir sürü insan tanıyor olmalısınız. Sorumluluklarım gereğinden fazla, günler nasıl geçiyor anlayamıyorum, bana 24 saat yetmiyor diyen bu kişi siz de olabilirsiniz. Eğer bu sözlerin amacı işinize ne kadar bağlı olduğunuzu anlatmak ve karşınızdakine hava atmaksa, bunlar çok talihsiz seçilmiş sözler. Dünya nasıl olsa, sırf siz işinizi yetiştirin, hatırınız kırılmasın diye daha yavaş dönmeye başlamayacak. Hatta iddia ediyorum, eğer günler 30 saate çıksa bile, siz gene de işinizi bitiremeyeceksiniz.

Eğer işleriniz yetişmiyorsa bence ihtimaller şunlar; a) sevmediğiniz, yapmak istemediğiniz bir iş yapıyorsunuz, b) yeteneklerinizin, eğitiminizin, bilginizin üzerinde bir iş yapıyorsunuz, c) iş tanımınız, görev tanımınız yanlış, üzerinize fazla iş yükü aldınız, kendi göreviniz olmayan işler yapıyorsunuz.

En büyük olasılıkla da; d) zaman yönetimini iyi yapamıyorsunuz. Gündelik iş akışı sırasında yapmanız gerekenleri, alacakları süre açısından, aciliyet açısından ya da önem açısından gereken özende sıralamayı beceremiyorsunuz.

Ancak genel olarak işlerin bitmeme sebebi yeterince odaklanamamaktır.

Kendimden çok net bir örnek vereyim. Yıllar önce bir kongrede ön hipofiz embriyolojisi (anne karnındaki gelişimi anlatan bilim) anlatmam istenmişti. Bu konuyu layığıyla anlatabilmek için önce biraz yüz embriyolojisi okumaya karar verdim. Çünkü yıllardan beri konuya uzağım, terimler, kavramlar bana bir hayli yabancı kalmış. Çok güzel bir kaynak da buldum.

Kaynak 15 sayfa uzunluğundaydı, yani roman olsa en çok yarım saatte okuyabileceğim, iyice özümseyerek çalışmak için ise taş çatlasa 2 saatimi alacak bir metindi. Kongreye kadar yeterince vaktim olduğunu düşündüğüm için çalışma hayatım boyunca hiç düşmediğim bir hataya düştüm, bu metni hastanede fırsat buldukça yavaş yavaş okumaya karar verdim.

Metin çalışma masamın üzerinde, gözümün önünde üç hafta boyunca, anlaşılmaz bir şifre gibi durdu. Çünkü her okumaya kalkışımda daha birinci cümleyi bitiremeden, odaya biri girip bir şey sordu, telefon çaldı, aklım yatan bir hastaya gitti. Tam 3 hafta boyunca azimle okuma gayreti içinde oldum, ama nafile,  tek kelime bile anlayamadım.

Üç hafta sonra kısa süreli bir tatilim vardı, giderken belki okurum diye bu bukleti de yanıma almıştım. İnanılmaz bir şekilde uçaktayken, ilahi bir aydınlanma yaşar gibi, bir saat içerisinde bütün metni okuyup, tamamen kavradım. Uçaktan inerken hostes, bana merakla, o kadar hevesle ne okuduğumu sordu. İkram dağıtmak üzere yanıma geldiğini hiç fark etmemişim. Dalgıç gibi okuduğunuzun içine dalmıştınız dedi. Bu dalgıç gibi dalma sözünü hiç unutamadım.

Sadece odaklanmıştım. Hem de nasıl odaklanmışım ki o bir saatlik süre içerisinde zihnime hiçbir parazit düşünce sızamamış, böylece 3 haftanın yetmediği işi yapmaya 1 saat yetmişti.

Zihin sağlığı için ikinci önemli şey de çok sevdiğin bazı işleri yapmak ve dinlenmek için zaman ayırmaktır. Bağlama çalarak, bezik oynayarak, filim izleyerek, doğada yürüyerek ya da sevdiğin bir şey yaparak geçirilmiş zaman asla boşa geçirilmiş, harcanmış zaman değildir. Sevdiğin işi yaparken hem mutluluk hormonu salgılarsın hem odaklanmak için bilinçli çaba sarf etmen gerekmediği için o süre boyunca zihnin parazit düşünceler üretme hızı düşer. Kendine kaliteli zaman ayırmayı bilen kişiler çalışma hayatında da çok daha başarılı olurlar.

Zihni dinginleştirmek için üçüncü bir yol da kişinin kendi seçimine bağlı olarak, doğada zaman geçirmek, ibadet etmek, meditasyon, yoga, nefes çalışmaları yapmak gibi yollardır.

Sadece ruh sağlığını korumak için değil, modern dünyada iş hayatında başarılı olmak için de dingin bir zihin gerekir.

Ayrıca dingin bir zihin, daha az parazit düşünce üreteceği için, sezgilere, ilhamlara, yaratıcı düşüncelerin, farklı bakış açılarının gelebileceği bir alan açılır.

HACETTEPE DERGAHINDA HEKİMLİK HIRKASI GİYMEK

Tasavvufta hırka giymek önemlidir. Mürşit, müridin artık ‘olduğuna’ karar verdiği zaman ona hırkayı kendi eliyle giydirir. Hırkayı giyen derviş, artık bu hırkanın edebine uygun bir şekilde, dünya hırslarından arınmış,  kendini adamış bir şekilde yaşamak zorundadır.

Hekim olmak da bir çeşit derviş olmak anlamına gelir, aynen eski zaman dervişlerinin yaptığı gibi bir göreve ömür boyu kendini adamak demektir. Bu sözler abartılı geldiyse,  dünyayı sarsan bu salgında,  insanlar kendi sağlığını korumak için bir maske takmakta zorlanırken, hekimlerin ve sağlık çalışanlarının yaz sıcağında başkalarının sağlığı için itfaiye eri gibi giyinerek çalıştıklarını, hayatlarını riske attıklarını hatırlayın. Adanmışlık değilse neyle açıklayacaksınız?

Üstelik bu adanmışlık hali sadece böyle olağan dışı durumlarda değil, saat saat, gün gün, ay ay, yıl yıl, doktor olduğunuz günden öldüğünüz güne kadar devam eder. Artık sizin özel anınız yoktur, ne sinemada, ne sokakta, ne kuaförde, ne uykuda, ne tatilde, ne de inzivada hekimlikten muaf değilsiniz.

İşiniz bir yönüyle pek takdir edilir gibi görünse de aslında ev kadınlığı gibidir, gün boyunca yüzlerce iş yaparsınız eğer şanslıysanız, sofranız için bir ‘eline sağlık’ alırsınız, yaptığınız saatler süren sayısız iş, görünmezdir.

Annelik gibidir, işinizin saati ve süresi yoktur. Din adamlığı gibidir, herkes en karanlık sırlarını size anlatır. Pilotluk gibidir, sürekli alarm durumunda yaşarsınız. Mühendislik gibidir, sürekli okumak, gelişmeleri takip etmek ve yapıcı olmak gerekir. Lağım işçiliği gibidir, dışkı, idrar, kusmuk, kan, irin sizin işinizin olmasa olmazıdır.  Öğretmenlik gibidir demiyorum, zaten öğretmenliktir, ancak öğrencilerinizin yaşı sınırı ve algı yelpazesi bütün insanlıktır.

En zor ve en kutsal tarafı ise, insanların en zor, en kırılgan anlarını paylaşmaktır, işte işimizin bu kısmını karşılaştıracak, sağlıkçılar (hemşire, ebe, diş hekimi, veteriner, fizyoterapist vs) dışında çok fazla meslek yoktur.

Yani bir çeşit ‘derviş sabrı/uykusuzluk/çok okuma/çok düşünme/çok çalışma/çok yıpranma’ hırkası giymeden bu mesleği yapmak imkansızdır. Tabii bir de bu hekim hırkasını Hacettepe dergahından giyme faslı var. 

Geçenlerde Hacettepe’nin kuruluş yıl dönümüydü, sanırım ikinci ya da üçüncü dönem mezunlarından  Yücel Tanyeri, Tülay Kansu ve Emin Kansu’nun birlikte bir resmini gördüm. Her bir akademisyen olan bu üç büyüğümüzden Yücel Abi, Hacettepe ambleminin yaratıcısıdır, Tülay ve Emin Kansu da bize hocalık yapmış isimlerdir.

Onlar 1964 yılında okula girmişler, ben ise onlardan tam on yıl sonra 1974’te okula başlamışım. Biz de 81 mezunları olarak oldukça başarılı bir sınıf olduk, aramızdan çok başarılı hekimler, pek çok akademisyen çıktı.  Tülay Abla, Hacettepe’nin ilk günleriyle ilgili çok güzel bir yazı paylaştı, sonra da benden bazı anılarımı yazmamı istedi.

Her şeyden önce bizim zamanımızda sağ sol meselesi artık sokak kavgası boyutundan, her gün onlarca kişinin ölümüne sebep olan şehir terörü boyutuna ulaşmıştı. Yani bizim dönemde onun yazısında sözünü ettiği sosyal projeler hemen hemen hiç yoktu. Okul çıkışı nasıl sağ salim evlere, yurtlara ulaştığımızı bilemezdik. Akşam saat 18 oldu mu sokaklarda kedi, köpek bile kalmazdı.

Üstelik okulumuzun yumruğa benzer heykel olan orta meydanı, Ankara’da olan her olayda, nümayişi yapanların hedef noktası haline gelirdi. Yani karmaşa kentin hangi noktasında, hangi üniversitesinde başlarsa başlasın, yürüyüşçüler hurra bize doğru akın ederlerdi ve olayların son noktası genel olarak bizim meydan olurdu.

Her sabah okula giderken, akşama kadar ne olacağını asla tahmin edemezdik. O gün okul basılabilir, yürüyüş yapılabilir, camlar kırılabilir, yumruklar atılabilir, kurşunlar havada uçabilir, kan gövdeyi götürebilirdi. Akşama yurtta mı, karakolda mı, hastanede mi, morgda mı olacağımızı bilemezdik.

Bu karmakarışık siyasi atmosferde bir de son derece zor ve kapsamlı bir eğitim almaya gayret ediyorduk. Yani zor koşullarda moral bozmamayı, hedefe odaklanmayı iyi biliriz.

Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ortam elbette bizi etkiliyor ve hayata bakış açımızı oluşturuyordu. Ancak bu zorlu dönemde dahi olağan üstü bir eğitim aldığımızı, yılların öğretim üyesi/ hem de eğitim sistemiyle çok ilgilenmiş, eğitim komisyonlarında sürekli görev almış bir öğretim üyesi/ olarak kolayca söyleyebilirim.

Şimdi artık bütün tıp fakültelerinde çekirdek eğitim programı (ÇEP) uygulanıyor ve bir standardizasyon sağlanmaya çalışılıyor. Ancak bizim dönemde Hacettepe diğer bütün tıp fakültelerinden daha farklı bir program uyguluyordu.  Diğer bütün fakülteler ders üzerinden not alırken biz entegre sistemle okuyor ve sınava giriyorduk. Sınav sistemimiz de içinde bir çok baraj sistemi barındıran, oldukça acımasız bir sistemdi. Aynı anda pek çok dersten birden sınava girerdik, ancak her dersten geçer not alamazsak kolayına sınavdan geçemezdik.

Hacettepe’nin bir diğer özelliği de bizi sadece teorik olarak üstün bir şekilde yetiştirmek değil, bir çok fakültenin aksine pratikte de üstün bir şekilde eğitmekti. Örnek olarak,  o zamanlar pek çok fakülteden mezun arkadaşlar, enjeksiyon yapma, reçete yazma ve daha pek çok konuda bizden çok daha tecrübesiz bir şekilde mezun olurdu.

Oysa ben bir çok hasta muayene etmiş, enjeksiyon yapmış, idrar sondası takmış, kalıcı damar yolu(cutdown) açmış, kemik iliği aspirasyonu yapmış, doğum yaptırmış şekilde mezun oldum. İdrar ve kan analizlerini yapmayı, kalp masajı yapmayı, EKG okumayı, dikiş atmayı, pansuman yapmayı bilirdim. Hepimiz bilirdik.

Dahası hastadan çekinmezdik, iğrenmezdik,  idrar, dışkı, kusmuk, irin ile ilgilenmek bizim için işimizin bir gereğiydi. Okuldan çıkıp da herhangi bir yerde çalışmaya başladığımızda, oranın sağlık çalışanları, hemşireler Hacettepe mezunları belli oluyor, siz hastaya dokunmaktan korkmuyorsunuz derlerdi.

Nusret Hocanın öğrencileriydik, Halk Sağlığı stajında ya bir epidemiyolojik çalışma, ya da bir filiasyon çalışması yapmış ve adeta tez hazırlamış olurduk. Şimdi fark ettiğim kadarıyla, bütün fakültelerde hastalıklar çok iyi öğretiliyor, ancak bu konular biraz geri plana itiliyor. Bu salgında bir çok yeni mezun  arkadaşımın filiasyon nedir ne değildir sahada öğrendiğine şahit  oldum.

İnsanın okulu, hayatına damgasını vuran bir şeydir. Biz, hekimlik hırkasını Hacettepe dergahında  giydiğimiz için pek gururluyuz. Galiba, çok önemli bir kaç özellikle yetiştirildik; her şeyden önce araştırmacı ve çözüm üretici bir ruhla yetiştik,  umutsuzluk, yenilgi kabulleniş nedir bilmezdik, iş varsa biz de oradaysak başkasından bir şey beklemezdik, kendimiz yapardık. Okulumuzdan aldığımız donanıma ve kendimize güveniyorduk, mesleki düzeyde her türlü zorluğun altına gözümüzü kırpmadan giriyorduk.

Ben kendi yaşadıklarımı yazayım. Mezuniyetimde mecburi hizmet yoktu, ben yeni mezunken değil, uzman iken mecburi hizmete gittim.  Düşünün yeni mezun bir uzmansınız, siz artık çocuk hastalar üzerinde yetkinsiniz. Bir poliklinik ve servis idare edecek eğitiminiz var. Buraya kadar çok güzel, ama ben mecburi hizmette Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi kurası çektim.

Bir üniversitede benim gibi yan dal uzmanlığı bile olmayan bir uzmanı ne yapacaklar ki herhalde poliklinikte hekim ihtiyacı var diye fikir yürüterek gittim. Ve öğrendim ki, pediatride benden başka hasta tedavi edebilecek, eğitim verebilecek hiç kimse yok.

Servis yok. Ekip yok. Alet yok.

Üstelik dördüncü sınıfa kadar gelmiş, hoca olmadığı için staj yapamayan, üçüncü sınıfta pediatri dersleri alması gereken öğrenciler var.

Ben 11 Kasım günü yani öğretim yılı başlangıcından 2,5 ay sonra iş başı yaptım. Normalde o sırada dördüncü sınıfların ilk stajının bitmiş olması gerekirdi.

Önümde 2 seçenek vardı. Ya muayenehane açıp para kazanacaktım, ya yardımcı doçent olup, pediatri bölümünü kuracak ve eğitim verecektim.

Hırkamı Hacettepe’de giymiştim, ikinci yolu seçmek zorundaydım, bana ihtiyaç vardı. Zaten çaresizlik nedir, pes etmek nedir bilmezdim. İş var, yapmam gerek dedim. Korkmadım.

Bundan sonraki 2,5 ay içinde geçirdiğim maceraları pek çok kez yazdım. Şimdi tekrar etmeyeceğim. Ama bu dönemde servis ve polikliniği kurup çalışır hale getirdiğim gibi, hem kendimi yurt dışından edindiğim kitaplarla öğretim üyesi olma yolunda eğitmeye başlamıştım, hem hemşirelerin meslek içi eğitim, asistanlarımın pediatri eğitim programını oturtmuş, dönem üçe bütün pediatri dersleri, üstüne üstlük dördüncü sınıflara, gayet  bilimsel  bir staj programı vermeye başlamıştım.

Ancak şimdi geri dönüp bakınca bu kadar tecrübesizken bu kadar kısa sürede bu kadar çok işi yapabilmiş olmam ve bunları yaparken yaptığım işi olağan kabul etmem, işte bu Hacettepe ruhu, Hacettepe hırkası.

Mecburi hizmete gidip,  köylere sahra helası yaptıran arkadaşım da,  il sağlık müdürü olup ilindeki aşı oranını %40lardan %100ye dayayan arkadaşım da aynı hırkayı giyiyordu.

Hela yaptıran arkadaşım, bir cerrahtı, hastaneye belli köylerden gelen çocukların çok fazla cilt enfeksiyonu olduğunu fark etmişti. Bu köyleri ziyaret edince evlerde tuvalet olmadığını bütün ihtiyaçların tarlalarda giderildiğini, dolayısıyla inanılmaz miktarda sinek olduğunu saptamış, enfeksiyonları sinek ısırıklarına bağlamış, hemen sahra helası nasıl yapılır öğrenmiş ve köylülere bin bir zahmet hela kurdurup, muhtarı örgütlemiş,  herkesin bunları kullanmalarını sağlamış,  bir hafta içinde çocukların ciltleri düzelmiş.

Diğer arkadaşım ise dahiliyeci olduğu halde aşı oranlarının neden ülke genelinin altında olduğunu araştırmış, ebelerin liderlik edilmemesine bağlı motivasyon eksikliğini fark etmiş. Bunun üzerine ebelerle eğitim çalışmaları yapmış, yetmemiş, onlarla ev ev dolaşıp, yüreklendirmiş. Sonuç olarak o yıl Türkiye’nin aşı oranı en yüksek ili olmuşlar. Öz güven kazanan ebeler arkadaşımdan sonra da canla başla bu oranı devam ettirmişler.

Her üçümüzde de yöntem aynı farkındaysanız. Önce sorun sapta, çözüm yolları araştır ve bunun altından kalkabilir miyim acaba diye düşünmeden dişinle tırnağınla sorunu çöz.

