Category Archives: İz bırakan insanlar

GÜLÇİN’İN ZİYARETİ, ÇANKAYA’DAKİ EV VE HATIRLATTIKLARI

Bu hafta, fakülteden arkadaşım Gülçin Olcay (Gökseyitoğlu) ziyaretime geldi. Pandemi günlerinde olduğumuz için dışarıda çok az zaman geçirdik genellikle köydeydik.

Daha geldiği akşam, onu bahçe sulamaya götürerek sağlam bir kültür şoku yaşamasına sebep oldum. Bu yıl havalar oldukça dengesiz gittiği için, sebze bahçesi ve bostanda hiç bereket yok. Ben Gülçin’in kısmetine çok inanırım, sırf ona vermemiz için sebze olacak sanmıştım, ama giderken yanına bahçeden sadece biraz biber verebildik.

Hemen her sabah, kahvaltı yapar yapmaz, denize girmek için Lapseki’ye gittik. Bu yıl denize girmek için Lapseki plajlarını tercih ediyoruz, çünkü çevredeki albenisi ve bilinirliği en az olan plajlar bunlar, sadece Lapseki’de yaşayan insanlar geliyor ve ikindiye kadar oldukça sakin oluyor, plajlar öğlene kadar işletmeye bile açılmıyor. Biz her sabah denize girip biraz güneşlendikten sonra insanlar gelmeye başlayınca geri döndük.

Sadece bir sefer de komşu köyümüzde yeni açıldığı için henüz kimsenin pek bilmediği bir at çiftliğine gittik, açık havada ve çok güzel bir manzara eşliğinde çay içtik.

Bunun dışında sürekli evdeydik. Avluya iki şezlong yaptırdım, geniş olduklarından, üzerlerinde yatak gibi yatılabiliyor. Tam da perseid meteor yağmuru günlerine denk geldik, geceleri şezlonglara yatıp yıldızları seyrettik. Gökyüzü çok güzeldi, fakat her nedense meteorlar Gülçin’in bakmadığı zamanlarda kaymayı tercih ettiler. Ben ise hayatımda gördüğüm en uzun ve güzel yıldız kaymalarını gördüm. Bu sefamız sırasında her gece bir kurbağanın haç yolculuğu gibi avluya geldiğini fark ettim, acaba onu öpmemizi bekleyen gizli bir prens mi diye dalga geçtik.

Kayda değer bir şey de deniz tarağı yiyişimizdi, çünkü Gülçin, deniz tarağının tadını merak ediyordu, ben de sırf onun için biraz alıp buzluğa atmıştım. Yemek programlarında sürekli kararında pişirilmezse çok kötü olduğu söylendiği için korkarak pişirdik ama gayet başarılı oldu. Böylece Gülçin’e iyi bir doğum günü yemeği yapmış olduk.

Geçen yıl, Gülçin’le ağustosun son haftasında beraber Gökçeada’da tatil yapmıştık. Gülçin ağustos doğumludur, geçen yıl doğum gününden hemen sonra gelmişti, bu yıl ise hemen önce geldi. Bir türlü doğum gününü denk getiremedik, ancak geçen yıl temsili bir pasta kesmiştik, bu yıl ise pastaya kimsenin ihtiyacı olmadığını düşünüp, cevizli sucuk ile tabağa dekor yapıp bir dilek mumu üflettik. Yani aramızda doğum günü olmayan bir günde doğum günü kutlama gibi bir gelenek gelişmeye başladı.

Gülçin benim 1974 yılından beri arkadaşım, birlikte geçirdiğimiz ilk yılların anıları artık zihnimizden silinmeye başlamış, bir türlü netleştiremedik. Benim hatırladıklarımı o hatırlamıyor, onun anlattıklarını ise ben. Her ikimiz de Anadolu’dan gelmiş (Gülçin Sivaslı) iki kız çocuğu olarak, Ankara’daki ilk günlerimizi nasıl geçirdiğimize dair anılar oldukça silinmiş.

Bizden bir yıl sonra Gülçin’in kız kardeşleri de Ankara’ya geldikleri için onlara bir ev tutmuşlardı. Bu kız kardeşler (Gülay ve Güler), Gülçin’den sadece bir yaş küçük olan ikizler. Herkes onları birbirine karıştırırken, benim için sadece normal iki kardeş kadar benzerlerdi, hiç karıştırmazdım. Çünkü çocukluğumda onlardan çok daha fazla benzeyen bir başka ikiz kız kardeşle çocukluk arkadaşıydım, onları uzaktan ve arkadan görsem bile ayırt edebiliyordum. İlk ikizlerden edindiğim tecrübeyle bu ikinci ikizleri hiç karıştırmadım.

