Monthly Archives: Ocak 2019

TRUVANIN ÇEVRESİNDE GÜNEŞLİ BİR GÜZEL GÜN, DÜN, BUGÜN, MÜKEMMEL BİR MÜZE, AGAMEMNON VE SİMGESEL ARDILI

 

Çanakkale’ye yerleşeli neredeyse 2 yıl olmak üzere, ama burnumuzun dibinde duran Truva ören yerini ancak bu hafta ziyarete gittik. Aslında ortaokuldayken yazarı C.W. Ceram olan Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler  isimli kitabı benim dünyaya bakış açımı derinden etkilemiş ve arkeolojiye olan ilgimi başlatmıştı. Bu kitabın 4 bölümünden biri  Truva’nın  bulunuş hikayesi olduğu için, yıllar önce Çanakkale’ye ilk gelişimde sadece Gelibolu’daki şehitlikleri değil Truva’yı da ayrıntılı bir şekilde gezmiştim.  Ancak kısıtlı zamanda sadece ören yerini gezdiğim için o zamanlar çevre coğrafyanın farkına varamamıştım.

Bu hafta ise, aralarında binlerce yıl olmasına rağmen dünyanın en iyi bilinen bu iki savaşın coğrafik olarak birbirlerine yakınlığını da keşfedecek şekilde etraflıca gezmeyi becerdim.

Çanakkale boğazının Ege denizine açıldığı bölgenin Anadolu yakasına eskiden Troas bölgesi denirdi. Bu bölgede yaşayan insanların izi milattan önce 7000 yılına kadar sürülebilmiştir. Yani dünyanın bilinen en eski yerleşim yerlerinden biridir. Bu bölgede bir çok antik kent kalıntısı da bulunmaktadır. Bunların en büyüğü Truva kenti idi.  Truva’yı bu kadar önemli kılan en büyük özelliği ise Homeros’un İliada destanına konu olmasıydı.

Avrupalılar oldu bitti Antik Yunana uygarlığına hayran olduklarından, hatta kendi uygarlıklarını da bu kültüre dayandırdıklarından Yunan mitolojisine çok önem verir. Mitolojiyi okullarında okuyarak büyüyen Avrupa insanının aklında Truva ve destanda geçen kahramanlar önemli bir yer etmiştir. Bu şehrin gerçek mi yoksa bir efsane mi olduğundan bile emin olamayan Avrupalı bilim insanları, gene de azimle Truva şehrini aramış, ancak bölgenin değişen coğrafyası nedeniyle uzun zaman yerini belirleyememiştir. İliada destanında 10 yıl süren Truva savaşının deniz savaşlarından söz edildiği için yıllarca bu gün de deniz kıyısında olan başka bir höyük Truva sanılmıştır.

Günümüzde Truva höyüğü, nehrin doldurduğu alüvyonun ovasından yaklaşık 20-25m yükseklikteki bir platonun üstünde yer almaktadır. Ancak  eski dönemlerde, deniz höyüğün kıyısına  kadar ulaşmaktaydı.

Henrich Schliemann, Truva’yı bulmak için, doğru yerde kazılara başlayan kişidir. Ancak Schliemann bilim adamı mantığından ziyade definecilikle uğraşıyordu ve bu muhteşem tarihi şehri adeta kırıp dökerek, bulduğu defineleri de yurt dışına kaçırdı. Daha sonraki tarihlerde, ören yerinde  çevre köylerdeki işçilerin de benzer hırsızlıklar yaptıkları biliniyor. Bu hazinelerden bir kısmı yuvaya dönmüş olmakla birlikte bir kısmı hala Rusya’da bulunmaktadır.

Şehir bir birinin üzerine kurulmuş 10 katmandan oluşmuştur. Höyük; her bir yerleşim, bir önceki katmandaki yapı malzemelerini söküp yeniden  kullandıkları ve hatta modern zamanda da çevre köyler için taş ocağı olarak kullanıldığı için bir hayli zarar görmüş durumdadır.

Gene de bu durum Şehrin tarihi görkemini azaltmamaktadır. Örnek olarak Mısır piramitlerinin yapılmasından 400 yıl önce, Truva’da gerçek anlamda şehir surları vardı. Buğday arpa çeşitleri yanında bezelye, nohut, bakla gibi bir çok sebze türü yetiştiriyorlar, tunçtan yapılmış aletler,  oksidiyen bıçaklar kullanıyorlar, gemiler yapıyorlar, balıkçılık ve ticaret yapıyorlardı.

Truva,  iki kıta (Avrupa ve Asya) ve iki deniz (Ege ve Karadeniz) arasındaki stratejik konumu nedeniyle binlerce yıl yerleşim görmüş ve çok gelişmişti. