Monthly Archives: Ağustos 2021

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; 2021 EYLÜL

Yine kutsal Eylül geldi, ne de olsa her ay mevsimdir, Eylül ise sanat. Etimolojik olarak Türkçeye, Arapçadaki (aylül) ya da Süryanicedeki (elül) sözcüğünden geçmiştir. Her iki dile de Akat dilindeki (elülü sözünden geçmiştir ki,  hasat festivali ya da sevinçten haykırmak anlamına gelmektedir.

Gerçekten Eylül ayı ben (ve birçok Karadenizli) için incir ayı demektir. Bağ bozumu ayı demektir. Yaz sebze bahçelerinin bozulduğu ay demektir. Bolluk bereket zamanı demektir.

Kış hazırlıklarının yapıldığı aydır.

Okulların açıldığı aydır.

Kuşların daha sıcak mevsimlere göç ayıdır.

İlk haftasında bıldırcın geçimi rüzgarlarının estiği aydır.

Bu rüzgarları arkasına alarak Karadeniz’in diğer kıyılarından gelen bıldırcınlar karaya ayak basar basmaz yorgunluktan bitkin düşerler. Bıldırcın avı daha önce ayrıntılı anlattığım şekilde aylardan beri hazırlanan atmacaların denendiği, yüzyıllardır süregelen bir geleneğin tutkuyla yaşandığı bir zamandır.

Ay sonunda ise kestane karası fırtınası olur ki artık bundan sonra balıklar bollaşmaya başlar; Kılıç ve sardalya balıkları hala lezzetlıdır. Lüfer, kolyoz, izmarit, barbun, çinekop, çipura, uskumru, kılıç ve kırlangıç eylül ayında da çok bol avlanır.

22 Eylül sonbahar ekinoksunun meydana geldiği yani gece gündüzün eşitlendiği bir zamandır (SONBAHAR GELİYOR).

Bu ayın 17’sinde Jüpiter, Satürn ve ay birbirine çok yakın olarak izlenecekler, eğer uygun bir noktada iseniz, çok güzel görünür.

Ay ritmine gelecek olursak, 7 Eylülde, Başak burcunda yeniay, 21 Eylülde Balık burcunda dolunay gerçekleşecek.

YOĞURT SOSLU DOMATES KÖFTESİ

Santorini adasına ait orijinal bir tarif olduğunu öğrendim, ilginç geldiği için denedim, fakat tarifi bir miktar değiştirdim.

İÇİNDEKİLER

Yarım kilo az sulu domates

1 adet kırmızı soğan

Yarım su bardağı mısır unu (orijinal tarif normal unlu)

Taze fesleğen

Taze nane

Tuz

Bir kase yoğurt

Kuru nane, kekik, tuz

SOSUN YAPILIŞI

Bir kase yoğurt içerisine yarım çay kaşığı tuz, bol kuru nane ve kekik koyarak çırpılır.

KÖFTENİN YAPILIŞI

Domatesler 1 santimlik küpler şeklinde, kırmızı soğan oldukça ince olarak doğranır. Her ikisi aynı kabın içerisinde elle bir miktar yoğrulup, lezzetlerinin bir birine geçmesi sağlanır. Bu şekilde 10-15 dakika dinlendirilir.

Daha sonra içine un, incecik doğranmış taze nane ve fesleğen yaprakları ve tuz katılır. Tekrar elle güzelce karıştırılıp, 10-15 dakika daha beklenir.

Az yağlı bir tavada mücver gibi kızartılır.

Yoğurt sosuyla birlikte servis edilir.

PESTO SOSLU, 3 PEYNİRLİ GİRİT EZMELİ PATLICAN

İÇİNDEKİLER

2 adet tombul patlıcan

1 adet kırmızı kapya biber

200 gram beyaz peynir

100 gram lor peyniri

100 gram taze kaşar peyniri

3 diş sarımsak

5-6 yemek kaşığı zeytinyağı

Bir avuç ceviz içi

1 paket dolmalık fıstık

Taze fesleğen

Tuz

PESTO SOS YAPILIŞI

Dolmalık fıstık, yanmaz tavada hafifçe kavrulur. Taze fesleğen yaprakları, kavrulmuş fıstıklar, 1 diş sarımsak, 1 fiske tuz ve 2 kaşık zeytinyağı hepsi birden blendr ile sos haline getirilir. Bu sos makarna ve birçok farklı yemekte de kullanılabilir. Çok çabuk karardığı için kavanoz içerisine alınıp, üzeri hiç hava almayacak şekilde streç ile kapatılarak buz dolabında birkaç gün saklanabilir.