Önce Çankaya taraflarında bir apartmanda kalıyorlardı. Ben de neredeyse evin dördüncü kızı olarak o evde epeyce zaman geçirirdim. Dört kız çocuğu bir araya gelince ne yapar? Mesela ilk manikürümü o evde Gülçin yapmıştı.

Kızların üçü de oldukça şık giyerler, hepsinin vücutları da çok biçimli olduğundan ne giyerlerse yakışırdı. Gerçi hayatımızın bir döneminde o günün koşullarına uygun bir şekilde Gülçin de ben de parka, kot, bot üçlüsüyle ve erkek tıraşıyla militan gibi gezindiğimiz de olmuştu. Bu kıyafetlerle gezindiğimiz halde olaylardan uzak kalırdık. Hatta bir seferinde okulun önündeki meydanda toplanılmıştı, bir anda polis öğrencileri kovalamaya başladı. Herkes Kızılay’a doğru koşmaya başladı, biz muhtemelen sivil polis olan seyyar satıcıdan simit alma numarası ile durduk. Bir anda herkes bizim yanımızdan geçmiş oldu, biz geride kaldık. O gün kaçan herkes ama herkes yakalandı ve geceyi karakolda geçirdi, ertesi gün uykusuz gözlerle okula geldiler. Biz de herkese uyup koşmuş olsaydık, karakolda sabahlayacaktık, belki de o kılıklarımızla militan sanılıp, hırpalanacaktık.

Kısa süreli militan modamızın dışında Gülçin gayet şıktır, mesela sürekli topuklu ayakkabı giyer. Ayakları da oldukça biçimli olduğundan ayakkabı mum gibi durur. Benim ayaklarımda ise sanki hızar var, bir kez giydiğim ayakkabı akşama eskimiş olur. Tabii bu ayaklarla, sürekli dümdüz ayakkabılar giyerim. Bir gün Gülçin’in ayakkabı dolabına baktım, gözlerime inanamadım, bütün ayakkabıları en az 10 santim yüksekliğinde, incecik topuklu, benim giymeyi hayal bile edemeyeceğim ayakkabılar. Bunları nasıl giyiyorsun diye sordum, o da gayet rahat giyiyorum, ben de senin ayağındaki ayakkabıyı öldürsen giymem dedi. Ben, onunkini giyemeye kalkışsam beni öldürmeye hiç gerek yok ki, büyük olasılıkla ayakkabının üstünden düşüp, kafamı yararak, zaten kendim ölmeyi başarırım.

Benden çok daha feminen bir giyim tarzı vardır, ancak takı takmaz, ben ise takı delisiyim. İkimiz de pek makyaj yapmayız.

Bir başka benzemez tarafımız da beden termostatlarımız. Soğuk sever, evini ısıtmaz, kış günü bana sorsan çıplak dolaşır.

Benzer taraflarımız da çoktur, mesela ikimiz de yemek yapmayı severiz, mesleklerimiz konusunda çok ciddiyiz, hatta bu ziyaretinde aynı yazarları okuduğumuz fark ettik.

Bütün benzer ve benzemez taraflarımız, bir araya geldiğimiz zaman yok olur, aradan geçen zaman da silinir.

Gene eskiye dönecek olursam, Çankaya’daki evden en çok hatırladığım şeyler insan zihninin tuhaflığını ve gençlik tecrübelerinin hayat boyu nasıl bizimle kaldığını göstermesi açısından çok ilginç.

İkizlerin okulu bizimkinden erken kapandığı için, yıl sonunda birkaç hafta Gülçin’le ikimiz yalnız kalırdık. Yatakların içerisinde oturur, ellerimizde derslerde tuttuğumuz notlar, birimiz yüksek sesle okuyarak, diğerimiz de kendi notunu takip ederek, eğer farklı bir şey varsa ekleyerek, tartışarak, anlamaya çalışarak, çıkacak soruları tahmin ederek, saatlerce ders çalışırdık. İlk sene Gülçin organik komitesi yüzünden ikinci sınıfa devam edemedi. Yani sınıfta kalmadığı halde bir yıl kaybetti, o nedenle daha sonra birlikte ders çalışamadık. Ama o evde edindiğim gece çalışma alışkanlığı devam etti, önceden hep sabah erken kalkıp ders çalışırdım, o yıldan sonra ise her sınava hazırlanma sürecimde koynumda kitaplarla uyudum.

Trabzon’da sapsarı tereyağına alışık birisi olarak, Sivas’tan gelen, kar beyazı manda tereyağını çok yadırgardım. Manda yağı yiyene kadar sadece rengi koyu sarı olan tereyağlarının lezzetli olduğuna dair sarsılmaz bir inancım vardı. Her kahvaltıda o yağı bu kez lezzetsiz bulacağımı düşünerek yerdim ve her seferinde  lezzetli olmasına yeniden şaşırırdım.

İnanılır gibi değil, ama o yaşımda bile, bir gece uzun uzadıya düşünüp, herhangi bir şeye karşı sırf benim bildiğimden farklı diye önyargılı olmamam gerektiğini kararlaştırmıştım. Bir çok insanın önyargılı olduğu pek çok şeye karşı herhangi bir duygu yüklemediğimi defalarca gözlemlediğime göre bu kararımı daha sonraki hayatım boyunca kullanacak şekilde içselleştirmişim.

Ey manda tereyağı sen nelere kadirsin (!).

Bir başka hatırladığım ufak ama daha sonra bende etki bırakmış olan şey ise, komşuları olan bir Balkan kökenli hanımın, adet sancısını dindirmek için bize verdiği elma şarabıdır. Gerçekten de işe yarardı. Bu şarap benim ileride geleneksel tedavi yöntemlerine sıcak bakma sebeplerimin temeldir.

Elma şarabı deyip geçmeyin(!)

O evle ilgili hatırladığım şeylerden biri de bir gün evde yalnızken banyo yapmaya kalkışıp, şofbeni patlatmamdır. Aslında sadece biraz kirpiklerim yandı, ama çok korkunç bomba gibi ses çıktı. Apartmandaki bütün komşular kapıya geldi, üzerime havlu sarılı iken kapıyı açıp insanları yatıştırmam gerekmişti.

Bu konuda da dejavüler yaşadım (!).

Elazığ’da mecburi hizmet yaparken de şofben patlattım, kirpiklerimi, kaşlarımı yaktım. Elazığ’da bir sefer de mutfak dolabım duvardan kopup, büyük bir gümbürtüyle önce mutfak tezgahına, sonra da yere düşüp,  bütün mutfak eşyamı kırmış, Çankaya’daki evde olduğu gibi, bütün komşuları kapıma yığmıştı. Bu kez de üzerimde gecelikle komşulara kapı açmak zorunda kalmıştım.

Çankaya’daki evle ilgili bir başka hatırladığım şey ise, alt katlarında oturan Pakistanlı ailenin dairesinden gelen kesif baharat kokusudur. Aile taşındıktan aylar sonra bile apartman kapısından girerken o koku burnuma dolardı. Hayatım boyunca bu kokuyu hatırlayıp, yaptığım herhangi bir yemeğin ana malzemesinin kokusunu bastıracak kadar baharat kullanmadım.

Demek ki doğru dürüst hatırlayamadığımız o evden hayatımıza ne kadar çok şey katılmış.

Gök seyir terası
Temsili mum üfleme
Bu yıl pastası bu
Geçen yıl daha medeniymişiz
Lapsekide boş plajlar

DOKTOR EVLERİNDEN ÇOCUKLUK ARKADAŞLARIM, DÜN SEDEF VE YEŞİM GELDİ, BİR KAÇ SAATLİĞİNE KIZILKEÇİLİ, YILDIZLI OLDU.

Çocukluğumun yazları, ilkokul üçüncü sınıftan sonra, Trabzon, Yıldızlı köyünde, doktor evlerinde geçti. Bizim taraftaki evlerde arazi bir hayli dik olduğundan müstakil birer alt kat vardı. Burada yaşamak çocuklar için o kadar elverişliydi ki, bu katları kiralayan  aileler genellikle uzun yıllar boyunca her yaz gelirdi.  Bizim alt katı sadece Ulusoy ve Ustaoğlu ailesi kiraladılar ve yıllarca mahallemizin sakini oldular.

Trabzon’da yıllarca göz hekimi olarak çalışan Cenap amca ve eşi Aysel teyzenin, yaşları sıra ile benden 1,2 ve 4 yaş küçük olan sırasıyla Sedef, Yeşim ve Uğur adında 3 kızları vardı. Özellikle Sedefin yaşı bana çok yakın olduğundan çok güzel arkadaşlık yapmıştık, fakat sonra yıllar boyu herkes bir yere gitti, uzun yıllar görüşemedik.

Yaş biraz ilerleyince insan hep eski zamanları hatırlayıp, şimdi ile kıyaslıyor, dikkat ediyorum, bu kıyaslamalar çoğunlukla şimdiki zamanın yerilip, geçmişin yüceltilmesi amacıyla yapılıyor. Oysa her devrin kendi dinamikleri ve güzellikleri var. Örnek verecek olursam, Ustaoğlu ailesiyle yeniden buluşma sosyal medya aracılığıyla gerçekleşti.

Çanakkale’ye  taşındığımızı  sosyal medya aracılığıyla duyurduğumuzda,  Uğur ve Sedef  hemen annelerinin de o sırada Çanakkale’de olduğunu bildirdiler. Böylece Çanakkale’ye geldiğimiz ilk günlerde, yıllar sonra Aysel teyzeyi görme şansım oldu.

Aysel teyze gençliğinde hafifçe toplu,  yazlık kıyafetleri içerisinde bile gayet bakımlı, alımlı bir hanımdı. Tam zamanlı ev hanımı ve anneydi, yani çalışmıyordu.  Disiplinli bir anneydi. O zamanlar çocuk eğitimi şimdiki gibi değildi; çocuklara sorumluluk verilirdi. Hem benim annem hem de Aysel teyze özellikle yaz aylarında bizlere ev temizliği, mutfak işleri yaptırırlardı. Bu işlerimiz bitmeden, izin almadan denize bile gidemezdik. Annem her zaman ‘ne yapsan elinle o gelir seninle’ der, bana o küçük yaşımda yavaş yavaş yemek bile yaptırırdı.

Aysel teyze, Sedef’in yaşı bana yakın olduğu ve iyi anlaştığımız için, arkadaşlık etmemizi çok teşvik ederdi.

Bir gün annem benden kızartma yapmamı istemişti. Evde koku olmasın diye kızartma bahçede gaz ocağının üzerinde yapılırdı. Benim annem ilkokul öğretmeniydi, şimdi düşününce onun benden bir şey yapmamı istediği zaman nasıl yapacağımı neredeyse ansiklopedik bilgi vererek sebep sonuç ilişkisi göstererek anlatıp, öğrettiğini hatırlıyorum, demek ki mesleki bilgilerini anneliğine de uyguluyordu.

O gün de ilk defa kızartma yapacaktım, annem bana güzelce yağı yakmadan nasıl kızartma yapacağımı, sebzelerin yağa koku bıraktığı için kızartılma sırasını, sosun tarifini güzelce anlatmıştı. Hatta sebzeleri kızgın yağa atmadan önce iyice kurulamazsam su damlalarının buharlaşıp,  yağı nasıl sıçratacağını anlatıp bayağı fizik ve kimya dersi vermişti.  Ben de bütün bu bilgiler ışığında kendimden gayet emin kızartma yapmaya başladım.

O sırada Aysel teyze de yukarı çıkıp beni gördü ve ne yaptığımı sordu. Kızartma yapıyorum dedim. Kadıncağız yanılıp ‘nasıl yapıyorsun bakiyim’ diye sormasın mı, ben hemen annemden biraz önce öğrendiklerimi sular seller gibi anlattım. Kadıncağız sanırım ben yıllardır kızartma yapıyorum sandı. Hemen ‘Sedeeeeef, bak Ayşe nasıl yemek yapmayı biliyor’ diye seslendiğini hatırlıyorum. Büyük ihtimal o günden sonra Sedef’e yemek yapmayı öğretmiştir.

Çanakkale’de Aysel teyzeyi ziyarete gittiğimde elbette ki yaşlanmıştı, ama fiziksel olarak çok da değişmemişti, ancak bizi görünce acı acı Cenap amcanın ölümünü anlattı, bu olayı bir türlü atlatamadığından söz etti.

Rahmetli Cenap Ustaoğlu, Trabzon’da iyi tanınır, çünkü uzun yıllar Numune hastanesinde göz hekimi olarak çalışmıştır.   Hatta beni de lise sonda bir göz problemim olduğunda muayene etmişti. Bir sefer de anneannemi (Anneler) götürmüştük. Anneler karşısında doktor olarak bu zarif İstanbul beyefendisini görünce nasıl konuşacağını şaşırmış, kibar kibar ‘coruyurum, coruyurum’ (görüyorum) diyerek muayene olmuştu.

Cenap Amca ile ilgili en net hatırladığım şey ise bir doktor babanın romanlara konu olabilecek imtihanıdır. Yeşim’in gözüne cam batmış ve gözünün merceği dışarı fırlamıştı. Bir başka göz hekimiyle birlikte, kendi kızının ameliyatına girmiş ve başarılı bir ameliyat yapıp gözü hiç hasarsız kurtarmıştı. Ben o sıralarda henüz lisedeydim ama adamcağızın neler çektiğini bir şekilde hissetmiştim.

Daha sonra Yeşimi ziyarete gittiğimizde, normal odada değil, doktor odasında bir sedyede yatıyordu. Ben de bademcik ameliyatı olup bol bol kanadığımda aynen orada yatmıştım. Demek ki çok yakın birileri ameliyat olunca gözümüzün önünde olsun diye odalarına bir sedye atıp, hastayı orada yatırıyorlardı. Bizim nesil doktorlar hiç böyle bir uygulama yapmadık. Sanırım servislerde hemşire azdı, kendi odaları ise ameliyathanenin hemen kapısındaydı, takip ve gerekirse acil müdahale için böyle bir çare bulmuşlardı.

Cenap Amca çok genç yaşta, bir tıbbi hata sonrasında aramızdan ayrıldı. Aysel teyze bu ani ve beklenmedik kaybını hiç atlatamamış, ilk günkü tazeliğiyle anlatıyor.

Dediğim gibi ben en çok Sedef’le arkadaşlık ederdim, Yeşim teyzemin kızı Sibel’in akranı, Uğur da Teyzemin oğlu Ahmet’in sınıf arkadaşıydı.

Yukarıda iş yapardık filan diye yazınca hanım hanımcık kızlar olduğumuz sanılmasın. Aslında geri dönüp bakınca yaptığımız tek kızsal şeyin, bir kere Sedef’in sırtında gördüğüm siyah noktaları sıkmak olduğunu hatırlıyorum.

Hepimiz derece enerjik çocuklardık, ama Uğur bir başkaydı. Sanırım Aysel teyzenin elinde kısıtlı sayıda ‘dur/otur’ mayası vardı, Sedef’e yetti, Yeşim’e biraz kaldı, Uğur’a sıra geldiğinde ise maya bitmişti.   

Ne demek istediğimi örnekle anlatacak olursam mesela denize girdiğimizde eğer dalga yoksa hiç kıyıda oyalanmaz doğru dalyana yüzerdik. (Denizde kıyıdan bir hayli uzakta kum birikintisi olurdu, buraya dalyan derdik.) Deniz dalgasız ise derhal buraya yüzer deliler gibi dibe dalardık, kim daha fazla kum çıkarak yarışmaları yapar, kulak zarlarımızı ciğerlerimizi sonuna kadar zorlardık.

Dalga varsa kıyıda kalıp, kendimizi dalgalara bırakıp, viya kayar, dalgalara kapılıp nefessiz kalır, kıyıdaki çakıllara çarpıp dizlerimizi, dirseklerimizi parçalardık.

En çok sevdiğimiz deniz oyunu da kocaman bir kamyon lastiğine karşılıklı oturup, bata çıka tahterevalli oynamaktı. Bu sırada sevincimiz içimize sığmaz tiz çığlıklarla boğazımızdan fışkırır, kahkahalarımız ta uzaklardan duyulurdu.

Denizden tırnaklar morarmadan, parmaklar buruşmadan asla çıkmazdık, kıyıda önce tek ayak üzerinde tepinir, kulaklarımıza, burnumuza dolan suları çıkarır, sonra kendimizi kızgın kumların içine atardık. Öyle, şezlongtu, hasırdı hiç aramazdık. Ne kadar yıkanırsak yıkanalım ya boyu saçlarımızdan kulaklarımızdan burnumuzdan kumlar hiç eksik olmazdı.

Asla kavga etmek, küsmek huylarımız yoktu. Gerekli zamanlarda uslu olmayı da bilirdik. Mesela Sedef’le saatlerce Ömer’in odasındaki sedirde kıpırtısız, sessiz oturup müzik dinlerdik.

Gece olunca da pestil gibi uyuyup, sabaha kadar bedenlerimizi şarj ederdik. Şimdiki çocuklardan çok farklıydık yani.

Yeşim’le Uğur ise çok daha enerjiktiler, balıkçı teknelerinin en tepelerinden balık gibi denize atlar, denizin altından metrelerce yüzüp, öteden çıkarlardı. Köyden komşumuz, Hurşit’i kandırıp, onların takalarıyla balık tutmaya gider, saatler sonra dönerlerdi.

Özellikle Uğur inanılmaz atletikti. Ağaca çıkmak gerekse fırt en tepeye herkesten evvel çıkar, bisiklete biner, kayalara çıkar hiç boş duramazdı. Sanki daha önceki hayatında köle olarak yaşamış da bu hayatta her an özgürlüğün tadını çıkarması gerekiyormuş gibiydi. Daha sonra mühendis ablalarının aksine müzisyen oldu, ama hala aynı gözü karalığı devam ediyormuş, dalgıçlık da yapıyormuş. Aileden bir tek onu henüz yeniden göremedim.

Hiç mızmızlık yapmayan çocuklardı. Bir kere Yeşim’in burnu kanamıştı. Ama öyle böyle değil resmen bir hamam tası dolduracak kadar kanamıştı. Hemen ben küçük hemşire olarak burnunu sıkıp kanamayı durdurdum. Sedef yerleri sildi. Kanama durduktan sonra oyuna kaldığımız yerden devam ettik.

Yeşim, KTÜ’de Mimarlık okurken bizim Nermin’in de öğrencisi olmuştu. Daha sonra sinemaya merak sardı, önce kısa filim çekmekle başladı, şimdi yaptığı, yönettiği bütün filimler ödül alıyor. Adı Türk sinema tarihinde çoktan yerini aldı.

Sedef de benim gibi çok yoğun bir iş hayatından sonra emeklilikte köyde yaşamayı seçti. Aşağı yukarı benimle eş zamanlı olarak Göcek’te bir köyde yerleşti. Şimdi Yeşim de aynı köye yerleşiyor. Demek ki çocukluktaki doğa sevgisi herkesin içinde kalmış.

Geçen ay yoga kampından dönerken Sedef’e uğramıştım. Böylece yıllar sonra onu da görmüş oldum. Bana ona ördüğüm yeleği çıkardı, 40 yıldan uzun süredir saklamış. Aslında o yeleği kendime örmüştüm, siyah bir yelekti ama üzerinde bir sürü desen vardı, diğer işlerimden kalan renkli yünleri değerlendirmiştim. Yeşim o yeleği çok sevdiği için ona da aynısından örmüştüm ama renkli yünler yetmediği için o yeleğin arkası düz siyahtı. Yeşim bu yeleği o yıl hiç çıkartmamış, hemen her gün o yelekle okula gitmişti. Daha sonra da benim asıl yeleğimi Sedef’e vermiştim, bu yeleği hala saklıyormuş, bu yıl evine gittiğimde hemen ortaya çıkardı.

Çok duygulandım tabii.

Şimdi daha sık görüşeceğiz, çünkü Aysel teyze bu kış Gelibolu’da kalacak, onu ben de sıkça ziyaret edebilirim. Kızlar da annelerini görmeye geldiklerinde görüşürüz.

 Dün Göcek’e giderlerken Sedefle Yeşim uğradılar. Balkonda oturup tamamen Trabzonun yöresel yemeklerinden oluşan mütevazi bir öğle yemeği yedik. Çok güzel bir gün oldu.

Sedefle Göcekte, meşhur yelek de önümüzde
Sermin, ben,Yeşim, Sedef, bizim balkonda

HİLAL MOCAN İLE DAYANMADIK NE PARTENON NE PENTAGON KAPILARI BIRAKTIK

Geçen ay Trabzon’daydım. KTÜ’de de biraz zaman geçirdim doğal olarak. Hatta önümüzdeki yıl eski/yeni hocaları, asistanları bir araya getirdikleri  bir bilimsel toplantı yapmak niyetleri varmış. Ben tabii hemen gitmek için söz verdim. Ne de olsa en eski hocalardan biriyim. Ben gittiğim zaman sadece Tahsin Teziç ve Asiye Nuhoğlu hocalar KTÜ pediatri’den ayrılmıştı. Tahsin hoca endokrinci olduğu için meslek hayatım boyunca onunla bir hayli görüştük. Asiye hocayı ise Trabzon’a geldiği birkaç seferde tanıdım.

Continue reading… →

ÇANAKKALE, COĞRAFYASI, İLÇELERİ, SON OLARAK BAYRAMİÇ’E, AYŞENUR KASIMOĞLU’NU ZİYARETE GİTTİK, ORMANDAN BÜYÜLENİP DÖNDÜK.

Çanakkale ilinin coğrafyası oldukça ilginç özellikler gösteriyor. Mesela Çanakkale ilinin toprakları (aynen İstanbul gibi)  iki ayrı kıtada bulunan iki yarımadadan meydana geliyor.

Dünyada Gallipoli adı ile bilinen ve dünyanın en ünlü savaş alanlarından biri olan Gelibolu yarımadası, Trakya yarımadasına incecik bir kıstakla bağlıdır. Çanakkale ilinin Asya kıtasındaki toprakları da, Biga yarımadası adını alır.

