Category Archives: Genel

HESİODOSA ÖZENDİM, İŞLER GÜNLER YAZISI YAZMAYA KARAR VERDİM

Hesiodos, MÖ 700lerde yaşamış, adı Homeros ile birlikte anılan en önemli Yunan şairlerinden biridir; iki önemli eserinden biri bir çeşit yaradılış destanı olan Teogonia, diğeri ise tarımdan hayattan önemli bilgiler aktardığı İşler ve Günler destanlarıdır. Aslında bu dönem destanlar dönemidir, ancak geleneksel olarak destanlar sözlü kültür ürünleridir, oysa Hesiodos bu şiirsel anlatılarını yazıya dökmüştür, dolayısıyla Yunan şiirinin de babası olarak tanınır.

Bu ansiklopedik bilgiden sonra köyden işler ve günler yazıma başlayayım. Her şeyden önce geçen haftalarda yangından kurtulan zeytinleri toplayıp, birazını yemeklik olarak tuzladık, çok az bir miktar da yağ çıktı. Bu sene buna da şükür diyorum, yarın belediyenin düzenlediği ‘agrohomoepati’ kursuna katılacağım. Umarım yangında zarar gören ağaçlar için ne yapılması gerektiğini de anlatırlar. Bu konu ile ilgili bir yazı yamayı düşünüyorum.

Yangın demişken bir parantez açıp, köyün yakınlarından geçen yüksek gerilim hatlarını, direklerini, tellerini tamamen yenilediler. Buna hem çok kızdım, hem de çok sevindim. Kızdım; çünkü ormanımızı yakmadan da bu yenileme işlemini yapabilirlerdi, aslında yıllar önce yapmış olmaları gerekirdi, sevindim; çünkü en azından önümüzdeki senelerde elektrik tellerinden ormanımızın yanma olasılığı azaldı.

Bu parantezi kapatacak olursam, bu mevsim zeytinleri toplamak kadar önemli başka işler de var. Bahçeyi kış mevsimine hazırlamak, kışın toprağın havalanması için çapalamak gerekiyor, bahçede çapa işlerini tamamladık. Kışlık sebzeler, yaz sebzelerinden biraz daha farklı hemen her birinin farklı zamanda dikilmesi gerekiyor, ben de bazı kış sebzelerini diktim, diğerleri için uygun zamanı bekliyorum.

Bu arada toprağı güçlendirmek için, bahçedeki bütün sebzeleri hasattan sonra çürümeleri için tekrar bahçeye seriyorum. Bu yıl, havalar yakın zamana kadar oldukça sıcaktı, son haftalarda da yağmurlar başlayınca bahçede patatesten, bezelyeye, fasulyeden, domatese kadar çıkmayan sebze kalmadı diyebilirim. Tabii bunlar soğukta donacaklar ama toprağı güçlendirecekler.

Bu yıl bahçeye lahana çeşitleri, pazı, pırasa, marul, ıspanak, bakla, soğan ve sarımsak diktim, bezelye de dikeceğim ama zamanı değil. İlk defa maydanoz konusunda başarılı oldum, daha önce bir türlü maydanoz büyütememiştim. Bahçıvanıma sordum, altında delik olan büyükçe bir saksıya yarıdan çoğu inek gübresi olan toprak koyup, maydanoz tohumlarını attım ve bolca da suladım. Şimdi 4-5 yıl kadar bu maydanoz sana yeter diyor, artık bakacağız, şimdilik gayet güzel görünüyor.

Günler artık iyice kısaldı, hava da oldukça kapalı, tam olarak benim kapıma kurt dayansa, senin burada ne işin var diyemem, eve buyur edip kestane ikram ederim dediğim havalar. Bu havalarda ben hemen kendime online bir sürü eğitimler ayarlıyorum. Bu sıralar mistik takılıyorum, mitler, rüyalar ve tasavvuf başlıca sohbet konularım. Dayanamadım; gene açık öğretime yazıldım, bu sefer 2 yıllık da değil 4 yıllık, Türk dili ve edebiyatı okumaya başladım, bakalım bitirecek kadar azimli olabilecek miyim? Galiba ölene kadar okumaya devam edeceğim. Yeni şeyler öğrenmek, ya da bildiklerimi sistematik şekilde tekrarlamak, çok hoşuma gidiyor. Eğer bıkarsam bırakırım rahatlığı da var. Sonuç olarak gittikçe gençleşmiyoruz, beyin çalıştırmak lazım.

Dün oldukça tuhaf bir gün yaşadım, küçük şehirde yaşamanın avantajı ile birkaç saatte bütün işlerimi hallettim, büyük şehir olsa belki bütün günde bitiremezdim. Dün Cemal Ünlü adında çok yönlü bir sanatçı (tiyatro oyuncusu, yazar, taş plak kolleksiyoneri) sunumu vardı, onu dinlemek için evden çıktım. Daha anayola ulaşmadan dişimin kaplaması düştü (geçen hafta beni rahatsız etmeye başlayan 2 kaplamayı söktürmüştüm, ağzımda geçici kaplama var), hemen dişçiye telefon ettim, gel yapıştıralım dediler. Yolumun üzerinde bir benzin istasyonunda tanıdık bir börekçi var, ona uğrayıp börek aldım (çünkü sunumdan önce bir arkadaşımın evinde kahve içmeye gidecektim), oradan çıkarken yürüyüşümde gariplik fark ettim, sanki terlikle yürüyordum, oysa bu yıl ilk kez bot giymiştim. Meğer bütün yaz dolapta bekleyen bot kurumuş, giyince de  tabanı ayrılmış, üstelik de hem burun kısmından hem de topuktan ayrılmış, sadece ortadan tutuyor. Eve dönüp değiştirecek zaman yok, diş hekimi beni bekliyor. Mecburen geçici bir çözüm ürettim. Bir ayakkabı bağı alıp, tabanı alttan sararak bağlamayı planladım, sonuç olarak bu akşamı atlatmak lazım.

Böyle üstümde ne var ne yok ayrıldı diye kahkahalar atarak bu şehre geldiğim günden beri arabamı park ettiğim otoparka ulaştım. Küçük şehir avantajları; arabamı park ettiğim otoparkın bitişik sokağında ayakkabı bağını aldım, resmen dükkanın içindeki merdivenden çıkıp diş hekiminin muayenehanesine vardım. Oradan bir koşu önce bir arkadaşıma kahve içmeye gittim, sonra da Kepezdeki sunuma yetiştim. Büyük şehirde olsam saatler sürecek işler.

Cemal Ünlü’nün oldukça organik gelişen sohbeti eşliğinde, cumhuriyetin ilk kadın ses sanatçılarının taş plak kayıtlarını dinledik. Şarkıların çoğunu tanısam da hiç bilmediklerim de vardı, sanatçıların çoğunun adını bile duymamıştım; Nazmiye Sedat isimli bir sanatçının sesi çok dikkatimi çekti. İsmini aklımda tutamamıştım, konuşma bitince sordum. Meğer Cemal beyin 4000 adet taş plağı varmış, bu sanatçıyı o da çok ayrı yere koyarmış, kadının sesini diğerlerinden ayırt ettiğim için çok mutlu oldu, bana mail adresini verdi, kadının diğer kayıtlarını da gönderdi. Hayatımda ilk defa birisi bana müzik kulağımın çok iyi olduğunu söyledi. Bunun gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığını bilsem de bunu duymak egoma çok iyi geldi.

Bu aralar gene eski hastalarımdan, yeni arkadaşlarımın kendilerinin ya da aile fertlerinin hastalıklarından çok danışanım oluyor. Bu tür danışmalar artık günün makul saatlerinde yapıldığından hiç rahatsız olmuyorum, aksine birazcık olsun yardımcı olmak hoşuma gidiyor. Geçtiğimiz günlerde neredeyse tanıdığım bütün yaşlılarım beni arayıp durdular. Bu gün öğretmenler günü olduğundan eski öğrencilerimden bir hayli arayan oldu. Çok uzun zamandan beri hiç haber almadığım, henüz öğrenci iken MS tanısı koyduğum, yaşadığını bile bilmediğim çok eski bir tanıdıktan haber alıp mutlu oldum.

Nihayet argohomeopati kursuna katıldım.  Homeopatik yöntemler kullanılarak zirai ilaç kullanmadan bitkileri sağlıklı büyütme yöntemi diyebilirim. Üzerinde biraz daha çalışmadan yazmayacağım. Zaten birçok yöntemi kullanıyormuşum onu da anlamış oldum.

HEM YAGİR HEM YAGMİR, NE ANLAMAK LAZIM GELİR?

Yıllar önce Sarp kapısı açıldığında Azerbaycan’dan birçok kişi ile tanışma fırsatı bulmuştuk. Bu arada bir, iki nesilde Türkçe’nin nasıl da birbirinden farklılaştığına birinci elden tanık olduk. Sayıları Rusça söylüyorlar, arabadan düşüyorlar, etin sümüklüsünü seviyorlardı. En çok hoşuma giden şeylerden biri de onların hoşuma gelir demesiydi. Biz yağmur yağıyor deriz ya, biri bana ‘siz hem yağmir, hem yağir dersiz, ne anlamak lazım gelir’ demişti.

Son günlerde bu hem yağmir, hem yağir lafı nedense çok sıkça aklıma geliyor.

Normalde bizim köyde eylül ayının ortasından haziran ayının ortasına kadar yağmurlar yağar, kışın da en az 3-5 kez 30 hatta 60 santim yüksekliğinde kar yağar, günlerce de kar kalkmazdı. Bir yıldan daha uzun süreden beri neredeyse hiç yağmur yağmadı, 2022 ilkbaharından şu ana kadar sadece geçtiğimiz mayıs ayında birkaç kez yağdı, hepsi bu kadar. Kar ise hiç yağmadı.