GİRİT EZMESİNİN YAPILIŞI

Kapya biber közlenir ve kabuklarından kurtarılır ( ya da közlenmiş biber olarak satın alınır). Közlenmiş biber, beyaz peynir, 2 diş sarımsak, 3-4 kaşık zeytinyağı,  ceviz içi ve 2 diş sarımsak blendrdan geçirilir. Bu karışıma daha sonra lor peyniri iyice karıştırılır.

PATLICANLARIN HAZIRLANMASI

Tombul patlıcanlar çok kalın olmayan dilimler halinde kesilir, tuzlu su içerisine koyularak acısı çıkartılır. Daha sonra iyice kurulanarak fırın tepsisine dizilir, üzerlerine fırça yardımı ile biraz zeytinyağı sürülür, tuz atılır. 180 derece fırında 20 dakika pişirilir. Bir yüzleri kızarınca ters tarafları çevrilir, aynı şekilde yağlanır, tuzlanır ve pişirilir.

MEZENİN YAPILIŞI

Fırın tepsisine patlıcan dilimlerinin yarısı dizilir, üzerlerine peynirli ezme koyulur. Ezmelerin üzerleri de diğer bir dilim patlıcanla sandviç gibi kapatılır. En üste kaşar peyniri rendelenerek 15 dakika üzerleri kızarana kadar fırınlanır.

SERVİS

Pesto sos eşliğinde ara sıcak olarak sunulabilir. Soğuk yenilecekse üstüne kaşar rendelememek daha uygun olur.

KÖYDE HASAT (BU MEMLEKETTE SEBZE MEYVE CENNETTEN İNMİŞ) VE DÜĞÜN ZAMANI..

Bu memlekette olan meyve sebze, ne kadar güzel olabilecekse o kadar güzel oluyor. Bizim köy Lapseki’ye yakın bir yerdedir. Bizim köy biraz yüksekte kalsa da 3/4 kilometre aşağımızda şeftali bahçeleri başlıyor, Umurbey’den Lapseki’ye her yer şeftali bahçeleri ile dolu.

Eskiden sadece eti pembe beyaz olup, çekirdeğinden ayrılmayan, bir de eti sarı olup, kolayca çekirdeğinden ayrılan iki tür şeftali bilirdim. Son senelerde bir de tüysüz şeftali (nektarin) çıkmıştı. Buraya gelince hem şeftalinin hem de nektarinin bir çok çeşidi olduğunu öğrendim. Bazıları erkenden, diğerleri daha geç olgunlaşıyor. Bazıları çekirdekten kolayca ayrılırken, diğerleri ayrılmıyor. Meyve rengi de sarı, pembe/beyaz, hatta kırmızı bile olabiliyor. Nektarinin de beyazı var, erken geleni var, eriğe benzeyeni, tüysüz şeftali şeklinde olanı var. O kadar ki mesela Bayramiç beyazı (Lapseki’de de yetişiyor) adıyla coğrafi işaret almış nektarin çeşidi var. Hepsi de cennetten çıkma, hele de dalından yiyince bir daha meyve beğenemez oluyorsunuz.

Geçen hafta Lapseki’de bir şeftali bahçesini ziyaret ettik, bahçenin sahipleri hem arkadaşlarımın akrabası hem de rahmetli Nasuh Eniştemin ahbaplarıydı. Lapseki’nin meyvesi dalda kalmaz sözünü gerçekleştirecek bir şeftali bahçeleri var, bu aile ticari üretim yaptığı için 6/7 çeşit nektarin ve şeftali ağacı dikmişler, olgunlaşma zamanları değişik olduğundan Hazirandan, Ekime kadar meyve topluyorlar. Biz de yiyebildiğimiz kadar yediğimiz yetmezmiş gibi evlerimize de birere kova dolusu şeftali götürdük. Harika bir gündü.

Bu günlerde bir de kutsal incir mevsimi başladı. Normalde geçen yıllarda Ağustos ayı boyunca incir yemeye başlardık, ancak bu sene incir zamanı Karadeniz’deki gibi Eylül’e sarktı.