Her üç hikayede de, bir birinden habersiz 3 arkadaş sorun çözme ve başarı odaklı bir yaklaşımla yani Hacettepe ruhu ile destan yazmışız.

TIBBİ VE AROMATİK BİTKİLER BAHÇEMİN HAZIRUN CETVELİ 2; ÇEŞİTLİ ŞİFALI/KOKULU OTLAR, AĞAÇLAR, ÇİÇEKLER VE HALEN BİLDİĞİM VE ÖĞRENMEK İSTEDİĞİM KULLANIM YÖNTEMLERİ

Bahçemde yetiştirdiğim veya yabani olarak çevrede kolayca bulunan bazı tıbbi bitkilerden de söz edeceğim. Bazı bitkiler bu bölgede çok kolay yetiştiği halde, bazıları hiç olmuyor. Biz de olmayanda ısrar etmeyip, olanı çoğaltmaya bakacağız.

Ebegümecigiller; otsu, çalımsı ya da ağaç şeklindeki simetrik çiçekli bitkilerdir. Hatmi (althea) ve gül hatmi, ebe gümeci, pamuk ve bamya bu familyadandır.

Ebe gümeci ve gül hatmi bu bölgede yaygın bir şekilde yabani olarak bulunuyor. Bizim bahçede ağaç şeklindeki hatmi ile bol miktarda gül hatmi bulunuyor, doğru dürüst bakım istemiyorlar. Her iki cins çiçek de çay ve şerbet şeklinde tükettiğimiz bitkilerdir.

Itır (pelargonium) sardunaya cinsi güzel kokulu, baharat ve aromatik amaçlarla kullanılan bir bitkidir. Nedense bizim bahçede pek nazlı oldu, şimdilik sadece canlarını kurtarma derdindeyim, çok nadiren tatlılara ve reçellere aroma katması için kullandım.

Aynı sefa çiçeği, gül gibi çiçekler ve iğde, defne, erguvan gibi  ağaçlar da bölgenin endemiklerinden ve çok kolayca tutup, büyüdüler.  Mesela gül bölgede çok güzel gelişiyor, yabanisi de bol bol var. Önümüzdeki yıl Isparta gülü üretmeye çalışacağım.  Bu türler bahçede çok güzel serpildiler.

Ayrıca yasemin, hanımeli, leylak, defne  gibi sarmaşıklar ve biraz nazlı olsa da zakkum, mürver, ıhlamur gibi aromatik ağaçlar da tuttular ve büyümeye başladılar.

Kudret narı, Pasiflora ve Aloa vera gibi bitkilerin üretim aşamasına geçtim. Aloa vera ancak evin içinde ürüyor. Pasifloranın meyvesiz cinsinden ürettim, bu yıl meyvelisinden de dikeceğim. Kudret narına gelince bölgede yetişiyor, yerel bir bitkiden meyve almıştım, tohumlarını ektik, şimdilik minicik  baş gösterdi, inşallah önümüzdeki sonbahar veya  ilk baharda toprakla buluşacak hale gelecek.

Çevremizde bol miktarda bulunan ve tıbbi amaçlı kullanılan çakal eriği ve sumak var. Aslında her iki ağaçtan bizim bahçede de var, ama meyvesiz, yani kısır ağaçlar olduğundan onlarla mücadele ediyorum. Meyveli olanlardan ise dikmeye hiç niyetim yok çünkü oldukça yaygın ve arsız ağaçlar. Etraftan kolayca toplayabilirim.

Bunun dışında maserat yapmak için yağ elde edebileceğim zeytin, ceviz ve badem  ağaçları var. Badem ve cevizler henüz çok küçükler, sadece yetişkin bir badem ağacı var. bu durumda birkaç yıl yağ olarak sadece zeytinyağı kullanabileceğim.

Yani yakın çevremde, oldukça yeterli miktarda aromatik tıbbi bitki ve baharat olarak kullanılabilecek ot, çiçek, çalı ve ağaç varlığı gelişti. Bunların yetiştiği toprakta sadece organik gübre ve ilaçlama kullanıldı, ne yazık ki köy yoluna yakın yetişiyorlar. Bu yolun, şehir yollarına göre trafik yükü çok az olmasına karşılık gene de ürünlerime organik demek mümkün olmayacak. Ne yapalım, hayatın gerçekleri böyle.

Şimdi,  sıra geldi bu bitkilerden nihai ürün elde etmeye.

Tabii bunun için yeniliklere açık olarak, önceden bildiklerimi  kullanarak denemeler yapmam lazım. Kendime en çok güvendiğim konu baharat kullanımı, bu konuda her türlü deneyime açık bir damak zevkim var.

Tütsülerimi bu yıla kadar  kuruttuğum ada çaylarını ya da lavanta dallarını yakarak, belki bazen da ateşe birkaç defne yaprağı, tuz  atarak hazırladım. Bu yıl ise çeşitli otlardan ve çiçeklerden karışık tütsü paketleri hazırlamak istiyorum.

Tütsü yakmak bizim için sadece oda kokusunu değiştirmek anlamına gelmez, sülalemizde, büyükbabanın ermişliği kisvesi altında gizli bir şamanlık damarı var, bizden önceki nesil, nazardan korunmak için sıkça tütsü yakardı. Soğan, yumurta kabukları, tuz, mavi kağıtlar, çeşitli kokulu otları tütsü için kullandıklarını, tütsüyü odalarda gezdirdiklerini, insanlarının başlarının üzerinde, bacak aralarında döndürdüklerini, tütsü söndükten sonra, küllerini 4 yol ağzına döktüklerini biliyorum.

Sözüm ona, nesillerdir, neredeyse her birimiz üniversite okuduk, ama hepimizin içinde mini bir şama yaşıyor demek ki.

Benim de içinde sırf tütsü yaktığım bakır bir kabım var.  Bu kadar bitkiyi de boşuna yetiştirmedim değil mi?

Bu bitkilerin diğer bir kolay kullanım yolu çay olarak tüketmek. Zaten, bir çok çalıdan oluşan, bayağı yeterli bir çaylığım oluştu. Bundan sonrası artık bana kalmış, hangi bitkinin çayının hangi duruma iyi geldiğini öğrenip ona göre tek bitkiden çay hazırlamak mümkün. Mesela enginar yaprağı karaciğer yağlanmasına, biberiye ödeme, karabaş otu baş ağrısına, lavanta uykusuzluğa iyi gelir. Böyle  temel bilgileri öğrenip, hatta  çeşitli durumlara uygun karışım çaylar hazırlamak istiyorum. Benzer etkileri olan bitkileri, onları daha içilebilir hale getirecek hoş kokulu bitkilerle harmanlayıp, kabızlık çayı, yorgunluk çayı, ödem çayı, uykusuzluk çayı gibi özel karışım çaylar hazırlanabilir.  

Özellikle de güneş ve ay tutulmaları ve ay döngülerine göre çaylar ve tütsüler hazırlayacağım. Ay döngülerinin benim üzerimde çok belirgin etkileri vardır. Bu etkileri azaltacak ya da belirginleştirecek çay ve koku karışımları yapacağım. Bu konuda bir hayli bilgi birikimim oldu sayılır.

Maserat yapmak bir çiçek ya da bitkiyi çeşitli oranlarda bir yağın içerisinde uygun koşullarda bekletmek ve bitkinin özünün bu yağa geçmesini sağlamak  anlamına geliyor.  Evlerde bitki yağı hazırlamak için genellikle bu yöntem kullanılır.  Biz de yıllardan beri zeytin yağı içerisinde sarı kantaron  yağı yapıyoruz. Sarı kantaron yağı kadar cilt yaralanmalarına iyi gelen başka bir şey bildiğimi sanmıyorum. Bu konuyu iyice araştırıp, ürün gamımı genişletmek istiyorum. Bu yıl büyük olasılıkla aynı sefadan maserat yapmak için fitoterapist eczacı arkadaşımla bir hafta sonu çalıştayı düzenleyeceğim. Maserat yapmanın inceliklerini ve karışım oranlarını da öğreneceğim. Belki maserat yaptığım ürün gamını da genişletirim.

Bu konularda şimdiye kadar yaptığım gibi ben yaptım oldu tarzında değil, daha bilinçli çalışmak istiyorum. Mesela hazırladığım çay ve tütsü karışımlarına hangi bitkileri hangi oranlarda koyduğumu, tarihleri falan yazarak ürünlerimi saklayacağım. Eğer dışarıdan eklediğim bir ürün varsa onun da menşeini yazacağım.

Kurutma yöntemlerimi ve yerlerimi de fitoterapist arkadaşıma denetlettireceğim.

Böyle ağırdan alarak başlayıp, yavaşça parfüm, sabun, uçucu yağlar, merhemler yapmak gibi daha sofistike hedeflere ilerlemeye çalışacağım. Şimdiden benim için uygun olacak bir ev imbiği araştırmaya başladım. Arkadaşım da bahçede başka neler yetiştirebileceğimi araştırıyor.

Bütün bunlar kitaptan okumakla olmayabilir, belki de şimdi bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da yapılandırılmış eğitimler var. Onlardan birine katılabilirim.  Ya da bu işleri bilen birilerini bulup (ki arayınca hemen bulundu, mesela kitabını okumaya başladığım eczacı hanım yaz aylarında Asosta çalıştaylar yapıyormuş) parça parça eğitimler alacağım.

Geçen yıl lavanta kuruttum, minik torbacıklar dikip, arkadaşlarıma lavanta torbaları hediye ettim. Herkes bayıldı. Önümüzdeki yıllar daha sofistike şeyler hediye edebilirim.

Şimdilik ilk hedef karışım çaylar,  tütsüler ve maserat çeşitlerimi artırmak olsa da aklımı çelen birkaç bitki var.

Bölgede bol miktarda sinüzit için kullanılan ve inanılmaz alerji yapma potansiyeli olan acı kavun yetişiyor. Şimdilik ondan uzak durmaya gayret ediyorum, ama inanılmaz bir şekilde ona doğru çekiliyorum, her adımda karşıma çıkıyor. Bir de nadir de olsa ormanda salep orkidesi var. Bu bitkiler de ciddi bir potansiyel olarak şimdilik aklımın bir köşesinde bekliyor.

Bakalım gelecek günler neler gösterecek. Buraya gelirken düşündüğüm bahçe bu kadar çabuk olgunlaşmaya başlayınca coştum.  Neden olmasın?

aynı sefalar
kitaplığımda henüz okumadığım bir çok kitap varmış. alt ortadaki kitabın yazarı yazın Çanakkaleye geliyormuş

TIBBİ VE AROMATİK BİTKİLER BAHÇEMİN HAZIRUN CETVELİ 1; ÇAYLIĞIMIN ÖN SAFLARINDA BOLCA BALLIBABAGİL VAR

Evin etrafında tıbbi ve aromatik bitkiler  yetiştirmek gibi bir gayretim var. Buraya taşındığımız ilk yazdan beri, bulabildiğim bu tür bitkileri bahçeye diktim. Aromatik bitkiler her şeyden evvel çok güzel peyzaj oluşturuyorlar, koku ve çiçekleriyle arıları çekerek bahçenin bereketini artırıyorlar,  bazı zararlıları ise rahatsız edip bahçeden uzak tutuyorlar.

Evin önünde Rize’nin çaylıklarına benzer bir meyil var, oraya çaylık diyorum ve tıbbi bitkileri çoğunlukla oraya diktim. Gerçekten uzaktan çaylığa benziyor, zaten bitkilerden çay yaptığım için yemin etsem başım ağrımaz. Bu tür bitkilerin çoğu çalı formunda olduğundan çaylığım şimdiden bir hayli olgunlaştı diyebilirim. Çok su istemiyorlar, ancak  budama ve çevrelerindeki yaban otlarından arındırma oldukça önemli.

Ben şimdilik baharat, güzel koku veya tütsü olarak kullanıyor, yahut bazılarını çay olarak içiyorum. Şimdilik sadece sarı kantaron maseratı yapıyorum. Henüz merhem, sabun ya da uçucu yağ yapmayı bilmiyorum, ama öğreneceğim.

Aromatik bitkiler deyince hemen akla ballıbabagiller geliyor, bu gurup içerisinden birkaç çeşit yetiştirdim. Ballıbabagiller çalı formunda, ağaç formunda, ot formunda olabilir ve genellikle çok yıllık bitkilerdir. Bu guruptan ‘hayıt’, adaçayının bir formu, zahter, ballıbaba, yabani nane gibi çeşitler zaten bol miktarda çevrede yetişiyor.

Benim bahçede yetiştirdiklerim ise adaçayı, biberiye, lavanta, kekik ve nane çeşitleri oldu.

Ada çayı (Salvia Officinasis), dünya üzerinde binlerce türü bulunan bir çalıdır. Bir çeşidini bahçenin çeşitli yerlerine  diktim, çünkü  yaz kış yeşil kalıyor, çiçekliyken de çiçeksizken de çok güzel, bir yüzü grimsi, diğer yüzü beyazımsı yaprakları ve bol dallarıyla, peyzaj için çok uygun.

Bu yıl adaçaylarımdan biri dal batırarak, 3 ayrı oğul verdi. Bu oğulları da sonbaharda nihai yerlerine kavuşturacağım.

Mart ayında bozulmuş dallardan kurtulmak, dalları seyreltmek ve bitkiye şekil vermek için güzelce budamak gerekiyor. Budanan bitkiler daha sonra kendilerini gençleştirip, daha canlı bir hal alıyorlar.

Ada çayını şimdilik nadiren baharat, en çok da tütsü olarak kullanıyorum. Bu tütsü aslında kiliselerde havayı kötü etkilerden kurtarmak için kullanılan tütsüdür. Ben de çok etkili olduğunu düşündüğüm için sık sık ada çayı tütsüsü yaparım. Bir arkadaşım bu kokunun mekanlara melekleri çağırdığını söylemişti.

Biberiye (Rosmarinus officinalis) de bahçede bir çok yerde peyzaj bitkisi gibi kullandığım gösterişli bir çalıdır. Çam yaprağına benzeyen koyu yeşil yaprakları yaz kış yeşil kalır, çalı formunda çok güzel görünüşlü bir bitkidir. En güzel taraflarından biri de kışın bahçede başka çiçekler yokken çiçekli olmasıdır.

Ben en çok baharat olarak et yemeklerinde ve fırında patates yaparken kullanırım. Taze biberiye yemeklere kekiğe benzer bir tat verir, özellikle kuzu etine çok yakışır. Kekikten farklı olarak taze halinin kokusu daha güçlüdür.

Lavanta (lavandula oficilanis) de birkaç çeşidini yetiştirdiğim bir çalı bitkisi, yine yıllarca yeşil kalan ve peyzajı çok güzel olan bir bitki. Bende 3 çeşidi var. Biri ‘karabaş’ denilen, Ege Bölgesinde endemik olan ve çiçekleri  normal lavantadan çok  farklı görünen bir tür.   Diğerleri ise yaprak ve çiçek formları birbirinden biraz farklılık gösteren fakat koku olarak birbirine çok benzer çalılar.

Şimdilik karabaşlarım çok genç, sadece çiçeklerinden birkaç kez çay yapıp içtik, çayı çok güzel kokulu, sıcak suyu masmavi bir renge boyuyor, içine limon sıkarsanız renk pembeye dönüyor.  Çayını hem mavi, hem de pembe renkli haliyle buz kalıplarında dondurup, renkli buzlar elde ettim.

Lavantalar artık iyice olgunlaştılar, geçen yaz çiçeklerini kurutup, sakladım.  Kese içinde, çamaşır çekmecelerine, yastık altlarına koyuyor, arkadaşlarıma hediye ediyorum. Baharat olarak reçellere (armut, ayva gibi) katınca çok güzel sonuçlar aldım. Budadığım lavanta yapraklarını ise tütsü olarak kullanıyorum.

Kekik (Tymus) da yetiştirdiğim tıbbi ve aromatik bitkilerden. Kekik de yüzlerce cinsi olan çok yıllık bitkilerden birisidir.

Bölgemizde zahter denilen yabani kekik de mevcuttur, ancak nedense bir türlü bahçeme taşıyamadım. Galiba yanlış mevsimde almaya gayret ediyorum. Bayramiç ormanlarında beyaz çiçekli bir kekik türü, Bozcaada’da da top şeklinde kekikler var. Bu yöresel kekik türlerini de bahçemde yetiştirmeyi başaramadım. Biraz araştırma yapıp, nerede yanlış yaptığımı öğrenirsem belki başarılı olurum. 

Şimdilik 3/4 çeşit kekiğim var. Bunlardan biri top şeklinde bir çalıya dönüşen, mevsiminde üzeri mor çiçeklerle bezeli gayet kuvvetli  kokusu olan, bir  başkası ise yapı olarak buna çok benzeyen, ancak kekik kokusunun yanı sıra belirgin limon kokusu olan bir tür.  Yine gayet güzel kokan, ancak çalıya dönüşmeyen, buna karşılık ayrık otu gibi yeri saran bir başka tür kekik daha var. Yemeklerde en çok bunu kullanıyorum, üstelik de oldukça arsız ve yayılmacı bir hali var, 2 dal dikmiştik, 2 yılda 2 metrekare yer kapladı.

Bu üç kekik formunun da çiçekleri birbirinin aynısı, mor renkli.

Bir de seracıların bana kekik diyerek sattıkları, kokusu kekiğe benzese de yemeklere koymaya değer bulmadığım, grimsi renkli tırtıklı yaprakları olan bir bitki daha var. Diğer bütün kekiklerimin çiçeği mor olasına rağmen bunun çiçeği sarı renkli ve şekli de oldukça farklı, yani aslında bu bitkinin kekik olduğundan bile emin değilim.