Evin önünde minik bir dere var, normalde yılda sadece 1,5-2 ay kadar kururdu, o da elini dere yatağına sürdüğünde toprak ıslak olurdu. Geçtiğimiz sene ise sadece mayıs ayında derede,  3-4 hafta kadar azıcık su vardı. Toprak yazın susuz kalınca resmen fay hatları gibi çatladı, öyle derin ve geniş yarıklar oluştu  ki bir Karadeniz insanı olarak şaşırıp kaldım.

Bizim köyün suyu orman içinde bir yer altı kaynağından geliyor, normalde musluklardan akan su hemen hiç kesilmez, sadece temmuz ayının sonundan eylül ayına kadar, sabah, akşam hayvanların sulandığı 1,2 saat su kesik olurdu. Bu saatlerde de köyün su içilen ve kaynağı farklı olan çeşmelerinde su akardı. Bu sene köyde bol bol bulunan çoban çeşmelerinin hemen hepsi aylardır kupkuru. Bir de köyün çevrede çok beğenilen bir içme suyu vardır, o suyun kaynağı farklıdır, o çeşme akıyor, o da köy dışından kimsenin almasına izin verilmiyor.

Geçtiğimiz sene kurak geçince yer altı suları iyice azaldı, bizim köyün şebeke suyunu sağlayan kaynak da muhtarın söylemesine göre üçte bire inmiş. Muhtar köyün kaynağını korumak için, günün büyük kısmında deponun vanasını kapatıyor, haziran ayından beri sadece akşam ve sabah saatlerinde su veriyor. Böylece hayvanlar ve tarım için köyün şebeke suyu kullanılamıyor. Muhtara suyu kesmesini ben söyledim, yoksa bizim köylü su kullanımı konusunda laf söz dinlemez. Böylece bizim köy zorla da olsa su tasarrufu yapıyor. Ben evde mesela sifon çekmeyi filan kısıtladım.

Bu su kıtlığına bir de orman yangınları eklendi. Barajlar bir de yangın söndürmek için kullanıldı. Şimdi Çanakkale şehrinin içme suyunu sağlayan barajın suyu iyice azaldı, bir takım tedbirler getirildi, araba yıkamak filan yasaklandı. Gerçekten ciddi su kıtlığı var.

Ama nihayet yağmur yağmaya da başladı, ama çok garip yağıyor. Eskiden hava tahminlerinde %60 yağmur ihtimali verdiler mi mutlaka yağardı, şimdi % 80 ihtimal bile bir damla yağmayabiliyor. Şöyle yağacak, böyle yağacak denilen yağmur sadece çiseleyip bitebiliyor, yahut sadece 1 dakika yağabiliyor. Toprak o kadar kuru ki üzerine düşen her damlayı emiyor, günlerdir yağmasına karşılık dereler bomboş. Şimdi şu saatte yağmur yağmasını beklerken böyle bir su yazısı yazmaktan başka bir şey gelmedi elimden.

Dün akşamüzeri 2 saatlik lodoslu bir yağmurda neredeyse sele karıştık. Cam balkonun camlarının aralarından balkona su sızmış, mutfak balkonunun kapısı açıktı, kapının 2 cm’lik eşiğinden aşıp mutfağı su basmış. Evin dış kapısı da güneye bakıyor, oraya da lodoslu havalarda su giriyor diye camlı kapı ile kapatmıştık, oradan da su girdi. Bütün gün zaten öyle bir lodos fırtınası vardı ki, boğaz ve ada feribot seferleri iptal edildi. Boğazın içindeki köy iskeleleri koptu, plajlar, kordon caddeleri su altında kaldı. Bu ay içerisinde bu ikinci lodos fırtınası. Bu kadar kötü esince, şimşek filan da olunca mutlaka elektrikler de gidiyor. Tabii gene aynı filmi izledik. Bu gün yine yürüyüşe çıktım, inanılır gibi değil ama neredeyse bütün suyu toprak emmiş, gene dereler bomboştu, çoban çeşmelerinden bir kaçı damlamaya başlamıştı.

Uzun lafın kısası yağmır, yağmır, yağınca da çoşir, taşir.

Toprakla uğraşınca hava koşulları hayatımı daha doğrudan etkilemeye başladı. Bu yıl hem aşırı kuraklık ve sıcak, hem de orman yangınları, bu yangınlardan sızan gazlar, bütün ürünlerde hasar yaptı. Hemen hiçbir şeyde verim yok. Bizim zeytinlik zaten yandı. Sonuç olarak sadece hünnap bol bol verdi diyebilirim.

Böyle kurak geçen yazın tek faydası, yabani ot bile bitmediği için bahçede fazla yorulmadım.

Elbette küsüp bırakmıyorum. Kış bahçesine dikim işlerini büyük ölçüde tamamladım. Aslında tam zeytin toplama zamanı. Yağmur yağmadan zeytin toplanmıyor, çünkü dala sıkıca yapışık oluyor. Bu sene zeytini olgunlaştıracak yağmur çok gecikti ve yağmurla birlikte çok rüzgâr esti. Olan zeytin de döküldü. Sonuç olarak zaten yeni yanmış bir ağaçtan ne bekleyebilirim ki. Neyse ki organik tarım yapan bir arkadaş, bana bitkiler için kullanılan, hemeopatik yöntemler olduğunu ve yanmış ağaçlarda ne kullanılması gerektiğini çalışıp, bana öneride bulunacağını söyledi. Bu sene sadece ağaçların kendiliğinden toparlanmasını beklemeyeceğim, hem derince budama yaptırıp, hem de bu yöntemi kullanmayı düşünüyorum.

Tabii ki bizim yapacağımız hiçbir şey şöyle güzel birkaç kar yağışının yerini tutamaz. Arkadaşımın hazırladığı yöntem nedir, işe yarayacak mı bakacağız artık.

KAZ DAĞLARININ KAZLARININ (YAZGISI ŞİMDİ BİLE DEVAM EDEN) SÜRGÜN ÇOBANI

Geçen hafta sonu yerel gezi guruplarından biriyle Kaz Dağına geziye gittim. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da üzerine efsaneler, masallar anlatılan, kutsallık atfedilen birçok dağ mevcuttur. Bazı dağların efsaneleri ise nesillerdir anlatılan hikâyelerden çok daha fazlasıdır, örneğin din kitaplarında Hz Nuh’un gemisinin tufan sonrasında bir dağa oturduğu anlatıldığı için Ağrı Dağında, Cudi Dağında çeşitli arkeolojik araştırmalar yapılmış, ya da yapılmak istenmiştir. Özellikle ağrı Dağının efsanesi neredeyse bütün dünya tarafından bilinmektedir, buna karşılık Anadolu’da bir sürü dağın yerel hikâyeleri yerel halk arasında oldukça iyi bilinir. Kaz Dağının, namı diğer İda Dağının efsanelerinin pek çoğu da Yunan mitolojisinde anlatıldığı için batı dünyası tarafından oldukça iyi bilinmektedir.

Ancak Kaz Dağlarının yerel efsaneleri de oldukça fazladır. Buraya yerleştiğimden beri, yerel halk arasında; değişik şekilli kayaların, gizli mağaraların, bazıları Yunan mitolojisindeki efsaneleri andırır şekilde efsaneleri olduğunu dinlemeye başladım. Bu efsaneler arasından iki tanesinin Yunan mitolojisinden kaynaklanmadığı çok net olarak ayırt edilmektedir.

Bunlardan biri yani ‘Hasan Boğuldu’ efsanesi, gerçekten Hasan isimli bir gencin boğulduğu doğal bir göletin isminin, bölgede bir süre yaşamış ünlü yazar Sebahattin Ali’ye ilham vermesi üzerine yazdığı bir edebi eserden köken almaktadır. Sebahattin Ali’nin eserinde bölgenin kültürel özelliklerinin ve gündelik yaşamının da ustaca anlatılması, öykü dinleyende gerçeklik duygusu uyandırmaktadır. Bu öykünün göletlerin ve şelalelerin olduğu bu bölgeye turistik bir değer katması, zamanla öyküyü resmi söylem haline getirmiş, giderek gerçekte balık tutmaya çalışırken boğulan Hasan’ı adeta bir modern zaman Mecnun’una döndürmüştür. Hasan Boğuldu göleti ve çevresi Milli Park alanıdır. Gerçekten, çok güzel bir vadideki bir dere, çağlayanlar ve gölcüklerle çok çok güzel bir dağda, çok özel bir alan oluşturur. Bu güzel dere, halen içme suyu olarak da kullanılmaktadır.

Gelelim asıl hikayemize, bu hikayenin zeminine ve güncel etkilerine.

Kaz Dağlarında  ve eteklerinde yaşayan nüfus; aslen bu bölgeye Orta Asya’dan gelen  önce konargöçer yaşayıp daha sonra  yerleşik hayata geçen şimdilerde Türkmenler ve Yörükler olarak adlandırılan Türklerdir. Türkmen ve Yörük sözcükleri köyün etnik kökenini değil,  Alevi ya da Sünni olduğunu gösteren terimlerdir.  İslamiyetin değişik yorumlarına inanmakla birlikte Orta Asya’dan beri getirdikleri gelenekleri ortak olan bu insanlar, kim bilir nasıl bir  gerçek hikayeyi eğip bükerek,  kutsallaştırarak, üzerinde yaşadıkları bu dağa kendi öz benliklerinden bir anlam katarak ortaya Yunan mitolojisinden bağımsız bir büyük efsane çıkartmıştır.  

Sarı Kız efsanesi, kısaca önce kışın köyde (kışlak) yaşayan ve yazın hayvanlarını dağa çıkaran bir ailenin annesinin ölmesi üzerine baba ve kızın başka bir kışlağa göçmeleri, ancak yazları aynı yaylayı kullanmaları üzerine kurulu bir öyküdür. Bu yeni gelenlerin köyde pek de hoş karşılanmadıkları anlaşılmaktadır. Köylüler güzelliğini bahane ederek Sarı Kızı önce taciz edip, daha sonra da iftira atmışlardır. Kızını köyde bırakıp hacca giden babası geri döndüğünde ondan köyün namusunun kurtulması için kızını öldürmesi istenir. Baba kızını fiilen öldürmese de, birkaç kaz ile birlikte dağın tepesinde ölüme terk eder. Bu süreç içerisinde hem babada hem de kızda bir takım kerametler de görünmüştür ama bu belirtiler bile köylünün Sarı Kıza kumpas kurmasını engellemez.  Baba da artık nasıl bir erense kızının arkasında durmaz.

Sarı Kız, beklentinin aksine, dağda ölmediği gibi kazları da gittikçe daha büyük bir sürü halini alır, kazlar sağa sola uçarak çevre köylerin tarlalarını, ambarlarını yağmalar. Sarı Kız burada da kazları bahane edilerek taciz edilir ve yaşam alanının etrafına kocaman kayalardan devasa bir duvar örmek zorunda kalır. Bundan sonra kazlar artık kimseye zarar vermezler. Dağda tek başına yaşamak zorunda bırakılan, bunca haksızlığa göğüs germek zorunda kalan Sarı Kız artık erenlere karışmış, bir melek gibi dağda her dara düşeni kurtarmaya başlamıştır. Bu gezginlerin tariflerinden babası kızını tanır ve hayretle kızının yaşadığını öğrenir. Artık kızı toplum tarafından bağışlandığı için, kendisinin de barışmasının uygun olacağını düşünür.

Ancak artık seyri sülük sürecini tamamlayan Sarı Kızın ise dünyevi hayattan bir beklentisi kalmamıştır. Geri dönmez. Öykünün devamında çeşitli söylentiler var, ama ortak nokta babanın ölüsünün bir zirvede, kızın ölüsünün diğer zirvede bulunmasıdır. Babanın türbesi şimdi askeri alan içerisinde kalan ‘Baba Tepe’dedir. Sarı Kız için türbe yapılmamıştır, ancak onun tepesi bu gün bir ziyaret ve sunak alanıdır. Bu tepeye istediğin zaman ziyaret yayıp adak adayabilirsin, özellikle de çocuğu olmayanlar Sarı Kızdan yardım istemeye gelir, dua eder, mum yakar, çaput bağlar. Dağdan bir taş alıp, dileği yerine gelince taşı dağa iade eder. Ağustos ayının üçüncü Pazar günü ise özel bir etkinlik yapılır. Türkmenler tepenin bir yamacından, Yörükler diğer yamacından yaklaşarak çadır kurar ve cumartesi gecesini burada geçirirler, Pazar günü de ziyaretlerini yaparlar. Özellikle Türkmenlerde her ailenin çadır alanı ve ocağı belirlidir, biri öldüğü zaman ocağı tüttürmek onun oğluna geçer, kimse kimsenin ocağını kullanmaz, yakmaz, söndürmez.

İzlenimlerim şöyle; Sarı Kızın ördüğü söylenen duvar bir insan elinden çıkmış olamaz, ama ilginç bir teknonik oluşum olduğu ve alanı sınırladığı gerçek. Sarı Kızın ziyaret alanı Orta Asya’da gördüğüm sunak alanlarının neredeyse bire bir kopyası, hatta insan kendini Budist bir sunak alanında bile sanabilir. Artık konargöçer hayattan kopulup, yerleşik hayata geçilmesine karşılık, hem Sarı Kız tepesinde, hem de hep birlikte yapılan ritüalistik toplanma töreninde, nesilden, nesile taşınmış geleneklerdeki kadim bellek, Orta Asya’ya kadar uzanıyor.

Sarı Kız artık yerel halk tarafından çok saygı gören, Anadolu erenlerinden biridir. Ancak, Sarı Kız efsanesi sadece Anadolu’nun ezoterik zeminini anlatan bir efsane değil, öyküde çok karanlık motifler var.  Mesela hikâyede ağır bir cinsiyet ayrımcılığı var. Sarı Kızın tek suçu kendini taciz eden gençleri istememekti, ama sırf bu nedenle iftiraya uğradı, toplumdan dışlandı ve ölümüne karar verildi. Üstelik kendi babası bile kendi adını temize çıkartmak adına kızını dağda yalnızlığa ve ölüme terk etti. Öyküde, çok ciddi, hatta zamanımıza göre suç teşkil eden, erkek egemen gelenekler örüntüsü çok belirgindir.

Öyküde tek hoşuma giden şey babanın artık kız temize çıktı diye özür dilemesine karşılık, kızın tam da geçen yazımda bahsettiğim şekilde babayı ve toplumu af etmesi, yani artık kimsenin sözünden incinmemesi, kimseden acı yüklenmemesi, dahası  ve kendi ayakları üzerinde durmayı seçmesi ve bu çifte standartlı topluma yeniden katılmayı ret etmesidir, diyebilirim.

Şimdi gördüğü hürmete karşın gerçek hayatında bu toplumdan çok çekmişti ve bu gün bile Anadolu’nun hemen her yerinde sayısız kadın onun kaderini paylaşmaktadır.

Sarı Kız tepesinde, kayalar arasında kekikler
Çadır bölgesinde aile ocakları
Sarıkız tepesi
Sarıkızın Kazlar kaçmasın diye ördüğü söylenen duvarlar
Sunu alanı
Çaput bağlama
Gezi gurubu
Hasan boğuldu göleti ve Eminenin kendini astığı çınar
su kemerleri
Sütüven şelalesi

ÇOK ZOR ZAMANLARDAN GEÇİYORUZ, YAPILACAK EN DOĞRU ŞEY AKLINA MUKAYYET OLMAK

Bu günlerde gerçekten insanlık tarihi adına oldukça karanlık günlerden geçiyoruz. Bir yanda Rusya Ukrayna savaşı devam ederken, aniden İsrail, Filistin savaşı başladı. Bu son savaşta hem Filistinlilerin siyasi gurupları, hem de resmi İsrail ordusu hiçbir kural tanımadan devam ediyorlar. Aslında ilk saldırı Hamas’tan geldi, ancak İsrail’in karşılık vermek şekli asla bir devletin verdiği karşılığa benzemiyor. Hiç birimizin aklı savaş sırasında da olsa resmi bir devletin (uluslararası hukuka bağlı resmi bir devletin), bir hastaneyi bombalayabileceğini almadı. Batı ülkelerinin ve Müslüman ülkelerin çoğu ise bu durumu kınamadılar bile. Hadi Müslüman devletleri daha iyi anlıyorum, belki de bir din savaşının başlamasını istemedikleri için tepkisizler, ama insaf yani, bir kınama olsun, yeter barış istiyoruz diyen güçlü bir bildirge olsun yapılmaz, korkudan mı susuyorlar, yoksa başka bir nedenleri mi var bilmiyorum.

Batı ülkelerine gelince, o ‘’medeni’’ ülkeler, Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale cephesinde sargı yerleri bombalayan ülkeler değil mi?

O savaş sonunda siyasi sınırları bile masa başında şekillenmiş ‘Orta Doğu’nun başı bir türlü beladan kurtulamıyor. Geri dönüp bakınca Osmanlı İmparatorluğu bu topraklarda huzuru nasıl sağlamıştı, sonra neler yaşandı da bu denli karmaşa ortaya döküldü. Anlamak hiç de zor değil, bütün sebep petrol. Allah insana aklının yettiğince sorumluluk yüklesin, aklı olmayana, geleceği göremeyene dünya malı zenginlik bile nasip etmesin, inşallah.

Evet; bölgeyi karıştıranlar var, (ama hani ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ diye bir laf vardır), sen de aklını kullan, karışma be kardeşim. Savaş nedir yahu?

 Şimdi bir türlü aklım almıyor, ta Habil ile Kabil’den başlayan bu akrabalar savaşı nasıl gerçekten sona erer. İnsanlar bu kadar kamplara ayrıştıktan sonra nasıl birbirlerini affeder, nasıl sulh olur, aslında tek bir cevabı var; petrol bitsin, sulh olur. Dışarıdan müdahale olmayınca çok da uzun olmayan bir süre içinde, bölgedeki her gurup, her ülke birbirini affeder.

Birçok kişi ‘affetmek unutmaktır’ diye, diğerleri de ‘affetmek başkalarını bağışlamaktır’ diye düşünür.

Bence affetmek unutmak değildir, çünkü unutulabilir olan zaten hatırlanmaya değer bir şey, dolayısıyla affedilmesi gereken bir şey olamaz. Affetmek başkalarının kusurlarını bağışlamak hiç değildir, çünkü bağışlama kelimesi ilk duyumda yüce gönüllülük sanılsa da, derininde kibir saklar, onun içindir ki bağışlamak Allah’a mahsustur denir. Ben kimim ki, birini bağışlayayım. Schiller ‘affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır’ der. Bu fikre de katılamıyorum. Affetmek, başkalarından yüklendiğin acıyı terk etmektir, artık intikam ihtiyacı da kalmamıştır, salıver gitsin. Nasılsa hayat onun da içinden geçecek, bu geçiş sürecinde senin aklına getiremeyeceğin kadar çok zorlukla boğuşacak, kendini intikam planları yaparak yormaya gerek yok.

Bu gibi zorlu süreçlerde en doğrusu kendi canının kıymetini bilip, yapabileceğin kişisel herhangi bir şeyin kimseye faydası olmayacağının farkına varıp, akıl ve ruh sağlığını korumaya çalışmak.

Biz de ne zalim zamanda dünyaya teşrif eylemişiz, 65 yaşındayım, daha bir oh demek mümkün olmadı.

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; EKİM 2023

Hicri takvime göre 1445 yılındayız, Rebiülevvel ayındayız, ayın 16’ında Rebiülahir ayına gireceğiz.

Bu ay Halley kuyruklu yıldızının dünya yörüngesinden ikinci geçişinin yıldız yağmurunu gözlemleyeceğiz, avcı takımyıldızı bölgesinde görüldüğü için orionid yıldız yağmuru denilir ve en iyi ekim ayının 20/22’si civarında gözlemlenebilir. Aybaşında Jüpiter çok iyi gözlenecek ve neredeyse dolunay halindeki aya çok yakın konumlanacak.

On dört Ekimde güneş tutulmasının eşlik ettiği bir yeniay, 28 Ekimde ise parçalı ay tutulmasının eşlik ettiği bir dolunay gerçekleşecek. Tutulmalar terazi/boğa aksında olacaklar.

Astrolojik olarak pluton düz harekete dönüyor, diğer bütün büyük ( generasyon gezegenleri) gezegenler ters harekete devam ediyorlar. Anlaşılan gene pek de yüz güldürmeyecek bir ay olacak.

Geleneksel olarak ayın 3’ünde  Kuş Geçimi, 4’ünde Koç, 9’unda Yaprak Dökümü, 14’ünde  Meryemana, 17’sinde  Kırlangıç, 18’inde Koz Kavuran, 21’inde Bağ Bozumu ve 28’inde  Balık Fırtınaları beklenir, ancak bu yıl tek dileğimiz afetsiz yağmur yağmasıdır.

Ekim ayı balık açısından oldukça zengin bir aydır. Barbunya, çipura, kılıç, levrek, lüfer, tekir, sardalya, palamut, orfoz, traça çok lezzetlidir. Palamutun en lezzetli zamanıdır.

Bahçelerde kış hazırlıkları yapılır, kurumuş dallar budanır, toprak havalandırılır, bazı kış sebzeleri dikilir, birçok bölgede ay sonunda zeytin hasadı başlar.

Ekim ayının en önemli günü elbette ülkemizin doğum anı sayılan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramıdır. Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında olmuştur. İlelebet payidar kalması her birimizin asli görevidir. Bu sene Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla söylediği ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarının bir tarihçesi olan NUTUK yeniden okunmalıdır diye düşünüyorum.

TARİHTEN GÜÇLÜ KADIN ÖRNEKLERİ; KLEOPATRA ve OSMANLI SULTANLARI HİÇ DE BİZİM FİLENİN SULTANLARI GİBİ DEĞİLDİ

Kleopatra’nın adını bilmeyen yoktur, tarihteki en güçlü kadın figürlerinden biridir, güçlü Mısır ülkesini yöneten son firavundur. Onun ölümünden sonra binyıllar boyunca süren ve o zamanki dünyanın en zengin ülkesi olan Mısır’ın egemenliği resmen Roma İmparatorluğuna geçmiştir. Onun, sadece Mısır’da değil, o çağda dünyanın merkezi konumunda olan Akdeniz’i saran bütün ülkelerde etkisi o denli güçlü ve unutulmaz oldu ki, bu günün dünyasında bile onun adı bir marka oluşturmaktadır. Mesela sırf burada yüzdüğü iddia edilerek bizim Akdeniz koylarından kaçının adı Kleopatra plajı olarak isimlendirilmiştir, sayan var mı?Halen modern dünyada tiyatro eserlerinde, filmlerde, dizilerde onun hayatı konu edilir ve bu konu eskimez. Bütün bu eserlerin senaristine bağlı olarak değişen ağırlıklarda, Kleopatra’nın cinselliği, seyahatleri, entrikaları, siyaset yapma şekli de konu edilir.

Şimdi, bu kadar güçlü bir kadın figür olarak sunulan Kleopatra’nın  bir de benim bulunduğum noktadan nasıl göründüğüne bakalım.  Kleopatra,  bütün o saray entrikaları içinden sağ salim çıkmayı başarmış, çok akıllı ve elindeki gücü kimselere kaptırmamak için her şeyi yapabilecek çok acımasız bir kadın olarak gözüme çarpıyor.  Çok entrikacı, çok zalim (kardeşlerini öldürmekten çekinmedi), aşırı hırslı (sırf o zamanın 2 büyük gücü Roma İmparatorluğu ve Mısır İmparatorluğuna ortak varis yapmak için Sezar’dan çocuk yaptı), çok seksi, çok zengin, çaresiz kalınca kendi hayatına son verecek kadar da gözü kara bir kadın. Bir sosyolog kadar siyaset bilimine, bir psikolog kadar insan ruhunun zayıflıklarına ve herhangi bir adamı cennetten kovduracak kadar da bütün karanlık kadınlık sırlarına hâkim bir kadın.

Gerçekçi bir taraftan bakılınca, bu görkemli kadının, aslında tuhaf geleneklerin (her 2 erkek kardeşi ile evlenmek zorunda kaldı)  ve erkek egemen bir dünyada sözünü geçirememenin ama aynı zamanda hükmetmek zorunda olmanın, bütün çelişkisini, çaresizliğini yaşayarak, trajik bir hayat sürdüğünü anlıyorsunuz. Bir kadın olarak sözünün geçmeyeceğini bildiği için hiçbir zaman kendisi köze elini değdirmemiş, hep bir maşa olarak erkekleri kullanmış; Mısır tahtına oturabilmek için kardeşleriyle evlenmiş, siyasi gücü elinde tutabilmek için Roma İmparatoru Sezar’la ve güçlü komutanı Markus Antonius’la ilişki yaşamış (bütün çocukları Romalılardan).

Yani güçlü mü yoksa sadece kurnaz ve entrikacı mı tartışılır, çoğu zaman parasını (bolca rüşvet dağıtıyor) yada  erkekler üzerinde cinselliğini kullanıyor ve bu erkeklerin gücünü kullanıyor. Önce babası, sonra kardeşleri ve Romalı sevgilileri olmasa geriye hiçbir şey kalmıyor (bunu bilecek kadar aklı var, bana sorarsanız Antonius öldürülünce aşkından intihar etmedi).

Osmanlı sarayında da bu türden, insanları yönlendirmeyi iyi bilen ve gizlice neredeyse bütün ülkeyi yöneten sultan örnekleri var. Bütün bu güçlü kadınların ortak noktası hepsinin gücünü, hayatındaki siyaseten güçlü konumdaki erkeklerden alıyor olması. Mahidevran, Hürrem örneğinde olduğu gibi gücü elinde tutan erkeği elinde tutan kadın oluyor. Hayatından güçlü erkek figürü çıkınca kadında da hiçbir şey kalmıyor, padişahın annesi bile olsan, oğlun ölünce öyle dımdızlak ortada kalıyorsun.

Bir de gerçekten güçlü kadın örnekleri var dünyada mesela Cahide Sonku, Afife Jale  ya da Rosalind Elise Franklin gibi kadınlar. Bu kadınlar sadece kendi güçlerini kullanarak sanatta ya da bilimde öncülük yapmış kadınlar. Ama bu durumda da erkek egemen toplumun gelenekleri, kurumları ve toplumsal hiyerarşisi nedeniyle dışlanmış ve değerleri anlaşılamamış. Cahide Sonku, Afife Jale Türk sanatçıları olduğu için pek çok kişi isimlerini bilecektir, bir de hayatlarını okuyun, sadece kendi tutku ve yeteneklerinin peşinden gitmek istedikleri için başlarına gelmeyen kalmamış. Sonrası ‘nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatın tadını’, ama ya Afife’nin hayatını zehirleyenler?

Rosalind Elise Franklin adını ise ilk kez duymuş olabilirsiniz. DNA molekülünü ilk tanımlayan bilim adamları Watson ve Crick adlarını ise herkes duymuştur. Oysa bu iki bilim adamından önce Franklin DNA molekülünün resmini çekmişti. Şimdi çok net söylüyorum, eğer erkek olsaydı şu anda Nobel ödülü sahibiydi, ama kadındı, bilim dünyasında herhangi bir yeri olamazdı;  netice olarak şimdi adını bilen çok az kişi var.

Franklin o zamanların bağnaz Avrupa’sında değil de yeni kurulmuş Atatürk Türkiye’sinde aynı şeyi yapmış olsaydı, bu gün bütün dünya adını biliyor olurdu. Çünkü modern dünyada ilk defa kadınları insan kabul eden, savaş pilotluğu bile yapabileceklerini örneği vererek gösteren lider oydu.

Şimdi bu ülkede de dünyada da kadınların yeri hâlâ çok çelişkili, bir yanda gerçek gücünün farkında olarak, çalışan, üreten, kendine güvenen kadınlar, diğer yanda taciz edilen, dayak yiyen, öldürülen kadınlar. Zaten bütün sene deprem, yangın, ekonomik kriz, kuraklık derken çok sıkıntılı geçiyor, bu sene ile ilgili hatırlanmaya değer tek güzel şey kadın milli voleybol takımının kazandığı başarılar olabilir. Gerçekten de başarıdan başarıya koşarak bize gerçekten büyük mutluluk yaşattılar, içimiz açıldı. Filenin sultanları lakabı altında cumhuriyetin özgür ruhlu, güçlü kadınları olarak takdir edildiler. Gerçi onlardan nefret eden de çok, ama normaldir, çünkü mutluluğa karşı olan çok insan var bu ülkede.

Bu kadınlar hakkında pek çok şey konuşuldu, ama ben bir örnek üzerinden öz güven hakkında birkaç kelime etmek istiyorum. Ebrar, bu yaz inanılmaz bir öz güven gösterdi.  Çünkü kendisi de dünyanın hatırı sayılı oyuncularından biri olduğu halde onun pozisyonuna, atletik gücü daha üstün olan bir başka oyuncu getirildi, kendi pozisyonu ise değiştirildi. Sıradan bir kişilik bu durumda yeni geleni iter, kuyusunu kazar, en azından aralarında ego savaşları çıkartırdı. Oysa hiç de beklenen olmadı, bütün takım yeni geleni kucakladı ve inanılmaz bir takım oyununa imza attılar.