Zaten Çanakkale incirleri Ege incirlerinden çok hem lezzet, hem de şekil olarak Karadeniz incirine benziyor. Bizde biri beyaz, diğeri siyah incir veren iki ağaç var. Memleket incirini aramıyor, şimdilik beyaz incir olgunlaştı, bir iki güne kalmaz siyah da yenecek hale gelir.  Geçenlerde Bozcaada yolundaki bir köye (Mahmudiye) gitmiştim, orada  pembe kabuklu ve  çok lezzetli bir incir çeşidi daha tattım. O da lezzet olarak Karadeniz incirine benziyor.  Ne de olsa iki denize de yakın coğrafya. Zaten, Kaz dağları koca kütlesiyle, iklim ve flora açısından Çanakkale topraklarını Ege’den farklılaştırıyor.

Mahmudiye’de de arkadaşımın akrabaları yaşıyor. Bu bölge de bilindiği gibi domatesleriyle ünlü bir bölgedir. Hafta sonunda ailecek kendi salçalarını  yapma imeceleri vardı, ben de katıldım (böyle şeyleri kaçırmamaya çalışıyorum, her adetleri bizimkinden farklı, gözlem yapıyorum, öğreniyorum). Salça yapma işi değil ama işin boyutu oldukça farklı, mesela odun ateşi yakıldı, dev leğenlerde kaynatıldı, makinede çektirildi, tekrar kaynatıldı… 

Tarım işi bizim alışık olduğumuz gibi 2 lahana, 5 mısır şeklinde olmadığı için hayatımda görmediğim tarım makineleri görüyorum. Bu evin ilk katı, eski Anadolu evlerinde olduğu gibi hayat yani işlik şeklinde düzenlenmişti. İçinde dev boyutlu  leğenler, bidonlar, kepçeler, tonlarla kavanoz, tahta karıştırıcılar ve bunun gibi sayısız araç gereç vardı.

Eskiden bizim Pazar’daki evde bir süt mutfağı vardı, orada kazanlar, bakraçlar filan dururdu,  sütü, kaymağı birbirinden ayıran bir de makine vardı. Fonksiyon olarak ilişkili olsa da peynir bu mekandan tamamen bağımsız, dışarıdaki bir sobada pişirilirdi.  Gittiğimiz köydeki evin alt katı tamamen işlik şeklindeydi, üst kat ise sadece iş zamanı kaldıkları ev.

Her köyün en iyi olduğunu düşündüğü bir ya da birkaç ürünü var. Bence bu şehirde her ürün çok güzel oluyor, sadece narenciye alanı biraz kısıtlı.

Bir hafta on gün sonra da bağ bozumları başlayacak. Bozcaada efsanesine göre dünyada üzüm ilk kez burada ehlileştirilmiş, buna gönülden inanıyorum, çünkü her yer yabani asma dolu. Bizim bahçede bile kendiliğinden büyüdü, yabani asmanın yaprakları biraz daha ekşi oluyor (köyde yalancı dolma sarmak için tercih ediliyor), ehil üzümlerle aynı zamanda salkım verse de, olgunlaşmıyor, bir müddet sonra salkım yok oluyor.

Biz de ilk geldiğimizde, bahçeye hepsi farklı cinsten, 10/15 tane asma dikmiştik. Bu seneye kadar asmalara bakmayı pek becerememiştik, ya da çok genç oldukları için meyve vermemişlerdi, verdikleri az miktardaki üzüm de paslanmıştı. İlk defa geçen sene minik bir kasayı dolduracak kadar üzüm toplamıştım. Bu yıl ise biraz daha bilinçli bir şekilde bakım verdik, çapalamasını, budamasını, organik ilaçlarını güzelce yaptık. Böylece bu yıl bir hayli üzüm oldu, bazı salkımlar  olgunlaşmaya başladı. Sanırım Eylülün ilk haftasında biz de evde kendi çapımızda bir bağ bozumu yapabileceğiz. Bu sonbahar bol bol üzüm yemeyi, bazılarını kurutmayı, hatta pekmez şıra filan yapmayı planlıyorum. Üzüm zamanı da burada hemen her ev kendi şarabını yapıyor, şarap yapan birilerine musallat olmaya karar verdim.

Tabii bir de uzun karantina dönemlerinden sonra düğün mevsimi de açıldı. Geçen ay İzmir’de çok sevdiğim bir arkadaşımın kızının düğününe gitmiştik. Muhteşem bir kır düğünü yaptılar. Kendimizi masal dünyasında zannedeceğimiz kadar hoş bir ortam vardı. Bu hafta ise bizim köyde bir düğüne katıldım (Gene kendimce, paralel evrenlerde yaşıyorum zannı yarattım).

Köydeki düğün şehirdekinden elbette çok farklı idi, aslında bizim köy düğünlerine de hiç benzemiyordu.

Her şeyden önce bu bölgelerde bol miktarda Roman yaşıyor, yani buralar müzik, ritim ve oyun havası cenneti, burada insanlar hayatın tadını çıkartmayı iyi biliyorlar, her vesile ile birlikte eğleniyorlar. Deve güreşi mi arasın, hayır yemeği mi, düğün dernek mi ne arasan var. Her türlü eğlence toplu halde yapılıyor, müzik, dans ne ararsan var.

Düğünlerde en çok dikkat çeken şey  kadınların giysileri. Ben dünyanın her yerinde düğün gördüm, süslü kadın gördüm, buradaki kadınların süsünü Hindistan’da bile görmedim.

Buraya gelmeden önce dünyanın en süslü kadınları Hint kadınlarıdır sanıyordum. Onlar tarlada çalışırken bile ayak parmakları dahil bir sürü yüzük takarlar, giysileri rengarenk ve pullu, payetlidir. Anadolu kadınları da kaftanlar, süslü şalvarlar giyerler, ancak buradakiler bir başka.

Hemen her kadın altı şalvar şeklinde olan parlak renkli bir kıyafet giyiyor. Bu kıyafet bazen kumaşı kapatacak kadar yoğun işli oluyor. Bazılarının ise kumaşları tamamen pullardan meydana geliyor. Bu kadar parıltılı giysiler daha önce hiç görmediğim bir şey. Üstelik kollarına dirseklere kadar bilezikler, boynuna üçer beşer gerdanlıklar takılıyor. Ayakkabılar, çantalar, şallar, başörtüleri, hepsi yanardönerli.

Bir başka dikkat çeken şey de, hani böyle süslü giysilerle pişti olmak istemezsiniz, bunlarda hiç öyle dertler yok, aynı ailenin iki kadını aynı elbiseden yaptırıp, ikiz gibi giyinip geliyorlar.

İlk dansı gelinle damat açıyor, dans bittiği anda müzik oyun havasına dönüyor, bir anda herkes piste fırlıyor. İnanamadığım bir görüntü meydana geliyor, mesela pistte 20 kadın dans ediyorsa en 10/12 kadın çift giyinmiş oluyor. Elbiselerin hazır olmadıklarından eminim, çünkü çok özenilmiş, belli ki düğün elbisesi bu  yörede çok önemli, muhtemelen iki elti, ya da gelin görümce arasında kıskançlık olmasın diye aynı elbiseyi diktiriyorlar.

Düğünlerde giyilecek elbiseye çok önem verildiğini Semra’dan biliyorum. Rahmetli de, yeğenleri artık evlilik çağına geldikleri için bir düğün kaftanı işlettirmeyi planlıyordu. (Ben normal etekli kaftan sanmıştım ama buradaki kıyafetler tulum gibi, altı şalvarla pantolon arası bir şey.)

İki yıl önce bir düğün için işlemeli bir kaftan almıştım, ancak buradaki düğünlerden sonra gözüme çok yavan göründü, acaba bir sultan kaftanı da ben mi işlettirsem diye aklımdan geçirmiyor değilim.

Bu arada düğün öncesinde de evlere davetiye niyetine şeker dağıtılıyor ve camiden anons yapılıyor. Bazı evlere evlenenle yakınlığına ve maddi imkanlarına bağlı olarak, şeker yanında, sabun, oyalı çember gibi şeyler de gönderiliyor. Yani köylerde bu eski adetler aynen devam ettiriliyor.

Bol oyun havası var ama, bizim köy düğünlerdeki gibi horon yok, atma türkü yok, tabii bir de silah yok.