Şimdilik kekikleri sadece baharat olarak kullandığımı söylemeliyim. Kurutulunca kokusu çok daha belirgin hale geliyor, ancak kendim yetiştirmeye başladıktan sonra artık kurusunu sadece bir yere gittiğim zaman oraya özel kekik kurusu satılıyorsa alıyorum. Genel olarak yemek yaparken yaş kekik kullanmaya başladım.

Kekikle ilgili şimdiki hayalim, daha çok çeşidini yetiştirebilmek.

Yine kekik alt gurubu olarak düşünülebilecek, ancak kokusu biraz daha farklı olan ‘mercanköşk’ de yetiştirdim. Bunu da şimdilik sadece baharat olarak kullanıyorum.

Her bahçenin olmazsa olmazı nane (mentha piperina) da ballıbabagillerdendir, bende güzel kokulu olan açık renkli büyük yapraklı bir cinsi var. Oldukça sarıcı bir bitki olduğundan şimdilik sadece etrafı çevrili 1/ 2 yerde yetiştirdim. Buna karşılık bahçenin çeşitli yerlerinde çıkan koyu renk yapraklı yabani nane ve oğul otu denilen formlarıyla mücadele halindeyim.

Çünkü nane cinsleri aynen ayrık otu gibi hem tohumdan yetişiyorlar, hem dal daldırarak, hem de kökten yeni dallar çıkararak çevreye yayılıyorlar.

Daha önce görmediğim ve limon otu da denilen limon kokulu, geniş nane yapraklı bir formunu ise bir arkadaşımın bahçesinden çelik alarak geliştirdim. Bu yıl o da bir hayli gelişti, birazını bahçenin farklı ve kısıtlı bir yerine daha taşıyacağım. Bu cinsi kurutunca kokusu naneye benzemedi, sadece tazeyken kullanıyorum.

Bir de elbette bu gurup içinde fesleğen, reyhan, limonlu fesleğen, Yunan fesleğeni gibi tek yıllık kokulu bitkileri de yetiştiriyorum. Bunları genel olarak mutfakta kullanmak, arıları bahçeye çekmek ve bazı zararlılardan korumak için dikiyorum. Her sene tohumdan fide hazırlayıp mesela domates sırasına aralıklı dikim yapıyoruz.

Geçen yıl, denemek için bir yere iki paket fesleğen tohumu atmıştım. Bu iki paketten ilginçtir sadece birer adet normal fesleğen, limon fesleğeni ve reyhan çıktı. Diğerleri kısa sürede yok oldu ama reyhan aylarca canlı kaldı. Ben de hemen tohumlanmasın diye çıktıkça çiçeklerini koparıp kuruttum. Bitki solmadan önce bir çok çiçeği üzerinde bıraktım. Bu yıl umutla, o bölgede yeni reyhanların olmasını bekleyeceğim.

Bunlar bahçedeki ballıbabagiller. Diğerleri gelecek yazıda. Tahmin edebileceğiniz gibi, yetiştirmeyi başardığıma göre şimdi de kendimi onlardan çeşitli ürünler yapmayı öğrenmek istiyorum.

ön tarafta biberiye, arka pilanda ada çayı
Karabaş otu
kekik
Örtücü kekik

ŞİFACININ, ŞİFA BAHÇESİ YAVAŞÇA KENDİNİ BELLİ ETMEYE BAŞLADI, BAKALIM DEVAMINDA NELER OLACAK

Nermin emekli olduğu zaman, Trabzon’daki evinden, Pazar’daki eve taşınmış ve kalp ameliyatı oluncaya kadar 10 yıla yakın evin kenarındaki bahçede sebze yetiştirmişti. Sermin ise bahçe ile bizzat ilgilenmediği halde uzun yıllar Çaykurda çalıştığı için, onun da,  organik tarım ile ilgili bir hayli bilgisi vardı. Bitkiden, topraktan anlamayan, bu konuda ümmi olan tek kişi bendim. Mesela buraya ilk taşındığımız zaman toprak bileşenlerinin analiz yapıldığını duyunca kendimi Mars’ta gibi hissetmiştim, oysa Sermin bu analizleri hangi kurumun yaptığını bile biliyordu.

Taşındıktan sonra, Çanakkale’de yaşıyorsan mutlaka  küçük, büyük bir miktar toprak sahiplenip, en azından hafta sonlarında toprakla ilgilenmek gerektiğini çok kısa zamanda fark ettik. Mesela aslen buralı olup da okulu bitince, emekli olunca geri dönmüş ya da  hasbelkader mecburi hizmet dolayısıyla buraya gelip, sonradan yerleşmiş neredeyse bütün hekimlerin aileden kalan ya da kendi edindikleri topraklarla ilgilendiklerini gördüm. Hiç olmayanın 1 dönüm arazisi var, üzerine bir karavan atmış, hafta sonlarını orada geçiriyor. Bazıları ise kalıtsal ya da edinsel toprağını bağ, bahçe, zeytinlik,  meyvelik olarak kullanıyor, hatta hayvancılık yapıyor.  Yarı amatör, yarı profesyonel peynir, şarap üretiyor. Toprak almayıp da 49 yıllık gibi uzun süreliğine kiralamak da bir hayli kullanılan bir yöntem.

Hal böyleyken, bizim de önümüzde bahçede neler yapmak istediğimize dair bazıları oldukça bilindik bazıları ise bayağı ufuk genişleten yollar açıldı.

Birinci yol, elbette coğrafi işaret olarak zeytin başta olmak üzere birkaç çeşit meyve ağacı istiyorduk. Zaten, içinde, yıllardan beri hiç bakım görmemiş 8/ 10 tane yetişkin zeytin, birkaç yerel armut, çınar, meşe ve ahlat  ağacı  olan ormana bitişik ikinci bir arazi  almıştım. Bu araziye bir artezyen kuyusu açtırdık. Bu kuyuya ruhsat alabilmek için, önce Çanakkale Ziraat Odasına kayıt olmam gerekti, pek bir şey anlamasam da odanın kayıtlı çiftçisiyim. Daha sonra, dönüm başına en az 10 tane yani toplamda 60/70  ağaç dikmemizi istediler. Araziye uzaydan bakıp, fidanları sayarak ruhsat verecekleri söyledikleri için biz de  zeytinleri artırıp, ceviz, dut, elma gibi birkaç çeşit fidan daha diktik. 

Gerçi kuyuya ruhsat aldım ama ruhsatım tarlaya elektrik çektirmeme yetmedi.   Çünkü suyu çekmek için elektrikli motor gerekliydi.  Buna da köyün elektrik sistemi yeterli değilmiş, elektrik şirketinden bizden trafo alıp onlara hediye etmemizi ve direkleri de tarlaya kadar  kendi imkanlarımızla dikmemizi istediler. Böylece, tarlalarından  direk için yer isterken komşularla papaz olduğum yetmemiş gibi, bir de dünya para verip, trafo alıp, şirkete hediye edecekmişim ama sonra aynı şirketten elektriği gene de parayla alacakmışım. Annelerinin güzellikleriyle ilgili merakımı gidermek istemedim, su deposuna güneş paneli koyarak kendi elektriğimi üretmeyi uygun buldum. Sonuçta şimdi damlama sistemi ile sulanan, bütün yollardan uzak, tam organik bir meyve bahçemiz var, şimdiden meyve vermeye bile başladılar. Birkaç yıl sonra fidanlar büyüyünce harika olacak.

İkinci yol yine oldukça klasik, Nermin, her gün elini oyalayacak,  birkaç sebze dikebileceği bir bostan istiyordu. Evin arkasında toplamda bir dönüm bile etmeyen bahçede küçük bir meyvelik,  bostan  ve fidelerini yetiştirebileceği küçük bir sera yaptık.  Burası hasat ettiğimiz ve sarnıçta bekletilen su ile sulanıyordu. Bu yıl sarnıçta çok az su var, o nedenle bostanı da köyün diğer tarafındaki zeytinliğe, fidanların arasına yaptık.

Elbette üçüncü yol olarak da, evin etrafında göze hoş görünen, güzel kokulu birkaç çiçek yetiştirdik.

Birkaç ağaç, birkaç çiçek ve sebzenin olduğu bir bahçe gayet tatmin edici, heveslendirip, sevindirici sonuçlar vermeye yeterlidir. Ancak ben bizim memlekete göre oldukça ucuz bulduğum için toplamda neredeyse 10 dönüm arazi almıştım.

Üstüne üstlük hem organik tarım hakkında hem de, köyümüzün bir orman köyü olması nedeniyle ormanlar hakkında birkaç şey öğrendim. Genellikle su kenarlarında konuşlanan ve orman açıklığı denilen yerlerde hayvanların beslendiği yaban meyvelerinin olduğunu fark ettim.

Böylece önümde daha buraya yerleştiğimiz ilk aylarda dördüncü bir yol açıldı; artık çeşitli orman meyveleri ve yabani meyveleri yetiştirmek istiyordum. Epeyce yaban meyve fidanı diktim ama henüz  nasıl sonuç vereceğinden emin değilim. Şimdilik yerli ve yabancı fidanları gözlüyorum. Yerini sevenleri artırıp, olmayanlardan var geçeceğim. Zaten bu ormanlarda doğal olarak yetişen bir çok yaban meyvesi var, bu nedenle, orman meyvesi bahçemden de beklentim oldukça büyük.