Continue reading… →

KARDEŞ ÜNİVERSİTE, ORBAK AİLESİ VE ERZURUM’DA BİR HAFTA SONU TOPLANTISI

Geçen hafta sonu gene Erzurum’daydım.  Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi benim kardeş Fakültem, 2000’li yılların başında bir yıl boyunca rotasyon yapmıştım. Her Pazar günü Erzurum’a gidip, Cuma günü Trabzon’a geri dönüyordum.  Bu,  3-4 saatlik yolu giderken, Zigana ve Kop dağları dahil,  birkaç ciddi dağ sırası geçer, iklim, mevsim ve coğrafya değişiklikleri yaşarsınız. Sıfır rakımdan başladığınız yolu , 1900 metre yükseklikte kurulu bir kentte tamamlarsınız.

Continue reading… →

Bİ SEMRA MACERASI, CUNDA, RODOS, SİMİ, O ADA SENİN BU ADA BENİM YELKOVAN KUŞLARI MİSALİ BİZ

Artık Egeli oldum ya, Hacette sınıfımızın Ege taifesine dahil oldum. Bu arkadaşlar, son yıllarda, birkaç ayda bir toplanıp,  bir hafta sonu geçiriyorlarmış. Bu kez de Marmaris’te (Servet Baysal’ın ev sahipliğinde) bir hafta sonu geçirmeye karar verilmiş.  Semra Haver Uğurgelen ile birlikte mademki bu kadar yol gideceğiz, bari biraz da çevreyi gezelim düşüncesi ile mini bir tatil planı yaptık.

Continue reading… →

KIBRIS BARIŞ HAREKATI, TRABZON LİSESİNİ BİTİRDİĞİM, HACETTEPE’YE KAYIT OLDUĞUM YAZ, GAYE ÖNAL (USLUER) İLE TANIŞTIĞIM GÜN YAPILMIŞTI

 

Su gibi akıp gidiyor derler ya, zaman hiç de öyle su gibi akmıyor, geçip gitmek için kendine has yöntemleri var.

 

Zamanın akma hızı, tamamen insanın duygularına bağlı göreceli bir şey. Mutlu olduğun, sevdiğin bir şeyi yaptığın anlar hızla tükenip geçerken, beklediğin, ağrı çektiğin, umutsuz olduğun zamanlar  bir türlü bitmez.

 

Bir de geçmişte geçen zaman var ki, bunu gerçekçi değerlendirmek  daha da zor. Birisi bir şey söylüyor, bir şey hatırlıyorsun, birden bire arada geçmiş olan zaman dilimi siliniyor, anılar üst üste yığılıp, yıllar önceki anlar şimdiye ekleniyor.

 

Birkaç gün önce Kıbrıs Barış Harekatının 43’üncü yıl dönümü idi.  O yıl ben de liseden mezun olmuştum.

 

Lisenin son senesinin başında annemi kaybetmiştim, o yıl doğal olarak çok kırılgan bir ruh sağlığım vardı. Bir sosyoloji yazılısında bir soruya iki kez cevap yazmıştım. Hem de öyle birkaç kelime değil, sayfalar dolusu yazmış, aynı soruyu iki kez cevapladığımı, birine ise hiç cevap vermediğimi  fark etmemiştim. Kafam o derece  dağınıktı.

 

Gene de o yıl, her nasılsa liseyi takıntısız bitirmeyi başarmıştım.

 

Üniversiteye giriş sınavında, kendimce, oldukça iyi bir sınav vermiştim. Ancak daha sonra konuştuğum bazı arkadaşlarım sınavın çok kolay olduğunu ve çok iyi cevapladıklarını söylemişlerdi. Bana o kadar da kolay bir sınav gibi gelmemişti, üstelik kafamın ne kadar dağınık olduğunu da biliyor, saçma sapan bir şeyler yapmış olma olasılığını da göz önünde bulunduruyordum.

 

O güne kadar ve o günden sonra girdiğim bütün sınavlarda kaç alacağımı büyük bir gerçekçilikle hesap edebilen bir öğrenciydim. Hayatımda sadece üniversiteye giriş sınavında kaç puan alacağımı tam olarak kestiremedim, her türlü sonuç olasıydı.

 

O zamanlar henüz internet keşfedilmemişti, üniversiteye giriş sınavdan bir ay kadar sonra, sonuçlar posta yolu ile  adaylara gönderiliyordu. Şansıma benim sonuçlarım tanıdığım bütün arkadaşlarımdan daha geç geldi.  Kendi zarfımı beklediğim o hafta kadar uzun bir hafta daha geçirdiğim çok ender olmuştur.