Şeftali bahçesi
Salça yapımı
Düğünde ikiz giysiler

KARADENİZ, SULAR, SELLER, YOLLAR, KÖPRÜLER ve YEREL PİROMAN İŞ BAŞINDA YAZISI

Karadeniz delidir, bir anı ötekine uymaz. Bir bakarsın bardağın içindeki su kadar durgun, bir bakarsın kudurmuş dalgalarla köpük,  köpük. Kudurduğu zamanlar önünde ne liman mendireği durabilir, ne de sahil yolları ne de binalar. Yolları dişleriyle ısırmış gibi söker götürür. Mesela şimdiki sahil yolundan önceki sahil yolunun bizim Pazar’daki evin 5 kilometre batısında bir koydaki 100,150 metrelik kısmının, sürekli deniz tarafından koparıldığını bilirim. Bu yoldan geçerken kim bilir kaç kez dalgaların yola kadar fışkırdığını görürdüm.

Yıl 1999, Şubat ayında bir gece kalmak üzere Ankara’ya gitmiştim. O gece bölgede aniden çıkan ve 2 saat süren bir tufan olmuştu, dönerken uçaktan gördüğüm manzaralar inanılmazdı. Giresun ve Trabzon arasındaki sahil yerleşimleri büyük hasar görmüş, hatta Trabzon limanının mendireğindeki kayalardan biri yerinden oynamıştı. Bu kaya limanın gemi girişine doğru kaydığı için uzun süreyle büyük gemiler limana giremediler.

Kadim zamanlardaki denizciler bu denizden  ölesiye korkardı.  Kaptanlar sefere çıkmadan önce sağ salim dönebilmek umuduyla çeşitli  ritüeller yapardı.  Trabzon’daki Ayasofya Kilisesinin doğu duvarı boyunca yüzlerce gemi, kayık, kadırga resmi ve çeşitli dillerde duvar yazıları vardır. Bu deniz öyle bir deniz ki, yüzyıllar boyunca gemi mürettebatı, denize açılmadan evvel sağ salim dönebilmeyi ya da başlarına bir ey gelirse en azından bu dünyada biz iz bırakmayı umarak bu duvarlara gemilerinin resimlerini ve dillerindeki duaları yazdılar. Gemilerini o denli ayrıntılı çizdiler ki sadece bu resimlere bakarak bu yüzyıllarda Karadeniz’e  açılan gemilerin 4 ana şekilde yapıldığını anlayabiliyoruz.

Bana kalırsa biz de korkmalıyız, ama gözlerimizi inşaat tekniklerimize duyduğumuz hayranlık kör etti, suyla oyun olmayacağını unuttuk, yeneriz sanıyoruz. (Bu cümleyi biz olarak yazma sebebim insanoğlu anlamında, yoksa birçok kişi tehlikenin farkındadır).

Modern hatalar yazmakla bitmez, Rize’de Trabzon’da birçok dolgu alan inşa edildi, üzerlerine adeta yani şehirler kuruldu, bu da yetmezmiş gibi sahil yolu olduğu gibi deniz dolgusu üzerine yapıldı. Mesela Trabzon stadyumu, Giresun Ordu havalimanı dolgu alan üzerine kuruldu. Şimdi yapılmakta olan Rize Artvin havalimanı da deniz doldurularak yapılıyor. Bütün bu inşaatları bir saatte yutmaya muktedir bir denizden söz ediyoruz. Bütün bunlar ne kadar akıllıca yatırımlardır, iyice düşünmek lazım.

Karadeniz; sadece bir durgun bir azgın sularıyla deli değildir, bir doğal afet (tufan) şeklindeki oluşumu ile de, yüzeyden 200 metre derinlerdeki zehirli varlığı ile de, insanı ile de delidir.

Yani nerden bakarsanız bakın delidir.

İşte bu deli denize dökülen sular da ondan aşağı kalmayacak şekilde delidirler. Çoğu yerde denize paralel dimdik dağlar bir set gibi denizin önünde sıralanırlar. Bu dağlar sayesinde denizlen gelen nemli hava yağmur olarak yağar ve dağları yemyeşil bir hale sokar, hatta ülkedeki yegane yağmur ormanları da bu bölgededir. Buna karşılık bu sert yamaçlarda toprak derinliği çok azdır ve bölge erezyona oldukça dayanıksızdır. Hemen bütün derelerin boyları  sadece bu dağların denize bakan yüzleri kadardır, yani oldukça kısadır,  derin vadilerden kanyonlardan geçerek denize ulaşırlar. Her biri senede en az bir kere hatta bazıları birkaç kez taşar, bu taşkınlar eğer ölümlü değilse haber değeri taşımadığı için duyulmazlar. Mesela son yıllarda adı çokça duyulan ve Çayeli ilçesinin içinden denize ulaşan Şairler deresi üzerinde bulunan Ağaran Şelalesi yılda birkaç kez taşar, görseli çok görkemli olduğundan son yıllarda paylaşılıp duruyor, ancak Çayeli için çok ciddi tehlike potansiyeli gözden kaçırılmamalı.

Sonuç olarak bu oldukça yüksekten çok kısa bir zamanda alçalan bu dereler, çok ciddi taşkın potansiyeli taşırlar, kolayca ele avuca sığmazlar, öyle duvarla filan ıslah edilemezler ve sel zamanında da durdurulamıyorlar. Üstelik hemen hemen her 500 metrede bir sel yatakları vardır, sadece yağmur yağdığında şelaleler şeklinde akarlar.

Bu durum bölgenin coğrafi bir gerçeği olduğu için, eski köyler ve yerleşimler genellikle hem derelerin hem de denizlerin kıyılarından uzakta yapılırdı. Eğer uçakla Trabzon’a giderken dikkat ederseniz, bölgede Anadolu’da olduğu gibi toplu yerleşim gösteren köyler yoktur. Evler genel olarak bir sırtı takip ederek tren gibi birbiri peşi sıra dizilmişlerdir. Kıyı yerleşimleri de genel olarak derin bir limanı ve kıyıda bir tepesi olan özel coğrafi bölgelerde,  başka kıyı kentlerine benzemez şekilde sırtını denize dönmüş bir halde gelişmiştir.

Tarihi yollar, dereden hayli yüksekte yamaçların eğimlerini takip eder. Köprüler ise vadinin iki yakasının birbirine yaklaştığı ve kıyıda köprü ayaklarını sağlamca tutacak kayaların olduğu yerlere ve su tahliyesini asla engellemeyecek, yüksek kemerli olarak inşa edilmiştir.

Sonuç olarak eskiden insanlar doğanın güçlerine saygı duyulması gerektiğini bizden daha iyi biliyorlardı.

Şimdi yapılan hataları saymakla bitmez, herkes HES’leri suçluyor, ama bu sadece yapılan yanlışlardan biri.

Bölgede bütün dere yatakları yollar, evler, camiler, resmi binalar, her çeşitten binalarla dolduruldu. Elbette bu binalar aşırı hallerde sel yatağının önünde set oluşturarak,  büyük felaketlere neden oluyorlar.

 Sorsan dereler ıslah edildi. Oysa suyun yatağını daraltan bütün duvarlar sel tehlikesini artırır, dereyi ıslah etmeyeceksin, sel yatağının dışına yerleşeceksin, işte o kadar.

Bu da yetmezmiş gibi sahil yolu yapıldı, böylece boylu boyunca her türlü akıntının önüne set dikilmiş oldu. Dere ağızlarına da ortalama menfezler koyuldu, bu menfezler bol su akımını kaldıramadıkları için hemen her sene birkaç kez şehir sokakları su altında kalıyor.

Yapılan her köprü de dere yatağını iki kenardan daraltarak sadece orta bölgede suyun akmasına izin verecek şekilde inşa edildi. Yani köprü uzunluğu derenin yatak genişliğinden kısa tutuluyor.

Bütün bunlar bir araya gelince ve iklim krizi sayesinde aşırı hava koşullarıyla daha sık karşılaşınca sonuç budur.

Şimdi orta Karadeniz’de olan selin aynısı, 1990 yılında doğu Karadeniz’de olmuştu. Yani bölge sadece kısıtlı, tek bir derenin taşkını sonucunda olan seller kadar, kilometreler boyunca akan her derenin taşkınlarına da açıktır. İşte 31 yıl ara ile, benim 60 yıllık hayatım süresinde bu tanık olduğum ikinci hipersel, 1-2 derenin taşmasında ise hiç söz etmiyorum.

Bu kadar sık sel olan bir bölgede hala dere yataklarını doldurarak iş yapmak nasıl bir iştir? Ben de işte bunu anlayamıyorum.

Önce yangınlar sonra sel derken beynimiz döndü.

Bu arada son 10 gün içinde Çanakkale’nin bir köyünde 8-9 yangın çıktı. Muhtemelen orman yangınları oradaki bir kişinin içinde bir şeyleri tetikledi ve içindeki ‘piroman’ meydana çıktı.

ÇOK TUHAF, NE OLUYORSA İLLA BÜYÜK BİR FELAKET BOYUTUNDA OLUYOR, ŞİMDİ DE ORMAN YANGINI FIRTINASI ÇIKTI.