Elbette beşinci yol olarak da ta gençliğimden beri içimden bir gün mutlaka gerçekleştireceğimi bildiğim  önce baharat bahçesi gibi başlayıp, daha sonra tıbbi ve aromatik bitkiler bahçesi şekline dönüşen  hayalimi gerçekleştirmek vardı.

Bu bahçe benim şifacı kimliğime ve  şaman köklerime uygun bir bahçe olacaktı. Şifacı kimlik, şaman kökler filan derken hiç abartmıyorum. İnsan anlına yazılanı yaşıyor, benim de yazgım şifacı olarak düzenlenmiş. Kabul etmem lazım.

Bizim ailede nesillerdir bir çok hekim var. Ben daha lisede okurken (ve elbette fakültede de bu adet devam etti), doktor olan pederim, artık ne düşündüyse, ne gereği varsa, beni hastaneye  götürür, ameliyatlara sokar, dahiliyeci arkadaşlarının vizitlerine katardı. Oysa ben 4 kardeşin sonuncusuyum, gayet iyi bildiğim kadarıyla diğer kardeşlere böyle bir staj sistemi uygulanmadı.

Bütün bu çaba bende ters tepmişti ve üniversiteye hazırlanırken, yakamı silkeleyerek ‘tıp olmasın da neresi olursa olsun’ diyerek çalıştım. Zaten eczane kokusundan fenalaşır, yanımda sivilce sıkılsa bayılırdım. Benden bir doktor çıkacağına nasıl hükmettiler bilmiyorum. Fakültede stajlarda kaç kere bayıldığımı hatırlamıyorum bile.

İstemli bilincimle hiçbir zaman istemeden, sırf üzerimde çok hakkı olan MUKE teyzem tıp yazmazsan hakkımı helal etmem dediği için nasıl olsa kazanamam diye yazdığım tek tıp fakültesini kazandım ve okudum.

Ve,  sınav sonuçları geldiği zaman, henüz zarfı açmadan,  tıp fakültesini kazandığımı biliyordum. Biliyordum işte. Birkaç gün önce rüyamda bir doktor ve akademisyen  olan dayım bana cübbesini giydirmişti. O, bir haberci rüyaydı, sadece hekim olmakla kalmadım, aynı zamanda da akademisyen oldum. 

Sadece okuldan hekim olarak çıktığım için şifacı olduğum düşünülmesin.  Hayatın bir çok cephesinde, sezgilerim pek düzensiz ve cılız olmasına karşın, hastalarımla ilgili konularda, düşünceler, zihnime kolayca akardı. Nereden geldiğini bilmediğim, ancak çok okumaktan kaynaklandığını umduğum bir çeşit esin kaynağım olduğundan kuruntulardım.

Daha 2 gün önce kuzenlerimden biri bana yeğeniyle ilgili bir soru sordu. Hemen,  çocuğun apandisit olduğundan emin oldum.  Çocuğa her türlü tetkik yapılmış, ancak karın ağrısına bir türlü tanı koyulamadığı için yatırılmış. Mutlaka bir cerrah görsün diye ısrar ettim. Zaten cerrah tarafından gözlendiğini öğrendik. Bu sefer de  apandisite öyle  tomografi ile tanı koyulmaz, ulratasonu da çok iyi bilen biri yapmalı ki anlasın, doktor adam gibi eliyle muayene edip hemen ameliyata alsın diye ısrar ettim. Durumdan beni de haberdar edin dedim, ama nedense aramadı,  ertesi gün ben aradım.

Aynen dediğim gibi olmuş, doktor bir türlü tanı koyamadığı için bir sürü tetkik daha yaptırmış, hatta bir de MR çektirmiş. Sonunda,  nihayet muayene bulgularına güvenerek, neyse ki kızın apandisiti henüz delinmeden ameliyata almış.

Bana sorarsan kuzenim çok net bir apandisit hikayesi verdiği için uzaktan tanı koydum, kuzenime sorarsan  ‘yok bacım bu öyle bir şey değil’.  Evet, kuzenimle konuşurken, bir şekilde çocuğun apandisit olduğunu biliyordum. Hani polisler ‘örümcek sezgisi’ derler, suçlunun kim olduğuna dair kuvvetli bir hisleri vardır. Bende de sanırım örümcek sezgileri hastalık tanısı koyarken devreye giriyor.  Buna artık ‘şifacı sezgiler’  demekten çekinmiyorum, nasıl olsa artık aktif hekimlik yapmıyorum.

Çocukluğumdan beri,  Annelerin (anneannem) babasının (büyükbaba), ermiş olduğu hikayeleri ile büyüdüm.  Onun geleceğe dair söyledikleri olduğu gibi çıkarmış, üstelik de öyle genel geçer sözler değil, son derece spesifik, nokta atışı kehanetler. Onun  bir mistik, bir şaman olduğu çok açık.

Yani, genlerimde de bir çeşit şifacılık damgası var. Hayat yolum böyle kurgulanmış. İlk kez toprakla uğraşıyorum ve hemen şifa bahçesi kurmak telaşına düştüm. Tatminkar bir başlangıç yaptım diyebilirim.

KOŞUN, KOŞUN ŞENLİK VAR , PALYAÇOLAR ÇOCUKLARI GÜLDÜRÜR

Trabzon’dayken Devlet Tiyatrosu sanatçılarının pek çoğunu tanırdım, bazıları ile dostluğum hala devam ediyor. Sanatla uğraşan insanların iç dünyaları sıradan insanlara göre daha renkli ve daha zengin oluyor.

Benim tanıdığım tiyatrocu sanatçılarının her biri kamu yararına olan projelerde, hele de çocuklarla ilişkili projelerde rol almaya çok hevesliydi. Sağ olsunlar, ne zaman çocuk yuvasında ya da hastanede bir faaliyet yapmak istesem, beni hiç kırmadılar, emekleri karşılığında tek bir kuruş bile talep etmeden, hatta yol masraflarını filan kendileri karşılayıp, büyük bir hevesle  talebimi yerine getirdiler.

Bu faaliyetlerden biri, planlanan faaliyetin çok ötesine geçtiği için yazmaya değer buldum. Yanılmıyorsam 2000’li yılların başlarıydı, çünkü ben henüz Ana Bilim dalı başkanı olmuştum.

O zamanlarda bizim yeni doğan servisi hariç 18 yataklı süt çocuğu servisi ve yine 18 yataklı daha büyük çocukların yattığı adolesan servisimiz vardı.

Bazen serviste çok ağır hastalar yatar, oldukça karamsar günler yaşanırdı. Tiyatrocu arkadaşlarıma güvenerek bir moral günü yapmayı düşündüm. Elbette hemen destek buldum. Benden yaş gurubumu öğrendiler, sonra müzik aleti çalabilen iki arkadaşlarını palyaço kıyafeti ile göndermeye karar verdiler. Çocukların genel havasına göre, serviste odadan odaya geçerek, hasta yataklarının başında, okul şarkıları söyleyecekler, canlandırarak masal anlatacaklar, biz de servisi balonlarla süsleyecek ve çocuklara hazırladığımız hediyeleri dağıtacaktık. Eğlence tarihini de yanılmıyorsam bir Cuma öğleden sonra olarak belirledik.

O hafta Salı günüydü galiba, bir hastayı taburcu etmek istedim, çocuk ağlayarak yatak örtüsünü yüzüne kapattı, ne yaptıysak çocuğu mutlu edemedik. Bu oldukça garipti çünkü daha önce eve gideceği için ağlayan çocuk görmemiştim. Sonunda derdini anladık, palyaçolar gelince hastanede olmak istiyordu. Bu olay üzerine ağzımdan, bu hafta taburcu olan çocuklar da eğlenceye katılsınlar diye o anda çok mantıklı gelen,  talihsiz olduğunu sonradan anladığım bir söz çıktı.

Sonuç olarak toplamda 40 değil de hadi bilemedin 60/70 oyuncak alıp bu işi toparlarız diye düşündüm.

O tarihte henüz yuvarlak hastane binasının inşaatı devam ediyordu, bütün birimler eski binalardaydı. Şimdi yuvarlak bina ile 11 katlı yüksek binanın arasında uzanan yassı bina genellikle polikliniklerin, laboratuvarların, idari birimlerin olduğu kısımdı. Zemin katta ve birinci katta iki bina arasında asansörlerin olduğu koridordan geçişler vardı. Uzun binada ise servisler bulunuyordu.

Pediatrinin mevcut polikliniklerinin hepsi birinci kattaydı. Aynı katta, bizim polikliniklerle, uzun binanın birinci katında olan servisimizin arasında, diğer birkaç bölümün daha poliklinikleri ve şimdiki Gastroenterolojinin yerinde bulunan başhekimlik vardı.