 

Belirsizlik ve beklentiler, zamanı tel gibi büküp, çekip, dolayıp, uzattıkça uzatıyorlar. Ertesi hafta pazartesi günü sabahı nihayet,  Hacettepe Tıp kazandığımı öğrenebildim. O anda zamanın akışı normale binmiş, hatta kısalmış gibiydi, çünkü sevinçliydim.

 

Temmuz ayında okula bizzat gidip, kayıt olmamız gerekiyordu. Ben de sadece birkaç gün kalmak üzere Ankara’ya, dayımın evine gitmiştim. Kayıt olup dönecektim. Ancak, Hacettepe’de,  heykelin olduğu meydan adaylarla dolu idi, ilk iki gün mümkün değil, sıra bana gelmedi. Son gün gene uzun kuyruklar oluşturmuş sırada bekliyorduk. Önümde bekleyen kız,  arkasını dönüp bana baktı ve konuşmaya başladık. O kara gözlü, güzel dişli kız benim üniversitedeki ilk arkadaşım Gaye Önal idi. Neyse son gün, Gaye ile peş peşe kayıt olmayı başardık.

 

Ertesi gün Trabzon’a dönecektim. Ancak insanlar plan yapar kader gülermiş. O gün Kıbrıs Harekatı oldu ve bütün uçak, vapur, otobüs seferleri belirsiz bir tarihe kadar iptal edildi. Ben birkaç gün kalmak için gittiğim dayımın evinde aylarca, ilk yarı yıl bitene kadar kaldım.

 

Gaye ile kayıt sıralarımız bir biri ardınca olunca, İngilizce hazırlık sınıfında aynı sınıfa düştük. Laboratuvardan bozma sınıfımızda en ön sıranın başındaki, ilk iki kolçaklı sandalyeyi sahiplenip bütün bir yıl boyunca aynı sandalyelerde oturduk.

Tanıştığımız gün başlattığımız, incir çekirdeğini dolduran, doldurmayan, sohbeti devam ettirdik, bütün yıl boyunca ayrılmaz bir ikili oluşturduk.

 

Gaye her hafta sonu Eskişehir’e ailesinin yanına gider, hafta başında dönerdi. Bir seferinde sanırım Eskişehir’de hayatında ilk kez cilt bakımı yaptırmış, sonra da bana uzun uzadıya anlatmıştı. Ben ise cilt bakımı diye bir şeyi ilk kez duyduğum için büyülenmiş gibi dinlemiştim. Öyle ki heyecandan teneffüse bile çıkamamıştık.

 

Gaye bir gün bana, Hacettepe’nin önündeki yokuştan bahsetmişti, o yolu yokuş olarak değerlendirmesine çok şaşırmıştım. Daha sonra bir hafta sonu ben de onunla birlikte Eskişehir’e gittim. Eskişehir’in, Trabzon’la kıyaslanınca dümdüz bir ova olduğunu görünce o yola neden yokuş dediğini ancak anlamıştım.

 

Hiç unutamadığım bir anı da Mehmet adında, Irak Türkmenlerinden bir arkadaşımızla ilgili.  Ben ailenin içinde en esmer birey olduğum için yıllar boyunca evde ‘’kara böcek’’ diye sevilmiş, ‘’kara böcek’’ diye azarlanmıştım. Kendimi oldukça esmer sayıyor, bununla gurur duyuyordum.

Bir gün, sınıfın önündeki koridorda, Gaye ile ben kaloriferin üzerinde oturuyorduk. Mehmet yanımıza gelip konuşmaya ve  hasretle ailesinden bahsetmeye başladı. Benim 5 kardaşım var, 2 tene de bacım var, biri kumral Gaya gibi deyip Gaye’ye baktı, öbürü bembeyaz aynen senin gibi deyip bana baktı. Nutkum tutuldu. Ben mi beyazım? Resmen hakarete uğradım.  Hemen Gaye’yi kaptığım gibi tuvaletlerdeki aynanın önüne koşturdum. Aynaya bakıp ten renklerimizi karşılaştırdım. Gaye neye uğradığını şaşırdı, ne yaptığımı anlatınca da, ‘’Allah iyiliğini versin’’ diyerek çok güldü.

 

 

O günlerde hayatın bize neler getireceğini bilmiyorduk.

Sonra ikimiz de akademisyen olduk.

 

Gaye, Mustafa ile evlenince soyadı Usluer oldu.

Ben emekli oldum, Gaye  milletvekili oldu.

 

Bu yıl sınıf gezimizde, Gaye, nereden icap ettiyse, tanıştığımız anı  anlattı.   Kıbrıs Barış Harekatı, bu yıl bana Gaye’yi hatırlattı.

Hazırlıktaki biz

2017deki biz

 

 

 

Show Buttons
Hide Buttons