Geçen yıldan beri salgındır, deniz sümüğüdür, sellerdir, kuraklıktır, depremdir, meteor düşmesidir, akla gelen gelmeyen ne varsa başa geldi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de muhtemelen ülkenin yaşadığı en yaygın orman yangını salgınını yaşadık. Bizler yangın alanlarından bu denli uzakken gökten başımıza küller yağdı.

Yangın fırtınası da halkı, yangınların iklim krizinden ötürü inanılmaz sıcak geçen havaların sonucunda çıktığına inananlar ve sabotaj neticesinde çıktığına inananlar şeklinde ikiye böldü.

Bence felaket boyutlarındaki sıcaklık ve kuraklık neticesinde çıktı, çünkü yangınlar sadece bizim ülke ile sınırlı kalmadı. Neredeyse bütün kuzey yarım küre bu yangın fırtınalarından nasibini aldı.

Ancak mutlaka insan elinin de felakete katkısı var, çünkü kasten yakılmamış olsa bile ormana atılan her cam parçası, her şişe potansiyel bir yangın çıkartıcıdır. Biz orman kenarlarında mangal yapmayı, çöplerimizi oracığa terk etmeyi seven bir milletiz.

Ayrıca eşeğimizi asla sağlam kazığa bağlayıp, sonra Allaha emanet etme huyumuz yoktur. Önlem almayız, başımıza gelen afetler için hemen görüş açımızın bize ters gelen köşesinden bir ya da birçok suçlu buluruz, hem yardım hem de afette hatası olanlar için, hemen kendi sorumluluğumuzu Allaha havale ederiz. Oysa Allah bize akıl verdi, kullanın diye, ama biz kullanmayı hiç beceremeyiz.

Komşu Azerbaycan’dan yardım geldi, yardım konvoyuyla birlikte ‘olağan üstü haller bakanı’ yani afet bakanı da geldi. Koskoca ülkemizde, üstelik dünyanın en oynak fay hatlarından birkaçının üzerinde olan ülkemizde afet bakanlığı yok. Oysa ülkeyi tehdit eden sadece deprem değil ki, kuraklık, iklim krizleri, seller, orman yangınları gırla gidiyor. Nasıl olur da her yıl tekrarlanan bu afetler için adam akıllı bir seferberlik planı olmaz aklım almıyor.

Evet, her felaket anında afet bölgesine halktan gönüllüler, yardımlar sel gibi akıyor, elbette bu çok güzel bir şey, zorluklar karşısında hemen toplum olarak kenetlenmek ve aynı duygularla yardımlaşmak, gelecek için müthiş bir umut sağlıyor.

İyi ama bu gibi durumlarda gönüllü ordularını sevk ve idare etmek bile devletin görevi değil midir, ya da neden değildir? Son yangınlar o denli geniş alanlarda oldu ki böyle koordinasyonun şart olduğunu gösterdi. Öyle ya gönüllü olarak yardıma gidiyorsun, ya da bir şeyler gönderiyorsun, nerede ne zaman ne kadar ihtiyaç var en azından bu bilinmeyince organizasyon nasıl başarılı olur? Yangına insan gücü lazım ama kendini yakmamak, yangını nereden nasıl durdurmanın gerektiğini gibi teknik bilgileri bilmek lazım değil mi?  Deprem, sel yahut bambaşka bir şey oldu. Bütün bu  senaryolar için eylem planlarının, lojistik ve makinelerin hazır olması gerekmez mi?

Kendi konumdan örnek verecek olursam; herhangi bir felaket anında sahra hastanelerinin nerede kurulacağından tutun, hangi hekimin, hemşirenin nerede görev yapacağına kadar eylem planlarının hazırda durması, hatta görev alacak kişilerin de aralıklarla eğitim alması gerekmez mi?

Ne bileyim çok mu hayal kurdum? Ancak her an hemen her yerinde devasa boyutlarda deprem olabileceği bilinen, her yıl sel, orman yangını, çevre kirliliği, bir sürü afeti olan bir ülkede yaşıyorsam bunları devletimden beklemek hakkım değil mi? 

Ben şimdi kalkıp yangını söndürmeye gitsem, bedensel olarak yeterli olamam, bir de  muhtemelen  düşer, bir yerimi kırar,  bir yerlerimi yakar,  dumandan zehirlenir, yardım edeceğime millete baş belası olurum. Ancak bir felaket halinde hekim olarak seferber edilsem, gör bak nasıl canımı dişime takar, çalışır, 10 kişilik iş çıkarabilirim.