Cuma günü, gelecek olan tiyatrocu arkadaşları benden başka tanıyan olmadığı için, eğlence saatinden biraz daha önce servise yöneldim. Ancak ortada bir sorun olduğu görünüyordu, koridorlar insan kaynıyordu. Önce başhekimlerin başı dertte diye düşündüm. Çünkü daha önce de bir kez sosyal sigortalar kanununda bir değişiklik yapılıp da, bir çok hastanın paraları ödenmesinde problem çıktığı zaman, başhekimlik önünde böyle bir mahşeri kalabalığın toplandığını görmüştüm.  Kim bilir gene başlarında nasıl bir dert var diye düşünerek, asansörlere doğru yürümeye çalıştım.

Sadece yürümeye çalıştım diyorum, çünkü kalabalıktan yol almam mümkün değildi. Neyse ki kalabalıktan, hastaneden çalışan ve beni tanıyan  birkaç kişi çıkıp bana yol açtı da servisin kapısına varabildim. Servisin içi başka bir hikaye, çünkü ortalık insan kaynıyor. Ne oluyor demem kalmadı, servisin sorumlu hemşiresi bütün bu kalabalığın birim eğlence için toplandığını söyledi. Meğer başı dertte olan bizmişiz.

Bu kadar kalabalık nasıl toplandı diye sorunca, ben hani bu hafta taburcu olan çocuklar da gelebilir demiştim ya, bunu bu güne kadar bizim servisten taburcu olan herkes gelebilir diye algılamışlar. Bizim eski hastalar da yetmemiş, komşular duymuş,  Kalkınma mahallesinde ne kadar çocuk varsa, anneleriyle birlikte, soluğu hastanede almış. Sadece onlar da değil, hastaneden çalışan ne kadar temizlik işçisi varsa, çocuğunu kapıp getirmiş, çocuğu olmayan da merakından gelmiş.

Üstelik de her çocuk bayrama gelir gibi giyinip, süslenip gelmiş. Ortalık hevesle bekleyen çocuk ve daha da fazla yetişkinle insan kaynıyor.  Hiç saymadım ama çoluk çocuk en az 500 kişi var. Benim servise girdiğimi gören koridorlardaki herkes de servise hücum edince serviste adım atacak, nefes alacak yer kalmadı.

Oysa ben hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Bu kalabalığı görünce çok tedirgin oldum, çünkü günlerden beri solunum cihazında yatan bir hastamız vardı. Şu sırada çocuğa bir şey olsa, insanları yarıp yanına bile gidemeyiz. Bende bu şans varken kesin tam da bu karmaşada çocuk can verir diye paniğe kapıldım. Eğlenceyi iptal etmeye karar verip, tiyatrocu arkadaşlara telefon açtım, ki telefon kulağımın dibinde çınladı. Meğer tam da o anda, onlar da kalabalığı yarıp yanıma ulaşmayı başarmışlar.

Üzerlerinde palyaço kıyafeti olmadığı halde, çalgıları ve kıyafet çantalarını görüp gelenlerin, beklenen tiyatrocular olduğu anlaşılmıştı. Kalabalıktan inanılmaz bir heyecan yükseldi.

Artık geri dönüş yoktu.

Mecburen gençlere kıyafetlerini değiştirecekleri odayı gösterdim. Bir tarafım da çok huzursuz, öyle ya solunum cihazındaki çocuğa o anda bir şey olmasa bile, ben o çocuğun ailesi olsam, benim çocuğum ölürken, serviste eğlence yaptılar diye ömür boyu unutamam.

Palyaçolarımız odadan çıkarken ellerimi kaldırıp, kalabalığı susturdum ve çok da bağırmadığım halde, servisin her yerinden duyulabilen bir sesle, servisimizde yatan çok ağır bir hastamız var, şimdi sizden izin istiyorum, sessizce bekleyin, çünkü önce o hastanın yanına gideceğiz, daha sonra odadan çıkıp sizin için eğlenceye devam edeceğiz dedim.

Kollarımı kaldırarak bu sözleri söyleyince, asasını kaldıran Musa Peygamberin denizi yarması gibi, kalabalık önümde yarıldı, bana ve arkamdan gelen palyaçolara bir kişinin geçebileceği kadar yol açtılar ve biz hastamızın odasına görkemli bir giriş yaptık. Cihazda yatan çocuk 10 yaş civarında şu anda hastalığını hatırlamadığım ama günlerdir, bilinci kapalı bir şekilde yatan hiçbir ümidimizin kalmadığı bir hastaydı. O anda yanında 20 yaş civarında olduğunu düşündüğüm ablası refakatçi kalıyordu. Palyaçolardan birinin elinde bir gitar, diğerinde de flüt vardı. Gençler, sanki günleri hastalar arasında geçiyormuş gibi, hiçbir tedirginlik göstermeden çok yumuşak ve güzel bir ezgi çalmaya başladılar.

Bu sırada inanılmaz bir şey oldu, günlerden beri hiçbir hayat belirtisi göstermeyen çocuk, müziği duyunca, soluk borusundaki boruyu sabit tutan bantların arasından açıkça görülecek şekilde gülümsemeye başladı. Çocuğun güldüğünü görünce ablası ağlamaya başladı. Servis sorumlu hemşire arkadaşımla ben de önce gizlice sonra artık açıktan açığa ağlamaya başladık.

Dışarıdaki kalabalıktan da bir sabırsızlık belirtisi gelmediği için, gençler yarım saat kadar bu çocuğun başında çaldılar.

Daha sonra dışarı çıktılar. Aman ki aman, sanki serviste en meşhur bir pop yıldızı konser veriyor. Meğer herkes ne kadar eğlence meraklısıymış, hastanedeki temizlik personeli, mahalleli kadınlar, çocuklarla birlikte okul şarkılarına eşlik ediyor, el çırpıyorlar. Bu coşkuyu gören tiyatrocular da coştukça coştu, istek almaya bile başladılar, türküler, şarkılar söylemeye başladılar. Millet ayağa kalkıp yer bulamadıkları için oldukları yerde horon bile tepmeye başladı. Ortalık yıkılıyor, resmen kıyamet kopuyor.

Biz, bir hemşire arkadaşla, solunum cihazındaki çocuğun odasında nöbet tutarken, çocuğun ablası da dışarı çıkıp coşkuya katıldı.

Eğlence saatler boyu sürdü. Sonunda nihayet palyaçolar gitti, herkes istemeden de olsa dağıldı. Bize gelince gözlerimiz kıpkırmızı, başımız ağrıyarak, şükür bitti diyerek ayrıldık.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra çocuğumuz vefat etti. Aradan bir ay filan geçmişti ki bir gün ablası beni ziyarete geldi. Elinde çocuğun palyaçolarla birlikte çekilmiş resimleri vardı. Kardeşimi son anda güldürdünüz diyerek, ağlayarak teşekkür etti. Onu düşündükçe hep o son gülüşünü hatırlayacakmış.

O gün iyi ki eğlenceyi o çocuğun yatağının başında başlatmışım.

Bundan sonra akıllandık, bu tür eğlenceleri amfide yapmaya başladık. Ancak bir daha ne bu kadar kalabalık toplandı, ne de bu kadar eğlenceli oldu.

SAYIN HERŞEYİ BİLEN CAHİLLER, SİZ HİÇ AŞISIZLIKTAN ÖLEN, SAKAT KALAN ÇOCUK GÖRMEDİNİZ, AMA BİZ BU SESSİZ KURBANLARDAN ÇOK GÖRDÜK.

Şu günlerde inanılmaz bir aşı karşıtlığıdır körükleniyor. Artık bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlardan bıktım usandım. Yok efendim aşılar otizm yapıyormuş, yok efendim daha neler, neler…

Alın size kendi tecrübelerimden birkaç hasta…

Hacettepe ile ilgisi olan herkes  servis 38in,  2 yaş altındaki çocukların enfeksiyon hastalıklarının sevisi olduğunu bilir. Benim zamanımda pediatri asistanlarının en çok korktuğu servislerden biriydi, hem hastası çoktu, hem de ölümler çok fazlaydı. Burada çalışmak maddi manevi çok zordu,  bütün gün döne döne mayi takar, bir o hastaya bir ötekine koşup dururduk, ayaklarımıza kara sular inerdi, gene de her gün ölü verirdik. Bu bebeklerin pek çoğu, ondan bir aşı ya da ishalken su esirgendiği için ve iş işten geçene kadar getirilmedikleri için ölürdü.

Bu belalı serviste çalışırken 10 aylık adına ‘Berbat Süleyman’ taktığım bir bebek yatmıştı. Gerçek adını hatırlamıyorum, ancak bebeciği hiç unutmadım. Çok güzel beslenmiş, topuz gibi bir oğlancıktı. Muhtemelen hafif bir süt alerjisi olmalıydı, çünkü kıpkırmızı hafifçe kabuklanmış tombul yanakları vardı. Saçlarını büyük çocuk gibi tıraş etmişlerdi. O kadar güzel ve kendine özgü bir bebekti ki onu zihnimde sürekli eski Türk sinema filmlerindeki Ömercik tiplemesi gibi canlandırırdım. Üzerine askılı ve yamalı bir kot pantolon giydirip, başına kasket takıp, koltuk altına birkaç gazete tutuşturup sokaklarda gazete sattığını hayal ederdim. Lakabını da mahalleye kök söktürecek bir tip bu diyerek takmıştım, bu lakap ve betimleme çocuğa o kadar uygundu ki, bütün servis bebeğe ‘ senin Süleyman’ demeye başlamıştı.

Bu küçük bebecik kızamık ve kızamığa bağlı zatürre tanısı ile yatmıştı. Kızamık zatürre yaptı mı felaket bir şeydir. Giderek akciğerdeki hasar daha da derinleşir, hava kesecikleri kapanır, iş bu hale geldikten sonra da çocuk havasızlıktan boğularak ölür. O zamanlar elimizin altında şimdiki ilaçlar ve makineler de yoktu, yani iş bu hale geldi mi, artık elimizden pek bir şey gelmiyordu.

Berbat Süleyman’cık elimizin altında, testereyle tahta keser gibi hırlaya hırlaya, her nefes çabasında, göğüs kafesi omurgasına değecek derecede çekile çekile, bin bir işkence ile, çok ama çok zor yoldan can verdi.

Sebep; Süleyman kızamık aşısı olmamıştı. O zamanlar kızamık aşısı 1 yaşında yapılırdı, Süleyman’ın öldüğü sene, böyle kızamığa bağlı minik bebek ölümleri olduğu için, kızamık aşısı 9 aya çekilmişti.

Berbat Süleyman’ın adını hatırlamıyorum ama yaşadıklarını asla unutmadım. Şimdi zihnimdeki sadece bu bebeğin can çekişme görüntülerini, o gönül rahatlığı ile aşı karşıtı kitap yazan adama iletebilsem, biraz vicdanı varsa kendi kitabını kendisi toplatıp meydanlarda yakar.

Tabii hatıralarımda sadece Berbat Süleyman yok.

Yine asistanlıktan bu kez de 24ten yani 2 yaşından büyük çocuk enfeksiyon servisinden birkaç çocuktan söz etmeliyim.

Bunlardan biri çocuk felci olan 7/8 yaşlarında bir erkek çocuktu. Hastalık en ağır şekliyle vurmuş, solunum kaslarını da tutmuştu. Haftalarca, solunum cihazında kaldı nihayet solum kasları geri döndü, çocuk nefes almaya ve konuşmaya başladı, ancak bacaklarındaki felç tamamen yerleşti. Çocuk tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Bacaklarında hemen hemen hiç canlı kas kalmadığı için ameliyat şansı da yoktu.

Bu çocuğun babası polisti, yani pek de cahil bir insan sayılmazdı. Ziyarete sadece babası gelirdi, annesini hiç göremedim. Bir gün babası ile konuşurken aşı konusunu açmıştım ve hayatımda ilk kez, ‘inanç(!)’ kaynaklı aşı karşıtlığı ile karşılaşmıştım. Ben neden aşı yaptırmadınız, bakın çocuk hiç uğruna sakat kalacak dediğim zaman adam resmen üzerime sıçramıştı, o çocuğun kaderi buymuş, Allah’ın takdiri böyleymiş, ben kim oluyormuşum da takdiri ilahiyi sorguluyormuşum. Yani bir dayak yemedim işte o kadar. Adama, madem çocuğun hastalıktan korunması Allah’ın işine karışmak oluyor da, hastalanınca tedavi edilmesi Allah’ın işine karışmak olmuyor mu diye sordum. Sen kendi işine bak, dini konuları ilim sahiplerine bırak gibi saçma sapan bir cevap vermişti. Aramızda pencere teli olmasaydı gırtlağına sarılacak kadar sinirlenmiştim.

Sonuç; o çocuk her iki bacağını da kullanamaz bir halde taburcu oldu. Aldığım tıbbi geçmiş hikayesine göre hiçbir aşısı yapılmamıştı.

Yine aynı serviste bu kez kıdemli asistan olarak çalışıyordum. Melek isminde bir kız çocuğu yatmıştı. Çocuk ağır derecede tetanoz vakasıydı. Bütün bedeni tahta gibi kasılmıştı, ağzı kasılmış, dili dişlerinin arasında kalıp şişerek nefes yollarını kapatmıştı. Bu çocuk haftalar süren tedaviye cevap vererek yaşadı ve herhangi bir görünür sakatlığı da kalmadı. Ancak dilini o kadar kötü bir şekilde ısırmıştı ki, dilin büyük bir bölümü çürüdü. Her gün diline pansuman yaparken bu çürüyen kısımları temizlememiz gerekiyordu, sonuçta çocuğun dilinin sadece kökü ve ucunun da küçük bir parçasını kurtarabilmiştik.

Çünkü, bu çocuğun cildinde Ehler Danlos sendromu dediğimiz, ve cildinin sağlamlığını azaltan bir hastalığı vardı. Bacağına ufak bir çivi değmiş ve çocuğun bacağından büyük bir deri parçasını yırtmıştı. Aile çocuğun bu çeşit yaralanmalarına alışık olduğundan önemsememiş, tetanoz aşısını yaptırmamıştı.

Sonuç; Melek, küçük bir yaralanma sonucunda canını zor kurtardı ve ömrünü kalan kısmını dilinin büyük bir bölümü olmadan yaşamak zorunda kaldı.

Tabii bizim neslin tanık olduğu yeni doğan tetanoz vakalarından hiç söz etmiyorum. Bu vakaların her biri de anneleri gebeyken aşı olmadığı için ve doğum da sağlıksız koşullarda yapıldığı için kaybedildiler. Şimdi artık çok şükür bu vakaları görmez olduk. Gebeler aşı yaptırmazsa gelecek nesil doktorlar kolaylıkla, daha birkaç günlük bebek iken kasıla kasıla ölen bebekleri de görür.

Bu kez de Elazığ’da mecburi hizmet yaparken yatırdığımız difterili bir hastadan bahsedeyim. Muhtemelen benim neslimde difteri vakası görmüş birkaç doktordan biri ben olmalıyım. Difteri yani hani romanlara konu olan ‘kuş palazı’ hastalığı korkunçdan da korkutucu bir hastalıktır.

Hastalık bildiğiniz bademcik iltihabı gibi başlar ki gerçekten de bademcik iltihabıdır. Ancak, bu iltihabı yapan mikrop çok ağır zehirler salgılar. Bu zehirler birkaç gün içerisinde yukarıdan aşağıya doğru ilerleyen felce neden olur. Bizim hastamızın da önce boğaz kasları, ardından solunum kasları son olarak da kol ve bacakları felç oldu.

O hasta ile inanılmaz derecede uğraşmıştık. Günlerce, gecelerce başında elimizde aspirasyon cihazı ve ambu ile nöbet tuttuk, neredeyse her yarım saatte bir aspire ettik. Neyse ki oldukça yeterli bir solunum cihazımız vardı ve çok yakın takiple bu çocuk iyileşti. Ancak iyileşmesi haftalar sürdü, önce kol ve bacaklar, sonra solunum kasları, yani aşağıdan yukarıya doğru felçleri düzeldi.

Bu arada okulunda tarama yapıp 10 çocuğun boğazında da difteri mikrobu taşıdığını anladık. Ancak onlar aşılı olduklarından hasta olmamışlardı. Taşıyıcı vakaların toplum için büyük bir tehlike teşkil edeceğini bildiğimiz için onları da tedavi etmiştik.

Sonuç; çocuğunu aşılatmaya üşenen bu aile, hastane masraflarına büyük bir reaksiyon gösterip bizi gazetelere vermekten hiç erinmedi. Bütün yerel gazeteler bir boğaz iltihabı için bu kadar fatura çıkar mı diye veryansın ettiler, hastanemizi kötülediler.

Bir hasta da meslek hayatımın son yıllarından yazayım.

Bu da bir ‘inanç(!)’ bağlantılı aşı karşıtlığıydı. Çocuk boğmaca olmuştu, tabii ki aşı yaptırılmamış bir çocuktu. Aile benim ilaç firmalarıyla bağlantım olduğunda kuşku duyduğu için ilaç da kullanmıyordu. Ancak gene de  çocuklarını tedavi etmemi  bekliyorlardı. Bu ailede, hem anne, hem de baba üniversite mezunuydu. Hastayı özel muayenehaneme getirmişlerdi. Hem beni hem de servis çalışanlarını çok bunalttılar. İstanbul’dan birilerine telefon edip oradaki doktordan bir şeyler öğrenip gelip bizimle kavga ediyorlar, öte taraftan da çocuğa herhangi bir şey yapmamızı engelliyorlardı.

Sonuç; çocuğa ne oldu bilmiyorum, ben muayene parasını aileye iade edip İstanbul’a güvendikleri doktora sevk ettim. Ama bu çocuk bu kadar solunum sıkıntısını sadece kör cahillikten ötürü çekti.

Çocuğuna aşı yaptırmamayı düşünen aileler için yazdım.

Show Buttons
Hide Buttons