Hatta geçen gün Ebrar’ın artık ligde de sırf milli takımdaki pozisyonuna iyice adapte olabilmek için, bu yeni pozisyonda çalışabileceğini (şimdi değil, Ruslarla eski pozisyon için imza atmış) söylediği bir röportaja denk geldim. Buradan anladığım bu kız kendi değerinin o kadar farkında ki, tek rakibi dünkü kendisi, kimseyi kıskanmak aklına bile gelmiyor.

Bütün meslek hayatım boyunca kendinden sonra gelenlerin kendi önüne geçmemeleri için ellerinden geleni ardına koymayan nice meslektaş tanıdım. Oysa gençlerin, yeni gelenlerin senin önünde koşması gerekmez mi? Eğer bir hoca olarak kendine güvenmiyorsan senden sonra geleni budamaya çalışırsın, doçentliğini geciktirirsin, aletini almazsın, yayınını engellersin. Kendine güvenirsen kendi yetiştirdiğin çocuğu, ya da yeni gelen başarılı kişiyi kıskanmaz, onunla iş birliğine girersin ve bu sinerjiden çok daha iyi işler çıkar.

Güç işte böyle bir şey; kimsenin ardına saklanmadan, kimseyi ezmeden, kendi emeğin ve donanımına güvenir ve kazanırsın; belki Kleopatra olmazsın, ama kendin olursun. Eminim çok daha iyidir.

BOZCAADA’DA KLASİK KEMENÇE KAMPI, TRABZON’DAN ARKADAŞLAR, TÜRKİYE’NİN HER YERİNDEN, HER YAŞTAN, HER MESLEKTEN ÖĞRENCİLER, BİR GARİP SABAH ÇİĞİ MESELESİ, KOMANDO SİVRİSİNEKLER

Bozcaada’da benim de katıldığım ikinci klasik kemençe kampı yapıldı. Klasik kemençe hocası Filiz Kaya Işık, benim piyano öğretmenin Berkin Işık’ın eşi, hal böyle olunca tabii kamptan benim de haberim oluyor. Geçen yıl ilk kampı Sivrice koyunda bir otelde yapmışlardı ve ben de 1 günlüğüne gidip, son konser öncesinde guruba denizin üzerindeki bir platformda uzun, uzun meditasyon yaptırmıştım. Bu yıl ise ben de bütün süre boyunca adada olacağım için her sabah kısa bir yoga çalışması ile gurubu güne hazırlama ve konser öncesinde de meditasyon olarak planlama yaptık.

Bu kampa Türkiye’nin her yerinden öğrenciler katılıyor, klasik kemençe çok yaygın bir çalgı olmadığından, heveslisi az fakat tutkulu oluyor. Trabzon’dan iki arkadaşım maddi durumlarından ötürü kampa katılamayan 2 öğrenciye sponsör oldular, bu arkadaşlarımdan biri kampa da katıldı

Ayrıca adaya tesadüfen Trabzon’lu başka bir tanıdığım daha geldi (sonradan Mehmet’in bebeklik doktoru olduğumu fark ettik, demek ki çocuğun bana gösterdiği ilgi ve saygının bir nedeni varmış). Mehmet sağ olsun hem adadaki motorize kuvvet olarak bana şoförlük yaptı, her yere birlikte gittik, denize girdik, hem de kendisi de iyi bir müzisyen olduğu için bütün konserlere katıldı. Çocuk zaten kafa dinlemek için tatile gelmişti, ileride Çanakkale’ye yerleşmeyi düşünüyormuş, galiba bölgeyi tanıma turlarına çıkıyor. Kampta kendi gibi birkaç müzisyenle de tanıştı, gelirse arkadaşlıkları devam eder.

Klasik kemençe bizim bildiğimiz kemençe değil, gerçekten çok içli olan sesi, onu Türk Sanat Müziği (TSM)’nin olmazsa olmaz çalgısı haline getiriyor. Karadeniz kemençesinden şekli de, yayı da, tutuşu da, çalışı da, sesi de çok farklı. Osmanlı kemençesi ya da İstanbul kemençesi de deniliyor. Eskiden 2 telli olan bu çalgı şimdilerde 3 telli ya da 4 telli olabiliyor. Sacayak gibi bir kısmı var, burayı göğüs kafesine dayayarak, 4 telli olanda yayı hareket ettirirken, 3 telli olanlarda kemençenin kendini çevirerek çalıyorlar. Bütün bu maceradan aklımda kalan en önemli şeylerden biri yayın telleri hayvan bağırsağından yapıldığı için aletin akordu, açık havada sıkça bozuluyor, tekrar, tekrar akort edilmesi gerekiyor.

Gelen öğrencilerden bazılarını Çanakkale’den ya yoga derslerinden, ya Berkin’lerin evinden, ya da geçen seneki kamptan zaten tanıyordum. Tanıdığım, tanımadığım bütün öğrenciler, yaşları yirmilerin başı ve atmışlar arasında değişmesine karşın gayet güzel anlaştı.

Genel olarak program şöyleydi; kahvaltı ile akşam yemeği arasında Filiz Hoca her bir öğrencisine teker teker kişisel ders veriyor, zaman zaman da soru cevap şeklinde sohbetler ediyordu. Bu kamp boyunca fikrim, Filiz’in gerçekten çok iyi bir öğretmen olduğu yönünde iyice pekişti. Bu kampların sebebi ise çok daha hoşuma gitti, çünkü pek çok öğrencisine online ders veriyor, onlarla yüz yüze ders yapmayı önemsiyor. Bu arada derslerin tek kişi ile yapılma sebebi, öğrencilerinin çok farklı seviyelerde olması. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onları bir de kursun sonunda bir konser vermeye hazırlıyor, bu konserde ortak çalacakları parçalara hazırlamak için toplu dersler de yapıyorlar. Gün boyu çalışıp duruyorlar, geceleri de çeşitli konserler oluyor.

İşte bu yoğun program arasında ben de onları her sabah fiziksel olarak güne hazırlayacak, baş boyun ve kol kaslarını güçlendirecek, omurgalarını esnetecek kısa bir yoga pratiği, konser öncesinde de zihinsel olarak dinginleştirecek, sahne korkularını alacak kısa bir meditasyon yaptıracaktım.

Sözüm ona sabah çimlerin üzerinde yoga yaptıracaktım,  ama her sabah kalktığımızda çimenlik alanı sular seller altında bulduk. Görevliler gece/gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla olduğundan sabahları çiğ olduğuna, çimlerin böyle ıslandığına neredeyse yemin ettiler, tabii bu arada her sabah çimenlere su fışkırtan fırıldakları görmemiz onların yeminlerini bozmadı. Peki, bu nasıl eğitimli çiğmiş ki otelin hemen dışındaki otlar sapsarı ve tahta gibi kupkuru iken sadece otelin çimen ekili yerlerini ıslatıyormuş, işte bu muammayı çözmek her babayiğidin harcı değil tabii.

Mecburen havuzun etrafındaki beton zeminde yoga yaptık, bize otelden yoga matımız var demişlerdi ama matlar kâğıt kadar inceydi. Artık gurubun ne kadar ihtiyacı varsa soğuk beton zemindeki yogadan bile keyif aldılar, bitmesini istemediler. Gitmeden önce bahçemden kuruttuğum lavantaları da kullandığım göz yastıkları dikmiştim, herkese birer göz yastığı hediye ettim, bu da çok makbule geçti.

Benim günlerim, sabah yogası ve kahvaltıdan sonra, öğrenciler hocaları ile kişisel çalışmalar yaparken, arkadaşımla yürüyerek kasabaya inmek, Bozcaada reçelleri, kekikleri almak, biraz kahvelerde oturup sohbet etmek ya da bir plaja gidip denize girmek şeklinde geçti. Bu işlerden arta kalan zamanlarda da arkadaşımla sürekli tavla oynadık ve neredeyse her seferinde yenildim.

Akşamları çeşitli konserlerle geçti. İlk gece Berkin ve Filiz’in daha önce onları birlikte çok dinlediğim için, benim çok alışık olduğum ( klasik kemençe, gitar ve her ikisinin sesleri) dinletileri vardı. Onların ortak dinletileri TSM ağırlıklı olmuyor, dizi müziği, pop ne ararsan var, kolay dinlenen, çok organik bir şey.

İkinci geceyi Bozcaada’ya giden herkesin yapmazsa adaya gitti sayılmayacağı aktivitelere ayırdık. Evet, sahra sofrasında ev yapımı şarap içerek, yalıyarın üzerinde Limni adasına karşı güneşi batırdık. Sonra limandaki bir lokantada neredeyse denizin içinde akşam yemeği yedik, gençler bizden sonra da bir barda geceyi sürdürdüler, biz rahatına düşkünler gece yarısı yataktaydık.

Üçüncü gece İzmir konservatuvarında son sınıf öğrencisi bir çocuğun Türk sanat müziği konseri vardı, umarım arabeske yönelmez de onu TRT’de dinleriz.

Dördüncü gece kampa katılan öğrencilerin konseriydi. Önce ortak hazırladıkları parçaları çaldılar, bu kadar kısa zamanda bu kadar farklı seviyedeki öğrencilere aynı anda konser vermeye hazırlamak hayli iş, ama şaşıran olunca susup guruba katılabilecekleri yerden katılıp devam ettiler, hiç de kakafoni olmadı, bence çok başarılıydılar. Bundan sonra da tek, tek bir hoca eşliğinde, ya da ikişerli guruplar halinde çalıp söylediler. Gençlerin bu eski geleneklere sahip çıkmaları beni çok umutlandırdı. Hatta bir öğrenciden (kendisi Anadolu Üniversitesi konservatuvar son sınıf öğrencisi olduğu için) tasavvuf müziği söylemesini rica etmiştim. Beni kırmayıp bir değil tam iki parça seslendirdi, çok duygulandım.

Bu arada eski model şarkıların neredeyse hepsinin güftesini bildiğimi söylerken abartmıyormuşum, bilmediğim eserler ya çok yeni olanlar ya da 15inci yüzyıl besteleri filan idi.

Son gün öğlen feribotuna yetişecek gibi bir program vardı; sertifika törenleri, hediyelerin dağıtılması ve veda konuşmalarına ayrılmıştı. Tam da adadan ayrılmadan önce öğlen saatinde, ÇÖMÜ’den 2 öğretim üyesinden kendilerinin düzenledikleri ve bir bağlama bir klasik gitarla seslendirdikleri türküler dinledik, bu konser gerçekten çok güzeldi. Bu sırada oldukça güçlü bir rüzgâr vardı, hocaların notalarını sürekli sağa sola savurdu, ama onlar hiç bozmadan devam ettiler. Böyle güzel bir konser olunca feribota koşturarak yetişebildik, geride kalanların ayrılmaları basbayağı salya sümük ağlamalı olmuş.

Bütün kamp boyunca en sıkı çalışanlardan biri de resimleri çeken ve komşu köyden olduğunu öğrendiğim bir genç kızdı. Onun çabası da inkâr edilemez, dönüş yolunda ekipmanını görünce kızcağıza acımadım desem yalan, üstelik feribottan iner inmez hemen başka bir çekim için Asos’a koşturdu.

Bu gezide sadece yoga eğitmeni olduğumu hatırlamadım, kişisel başka kazançlarım da oldu. Mesela nihayet ne zamandır merak ettiğim kapari bitkisini tanıdım, minik yuvarlaklar henüz çiçeklerin açmamış haliymiş, kapari karpuzları ise tohuma kaçmış hali. Bu kadar narin ve sadece yer örtücü gibi görünen bitkinin nasıl olup da erezyon önleyici olduğunu anlamak zor. Asla merak etmediğim, sivrisineklerin büyük beyaz köpek balığı kadar keskin dişleri olduğunu hatırladım. Bu hatırlayıştan kazancım birkaç gün süren kaşıntılar ve yara kabukları oldu, bu nasıl kazanç diye sormayın yara izi her zaman havalı durur. Bozcaada’da denize kutuplardan buzlu sular karıştığına iyice ikna oldum ama bu yaz doğru dürüst denize girememiştim, çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşımın beden termostatı bozulmuş vallahi saatlerce buz gibi suda kaldı, çıkınca da hiç üşüme belirtisi göstermedi.

Son olarak da hayatımda ilk kez ben dinlendim, başkaları çalıştı, gerçekten çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşım bütün zaman boyunca hastalarının aileleri, asistanlar ile telefondaydı, eski zamanlarımı hatırladım. Bu arada ‘hiç yalan söylemeden nasıl yalan söylenir’ konulu çalışma yaptı desem yeridir, her konuştuğuna ‘ben il dışında bir toplantıdayım, şu gün döneceğim’ dedi, elbette herkes onun mesleki bir toplantıda olduğunu düşündü. İşte bu nedenle adını vermekten imtina ettim. Çünkü onun da bir kaçamak yapmaya ihtiyacı vardı.

Bu kampta ben de emekli bile olsan zaman zaman olağan hayatından uzaklaşmanın, tatil yapmanın ne kadar gerekli olduğuna iyice inandım, iman ettim.

BU YAZI GÜÇLÜ, ÇALIŞKAN, ÖZ GÜVENLİ VE BAŞARILI KADINLARA GELSİN

Geçtiğimiz hafta sonu KTÜ’den misafirlerim vardı, 2 eski asistanım beni ziyarete geldiler, birlikte kısa bir kültür gezisi yaptık. Kızlara kısa süre önce geçirdiğimi orman yangının alanının bir kısmını gösterdim. Truva müzesine gidip, batı Anadolu tarihi, Luviler, ozanlık geleneği, Truva çevresindeki coğrafya değişiklikleri ve kentin arkeoloji bilimi açısından önemi gibi konularda kısa bilgiler tartışarak, müzeyi birlikte gezdik. Ertesi gün ise Gelibolu savaş müzesine gittik, çok etkileyici hazırlanmış sinevizyon gösterisini izledik, daha sonra ANZAK cephesi, Conk Bayırı, Bigalı köyü, Anafartalar bölgesini gezdik. Çok kısa bir Gelibolu turundan sonra, Gelibolu’da yöresel yemekler de yapan tarihi peynir helvacısına gittik.

Elbette bütün bu müddet boyunca durmaksızın eski günleri konuştuk. Kızların her ikisi de pediatri uzmanlığı ile yetinmeyip, biri çocuk acil, diğeri de çocuk kardioloji yan dalı yaptılar. Şimdi her ikisi de eğitim kurumlarında çalışıyor ve öğrenci yetiştiriyorlar. Kızlarımı bu şekilde başarılı görmek benim için inanılmaz bir mutluluk. Akademisyenliğe isteyerek girmedim, mecburi hizmette üniversite kurası çekince, hayatın bana açtığı yolda devam ettim. Akademisyen olduğum için bütün mobinglere ve zorluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım, hatta hep söylediğim gibi kendimi önce öğretmen, sonra doktor gibi hissettim. Şimdi içimdeki duygulara bakınca elbette ki 30-40 sene önce tedavi ettiğim hastaların bile aradan geçen zamana karşın beni aramaları ve onların başarılı hayatları da beni çok mutlu ediyor, ama eski öğrencilerimin başarılarını duyunca resmen mest oluyorum. Galiba zaten bir hekim olarak hasta tedavi etmek asli görevimdi, tedavi yapmış olmak ‘atla deve’ değil. Oysa eskiden öğrencim olan meslektaşlarımın bana üzerlerinde ‘parmak izim’ olduğunu söylemeleri kadar tatmin edici bir şey daha bilmiyorum. Bu dünyada öğretmenlik kadar güzel bir meslek daha var mı acaba?

Yetişmelerinde benim de katkım olan bu genç ve başarılı kadınları görmek elbette ülkemizin geleceği açısından beni aşırı mutlu ediyor.

Üstüne üstlük hafta sonu kadın milli voleybol takımız Avrupa şampiyonu oldu. Zaten uzun zamandan beri dünyanın en güçlü takımları arasındaydılar, finale kadar gelip, son anda kupayı kaybediyorlardı. Son bir ayın içinde hem milletler liginde hem de Avrupa liginde şampiyon oldular.

Gerçi bu şampiyonlukta artık vatandaşımız olan Kübalı atletin katkısı çok büyük, ama bizim takım o olmadan da zaten çok güçlü, hırslı ve azimliydi. Helal olsun bütün başarılı kadınlara. Cumhuriyetin yüzüncü yılına çok yakışıyorlar.

Bu arada Melissa Vargas ile ilgili fikrimi paylaşmadan geçemeyeceğim, bu kız insan olamaz. Bütün kızların boyundan, gücünden, esnekliğinden, savaşma azminden, sıçrama yüksekliğinden, sanki insan ırkı daha üstün bir şekle doğru evriliyor gibi hissediyorum. Ama Vargas ve bedeni tamamen ayrı bir mevzu, kız bir metre sıçrayıp, topa vurmak için kolunu gererken göğüs kafesi neredeyse burgu gibi dönüyor, bedeni havada sanal ortamda çizilmiş bir sanat eseri gibi görünüyor. O nasıl esnek bir omurgadır, üstelik sakatlık geçirip ameliyat olmuş bir omurga bu, acaba ameliyatta omurlarının yerine vida mı taktılar?

BU GÜNLÜĞÜ NEDEN TUTUYORUM, DERDİM NE? ÜZÜMÜN YOLCULUĞU, GELİBOLU, HAYAT NASIL DEVAM EDİYOR?

Bu günlüğü neden tutuyorum sorusunun cevabını hatırlamaya karar verdim, çünkü son dönemlerde acaba artık yazmasam mı diye düşünmeye başlamıştım. Ancak bu yazıları yazmaya, üstelik böyle uzun uzadıya yazmaya başlamamın bir sebebi vardı; İsrail’e gittikten sonra yazmaya karar verdim. Filistinliler çok önemli bir halktır, şu anda kullandığımız yazı, yani sesin simgelerinden meydana gelen harf alfabesini bulan halktır. Şu anda yeryüzünde yazılan hemen hemen bütün alfabelerin onların yazısından esinlenerek bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Şu anda sadece uzak Asya ülkelerinde heceleri simgeleyen yazı modelleri kullanılıyor ki, bunun öğrenmenin ne kadar zor olduğunu söylemeye gerek yok.

Bu tarihsel gerçeğe karşılık ne yazık ki Filistinli  Müslüman halk iki büyük hata yapmış, birincisi pek yazılı kayıt bırakmamış, ikincisi de nasıl olsa toprağı alıp gidecek halleri yok diye dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudilere (sürgündeydiler) toprak satmışlar. Buna karşılık Yahudiler ise, (evet onlar da bölgenin halkı) tam karşıtı iki eylem yapmış; birincisi bir gün mutlaka geri döneceklerine inanmış ve bu uğurda çalışıp durmuşlar, ikincisi ise yazmışlar. Hem de her koşulda yazmışlar, dur durak bilmeden yazmışlar; mesela gizli dini guruplar yazmışlar;  Kumran mağaralarında saklamışlar, mesela ikinci dünya savaşında başına gelenleri yazmışlar (Anne Frank), duvar sıvasının içine saklamışlar. İşte bu yazılar sayesinde kendilerine bu ülkede hak iddia edebildiler. Toprağını satan ve kendisi hakkında kayıt tutmayan ise mezar yazıtlarını bile kaybetti.

Ben de söz uçar yazı kalır mantığıyla, sivil tarih oluşturmak için kendi şahitliklerimi yazıyorum. Bence tarih savaşı kazananlara bırakılamayacak kadar çok yönlüdür. Böyle düşünerek yazmaya başladığımı hatırlayınca, devam kararı aldım.

Bu içinden geçtiğimiz yıllar gelecekte iklim krizi ile (belki de iklim krizinin başladığı yıllar olarak) anılacak gibi duruyor, bu yıl bütün dünyada hava şartlarının iyice çivisi çıktı. Bu yıl bölgemizdeki kuraklığın tek sonucu bitmek bilmeyen yangınlardan ibaret değil, yaz mahsulü de çok az oldu. Ay çiçeği tarlalarında ürün hemen tamamen kavruldu gitti, muhtemelen %30 verim verecekmiş, ayçiçekleri normalin beşte biri büyüklüğünde bile değil, pek çoğunun da içi boş görünüyor. Tarlaları görmek insanın içini acıtıyor.  

Geçen hafta sonu Eceabat’a Suvla şarap fabrikalarını ve bağlarını görmeye gittik, yarımadada da ay çiçeği tarlaları içler acısıydı.

Bu güne kadar birçok şarap imalathanesi ve bağını gezmiş ve çeşitli bilgiler almıştım, parça parça yazılarımda vardır. Bu gezide yeni öğrendiğim ve hoşuma giden bazı şeyleri anlatmaya çalışacağım.

Şu anda bağ bozumu başlamıştı ve şarap yapımının ilk aşamaları yani üzümlerin kırılması aşamasındaydı. Hem fabrikadaki ‘wine maker’ler hem de bağdan sorumlu ziraat mühendislerinin işlerini ne kadar büyük bir tutku ile yaptıklarına şahit olmak çok güzeldi. İşini aşkla (heves, adanmışlık, sevgi) ile yapan herkes gibi bu gençlere de hayran kaldım. Bir kez daha şarap yapımının ne kadar incelikli bir iş olduğunu anladım, ancak ilk defa bir bağın bakımını bu kadar ayrıntılı olarak dinledim. Şu kadarını söyleyeyim her ikisi de gerçek uzmanlık ve ağır çalışma gerektiriyor. Gelibolu yarımadasında hem yerel üreticilerin, hem de çok yaygın markaların bağları var, anlaşılan şaraplık üzüm için oldukça uygun bir alan. Gezdiğimiz bağ tamamen organik yöntemlerle üretim yapan bir bağdı, hiç kimyasal kullanılmıyor. Mühendis  zararlılarla  mücadele yöntemlerini anlattı, bunlardan bana en ilginç gelen zararlı bir sineğin üremesini, dolayısıyla zarar vermesini önlemek için yaptıkları şeydi. Herkes bilir hayvanlar çiftleşme dönemlerinde feromon denilen bir koku salarak birbirlerini bulurlar. Bağın her sırasına dişi sinek kokusu asıyorlarmış, zavallı (vallahi hallerine acımadım desem yalan) erkek sinek de koş oraya uç buraya bir türlü dişi ile denkleşemiyor, denk gelse de yorgunluktan çiftleşemiyormuş, çok akıllıca değil mi? Ancak bu sene havalar o kadar sıcak gitti ki, astıkları ipliklerdeki kokular çabuk uçmuş, yakın zaman önce sinekler üremeye başlamışlar, neyse ki fazla hasar veremeden üzüm hasadı başladı. Bana ilginç gelen bir başka bilgi de bazı üzümlerin üzerinde buğu gibi bir tabaka olur ya, işte o tabaka doğal maya imiş, bazı butik işletmeler hiç ticari maya kullanmadan sırf bu maya ile şarap yapıyorlarmış, elbette elle yapılan üretim çok kısıtlı oluyormuş.

Bu gezi bizim Zafer’in hastalarının ona hediyesiydi. Ben hastalarımdan bir hediye aldığımda soran olursa ‘iyi doktor fonundan’, asistan ve öğrencilerimden aldıklarıma ise ‘iyi hoca fonundan’ aldım derdim. Yani hafta sonunda Zaferin iyi doktor fonundan ben de yararlandım demek yanlış olmaz.

 Zaferin bir de çiftçi, yerel satıcı hastası varmış, onun tezgâhına da uğradık, adamcağız, kavanozlar dolusu salçalar, torba dolusu meyve, kocaman bir kavun verdi, ben de 2 kilo biber almıştım, Zafer üstüne bir de, 2 şişe şarap aldı, yani elimiz kolumuz hayli doluydu.

Sözüm ona geçen hafta sonu yaşadığımız feribot krizini yaşamamak için arabalarımızı bırakıp karşıya yaya olarak geçmiştik (yarımadada bizi bir araçla gezdirdiler). Fakat daha ilginç bir feribot krizi yaşadık,  tam  feribot limandan uzaklaşırken limana getirildik. Biz de oradaki pastanede oturup çay içtik, gevezelik ettik. Karşımızda çok kısa bir etek giymiş bir kadın, aşırı frikik vererek oturuyordu.  Ben;  el alemin .ötüne bakılmaz, insanın işi ters gider muhabbeti yaptım, hatta sandalyemi çevirdim.  Nihayet feribot geldiğinde ellerimiz kollarımız dopdolu içeri girip oturduk, herkes kendi aracıyla gelmiş, iskeleye yakın bir yerlerde park etmiştik. Zafer, eşi Perihan ve ben ellerimizde bunca yükle nasıl araçlarımıza kadar gideceğiz planı yaptık. Derken boğazın ortasında Zafer benim çantam nerede diye sordu. Meğer pastanede beklerken sandalyenin arkasına asmış ve orada unutmuş, neyse ki bulup sağlama almışlar. Bu bilgiyi alınca Zaferle ‘kesin sen kadının .ötüne baktın ki işin ters gitti’ diye iyi dalga geçtim. Sonuç Zafer çantasını almak için aynı feribotla geri döndü, biz 2 kadın, 3 kişi olarak nasıl yapacağımızı düşündüğümüz taşıma operasyonunu başarıyla gerçekleştirdik. 

Yavuz hocama layık yaşıyorum, onun sürekli kullandığı ‘nereye gittik de rezil olmadık ki’ lafını hiç yere düşürmüyorum.

Ha son günlerde en çok yaptığım şeylerden biri de yangın alanlarını gezmek, bu arada çok ağırıma giden bir başka bilgiyi daha paylaşmak istiyorum, yanan bölgelerin yakınlarındaki orman bölgelerine avcılar gelmiş, alışık oldukları orman parçasından kaçmayı başaran hayvanları acemi oldukları saklanamayacakları alanlarda öldürmeye çalışıyorlarmış. Belki bilmeyen olabilir, vahşi hayvanların da sokak hayvanları gibi bütün ayrıntılarını bildiği,  kendi alanları vardır, bu güvenli alanlarının dışına çıkmamayı tercih ederler. Belki de her sonbahar mevsiminde yapılan domuz avı sürecidir bilemiyorum.

 Eğer bu duyduğum av meselesi doğru ise ve kendi alanını terk etmek zorunda kalan hayvanları avlıyorlarsa artık ne diyeyim, insan ırkı bu gezegenden yok olalım topluca.

Kırmızı ip feromon

Üzüm kırma tezgahı
Şampanya şişesinde olgunlaşıyor
Zafer, Perihan, ben, Wine maker Dilara
Bağlardan sorumlu ziraat mühendisi, şaraplar arkada yıllanıyor

YANGIN SİLSİLESİ, HERŞEY KOMPLO DA KOMPLO, HERKESLE BİRLİKTE YÜRÜMEK OLASI DEĞİL, BOŞA HARCAYACAK ENERJİM YOK

Bütün ülke 22-23 ağustos 2023 tarihlerini Çanakkale yangını olarak hatırlayacak ama aslında 16 Temmuz gününden beri geçtiğimiz 4-5 haftayı orman yangını serisi içerisinde geçirdik. Bütün yıl yağmur/ kar yağmamıştı, hem toprak çok kuraktı, hem hava çok sıcaktı, hem de rüzgâr çok şiddetliydi, yani orman yangını için bütün şartlar maksimum derecede mevcuttu.

Önce 16 Temmuzda bizim köyün arkasındaki kızılçam ormanı/tarım alanı karışımı alanda başladı. Ben, balya makinesinden kıvılcım atladı diye düşündüm, ama o gün orada çalışan makine yokmuş. Resmi olarak yüksek gerilim hattına takılıp yanan bir kuşun yangını çıkartmış olabileceği açıklandı. Bence yangının bölgede yığılı gübre yığınlarından birinin uygun koşullar nedeniyle yanmaya başlaması, yere atılmış bir cam parçasından ya da çam reçinesinden çıkmış olması çok daha mümkün.

Bu alan içinden geçen sadece tarlalar arası yollar bir de İğdelik mahallesine (8/10 ev) giden birkaç yıl önce asfalt dökülen bir yol var. İnanarak yazıyorum bu yangın kasıtlı olarak çıkartılmadı, çünkü bu bölge oldukça ıssız, içinde tek tük ev, ahır, tarla olan, kimsenin gidip mangal bile yapmadığı bir alandır. Köylümüzün yangın sırasına nasıl canla başla çalıştığını görünce onları düşünceyle bile töhmet altında bırakmak çok zalimce geliyor, üstelik bütün zararı gören de biziz. Dışardan birileri yaktıysa, onu bilemem, ancak valilik ormanlara girişi yasaklamıştı, zaten bizim köy tercih edilen bir piknik alanı değil.

Köyümüzün kuzey doğu kısmından başlayan yangın büyük bir hızla köyün evlerine ulaştı ve bütün kuzey kısmını sardı, daha yarım saat geçmeden güneye de kıvrılarak köyümüzü tamamen ablukaya aldı. Bütün gece, kilometreler boyunca güneye doğru yayıldı, ancak sabaha karşı biraz kontrol altına alınabildi. Ertesi gün bütün bölge yeniden harlandı, etrafa doğru yangının sınırları daha da genişledi, özellikle de bizim İğdelik bölgesinde ve Çan yolu üzerindeki köyler bölgesinde yanan çok alan oldu. Bu ilk büyük yangın 2 günde kontrol altına alındı. Orman yangının kontrol altına alınması yangının bittiği anlamına gelmediğini anlamak gerekir. İçten içe tüten bir alanın çevresi kazılarak sınırlandırılması, yayılmanın engellenmesi, kontrol altına alınması kabul ediliyor.

Orman yangını yayılması ise akıl alır gibi değil, alevler sadece rüzgârla savrulmuyor, kozalaklar patlayıp fişek gibi gidiyor, yanan kuşlar, hayvanlar can havliyle kaçarken yeni yerler yakıyor, daha da ilginci, yangın bölgesinden çevreye (hem de yüzlerce metre uzaklara) kucak dolusu yanan parçalar (yangın bombaları) saçılıyor, bunlardan birini bile söndürmek ciddi mesele. Bu kocaman parçaların nasıl oraya uçtuğunu görmeden idrak etmek zor.

Yangın kontrol altına alındı deyince bir sabır imtihanı başlıyor. Ormancılar, itfaiye ekipleri, köylüler günlerce nöbet tutuyorlar. Benim ‘köylü bilgeliği’ dediğim birçok kadim bilgiye doğuştan sahip olan komşum (köyün atalık tohum bankası) bu büyüklükte bir yangında ağaç köklerinin ısıyı tutacağını ve haftalar boyunca yangınlar çıkabileceğini daha ilk günden söyledi.

Bu ilk yangından sonra çok da uzak olmayan bir köyde bu kez kasıtlı bir yangın çıkartıldı, bu yangın çok zor bir alanda olmasına karşılık kısa sürede söndürüldü, failler de hemen yakalandı.

Bütün olumsuz koşullar devam ettiği için ilk hafta boyunca hemen her gün birçok noktadan ufak ufak parlamalar oldu, daha sonra bu parlamaların sıklığı azalsa da bütün ay devam etti. Büyük yangından 2 hafta sonra yangının ilk başladığı noktaya bir kilometre kadar yakın (ama yanan alanın dışında) gençleştirilmiş bir koru daha tutuştu (köye mesafe kuzey doğudan 2,5 km kadar). Üstelik gece vakti yani insan faaliyetinin olmadığı ve üzerinden elektrik teli filan geçmeyen bir alandı. Bu yangın bile eğer tek başına olsaydı 100 hektardan daha büyük bir yangın olduğu için haber değeri taşıyabilecek bir yangındı ama elbette büyük yangının devamı olarak değerlendirildi. Bundan bir hafta kadar sonra köyün bu sefer 2 km batısında daha önce yanan bir alan tekrar tutuştu, daha önce yarı yanan ağaçlar kömür oldu, yanmayanlar ise bu yeni yangında yandı.

Derken 22 ağustosta, tam da yangının en son ulaştığı bölgede, daha önceki yangında yanan bölgenin hemen dışında kalan bir yerden aniden bu büyük yangın başladı. Yangının başladığı Damyeri, bizim İğdelik gibi hiçbir yere çıkmayan bir yolun çevresindeki 7-8 evden ibaret bir mahalledir. Bu tip mahalleler özellikle gitmeyeceksen yolunu bulamadığın, yanlışlıkla gidersen arabanı çevirecek yer bulamadığın, artık sadece birkaç yaşlı insanın yaşadığı bir yer.

Önce yok salça yapılırken ateş atladı, yok anız yakıldı, yok yoldan geçen araba izmarit attı dendi, video ortaya çıkınca yakında bir elektrik direği olduğundan kıvılcım atladı dendi. Ben bu yangının da önceki yangının devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum.  Bu sefer rüzgâr daha da kuvvetliydi, yangın kısa sürede, daha önceki yangının büyük bir gayretle sınırlandırıldığı Sarıçay vadisini çok kısa sürede aştı. Ondan sonra da olanlar oldu, ilk yangının 2-3 katı kadar büyük bir alan daha yandı. Üstelik bu kez yangın şehir merkezine çok tehlikeli bir şekilde yaklaştı, bu kez köylerde bazı evlerin yanmasını engellemek de mümkün olmadı.

Yangında can kaybı yok deniliyor ama kim bilir kaç ağaç tamamen kül oldu, kaç vahşi hayvan, kaç evcil hayvan öldü, kaç dönüm hububat, meyve tarlası yandı şimdilik bilmiyoruz. Yanan bölge şehre çok yakın olduğu için mesela şehir çöplüğü çok ciddi yanma tehlikesi geçirdi, eğer sülfür balonu delinseydi maazallah çok daha büyük felaket olacaktı. Bu ikinci büyük yangında ise haberleşme kuleleri, radar tepesi, askeriye, hastane, üniversite kampüsü tehlike atlattı. En çok hasar gören köylerden birinde bir uzay gözlem istasyonu vardı, o da tamamen yanmış. Bir aydan beri yanan köyler şehir merkezine çok yakın köyler, en uzaktakilerden biri bizimki, biz de iskeleye yani şehrin göbeğine sadece 16 kilometre uzaktayız.

Gariptir, kendimizin çok ciddi tehlike altında olduğumuz, köyde mahsur kaldığımız ilk gece çok sakindim, ama son yangında hem şehirde oturan evlerine yangın oldukça yaklaşan arkadaşlarımı ve yangında boşaltılan köylerden birinde oturan ve gece boyunca haber alamadığım başka bir arkadaşımı düşünerek çok tedirgin oldum.

Bu yangın sırasında Yunanistan Dedeağaç bölgesinde de yangın vardı, Gelibolu yarımadasının üzerinde atom bombası bulutu gibi bulut görüyorduk, oradaki yangının bizimkinin en az 10 katı büyüklüğünde olduğunu sanıyorum.

Bu yangın her zamanki insan aczini gözümüze soktu, ama öte yandan insanoğlunun dayanışma sırasında nasıl büyük bir güç olduğunu da göstermiş oldu.

Bu süreç boyunca insan davranışlarından, kendi hayatımdaki bazı ilişkilerime de ister istemez sıkça dikkatim çekildi. Çok net anlıyorum ki, insanları birbirine yakınlaştıran, ortak mekân / zaman paydaşlığı değil, duygudaşlık yani zamane terimiyle enerji paydaşlığı. Bu süreçte hem eski dostlarımdan hem de burada edindiğim yeni arkadaşlardan o kadar güzel manevi destek aldım, samimi ilgilerini hissettim ki anlatmak mümkün değil.

Bu kadar çok iyi insan varlığının hayatımda olması çok büyük bir ayrıcalık. Tabii etrafımdaki bütün insanlar için benzer duygular içerisinde değilim.

İnsan, hayat yolunu yürürken önüne birçok yol ayırımı çıkıyor, her birey kendi yaşam hafızasında depoladığı bilgilerden bazılarını seçerek adımını önüne çıkan hangi yöne doğru atacağına karar veriyor. Bazı insanlar benzer adımları atmaya vermeye devam ettiği için yıllar boyunca ayrı kalmış bile olsalar, yeniden karşılaştıklarında kaldıkları yerden devam edebiliyorlar, çünkü olaylara bakış açıları ve olaylar karşısında verdikleri tepki, duygular benzeşmeye devam ediyor. Oysa bazen aynı yolda yürüdüğün, fiziki olarak yanında bulunan bir insan varlığı ile gün geliyor yolunun tamamen farklılaştığını anlıyorsun. Bir seçimi, bir adımı farklı yönde atmış oluyor, daha sonra atılan her bir minik adım, iki kişiyi birbirinden tamamen uzaklaştırmış olabiliyor. Sonra bir bakıyorsun aranızda uçurumlar var.

Bazen insanlar bu uçurumu fark ettiklerinde kapatmak için mücadele eder, en bilindik örnek evliliği kurtarmaya çalışmaktır, aslında tamamen enerji israfı ama gene de çocuklar için vs denilip mazur görülebilir. Eğer yanından uzaklaşan insan varlığı bir arkadaş ise birlikte yürüdüğün yollar için kısa bir teşekkür edip, gönülden uzaklaştırmak en doğrusu bence, yoksa insan kendi yüreğini intikam alma hissi ile berbat edebilir. Çünkü genellikle artık farklı kulvarda yürüdüğünüzü ‘bunu bana nasıl yapar’ hissi ile fark ediyorsun. Kurt kışı geçirirmiş, ama yediği ayazı unutmazmış diye bir atasözü vardır. Bu gibi bir durumu ‘kazık yemek’ olarak değerlendirirsen, kin tutmak lazım, intikam almaya çalışmak lazım ya da ne bileyim en azından arkadaşı bir şekilde hizaya getirmek lazım. Vallahi hiç boşuna zahmet çekemem.

Çok eski bir arkadaşım birkaç yıldan beri, haz etmediğim bir guruba dâhil olup beni de kendi gibi düşünmeye zorlayan birisi oldu. Hiçbir şekilde kendinden farklı bir düşünceyi dinlemeye bile katlanamıyor.  Bu yangında bana illa ki, yangını birinin kasıtlı çıkardığını, çıkartan kişinin asılıp/ kesilmeyi /damgalanmayı/ teşhir edilmeyi hak ettiğini söyletmek istiyor.  Yok, beni ikna etmeye çalışmıyor, resmen kafamı balta ile yarıp bu ‘gerçeği’ içine sokmaya çalışıyor. Üstelik bu durum ilk kez yaşanmıyor, yanan benim, bir de beni dinlemeye çalışsana, hayır illa beni kendi hizasına sokacak.

Tamam, her şeyin doğrusunu sen bilirsin, artık bana müsaade, kaç yıllık arkadaşım artık benim arkadaşım değil, ama o henüz bunun farkında bile değil.

Bu yazıyı ayın 25inde yazdım ve yayınladıktan sonra ilk yangın alanının bir başka köşesinde yeni bir parlama daha oldu, şimdi balkondan helikoptere seyrediyoruz. Bu çok komplike bir yangın fırtınası.

Show Buttons
Hide Buttons