Madem bu kadar çok afeti olan bir ülkeyiz, adam akıllı bir hareket planının da olması ve afet durumlarında büyük bir titizlikle uygulanması lazım.

Biraz da gelelim orman yangını ve orman köyünün köylüsünün bilgeliğine; geçtiğimiz günlerde, yangından evvel, bir yörük kadının keçiler ormana girmezse otlar aşırı büyür ve bu kuru otlarla ormanlar her an yangın tehlikesi ile karşı karşıyadır diye  yaptığı  konuşmayı, şimdi herkes yayınlıyor. Evet, ben 4/5 yıldan beri bir orman köyünde yaşıyorum. Köylülerin bilgeliğine kulak vermek gerek.

Geçen sene bizim köy aşırı yağış aldı ve ilimizde birkaç kez sel oldu. Bu arada bizim evin etrafındaki duvarlardan birinde ufak bir hasar oldu. Bu duvarın yerine bir perde duvar yapmak istedik, temel atmak için toprağı kazınca, bizim arazinin hemen 1 metre dışında, yüzeyden 3/4 metre aşağıda bir yeraltı deresi olduğunu keşfettik. Komşumuza bizim duvara çok güvenmemesini, kendi toprağının kaymasını engellemek için kendi arazisine bizim yaptığımız gibi taş yığarak yamacı güçlendirmesini söyledim. Hayretle anladım ki komşu kadın oradan bir yeraltı suyunun geçtiğini ve bu suyun sadece çok yağış olan yıllarda yamaca zarar verdiğini zaten biliyor.

Bundan önce köylünün koskoca ormandaki her bir ağacı, suyun akma yönünü, her aracı, domuzu, karacayı bilmesine şaşırırdım, toprak altında akan suyu bile biliyorlarsa, toprağın üzerindekini mi bilemeyecekler? İnanılmaz bir bilgelikleri var. Mesela gözleriyle hava tahmini yapıyorlar (bunu ben de biraz öğrendim, ama önümüzdeki birkaç günü anlıyorum, oysa onlar gelecek mevsimi tahmin ediyorlar).

Yani demem o ki, orman köylüsünün yaşadığı ormanı kimse onlar gibi bilemez. Neredeyse DNA’larına kazınmış, inanılmaz bir bilgelikleri var.

Orman köylüsünü küstürmemek lazım, yangına müdahale edebilecek modern bilgiler, hızlı haberleşme ve lojistikle donatılması lazım.

Bir de elbette, vay orman yandı, çok korkunç görünüyor diye toprağı kazıyıp, olur olmaz ağaçlandırmamak lazım. Yanan ormanlar kendi haline bırakılsa birkaç yıl içerisinde güzelce yeşerir, tabiat kendini yeniler, yeter ki insanoğlu daha fazla zarar vermesin.

Aslında yangınları aşırı sıcak ve kuru havaya bağlamak istiyorum, ama geçen bir hafta içerisinde Çanakkale’nin turistik bir köyünden üçü ardışık günlerde olmak üzere tam 4 tane yangın çıktı. Bu kadar tesadüfe de insan artık inanamıyor. Neyse ki, yerel yönetim çok uyanık davranıyor, hemen yangın helikopteri ve itfaiye araçları yetişiyor, yerel gençler de iyi organize oldular,  hemen koşup bir çırpıda yangını söndürüyorlar. Sonuç olarak artık ısı mı desem yoksa başka üç harfliler mi, ormana musallat olanlara şöyle ağızlarının tadıyla bir orman yaktırmıyorlar.

Unutmamak gereken bir gerçek, artık öyle alışık olduğumuz iklim koşulları hatıralarda kaldı, her ne oluyorsa aşırı uçlarda oluyor. Yağmur yağınca sel, yağmayınca kuraklık. Ormanları tehdit eden sadece yangın değil ki, yer altı suları da gün geçtikçe azalıyor, gerçekten göz açıp kapayana kadar çocuklarımıza ‘biz gençken bu yamaçlar hep meşelikti’ diyerek kuru kayalıkları gösterebiliriz.

Ben Elazığ’da mecburi hizmet yaparken bu sözü çok duymuştum.

Show Buttons
Hide Buttons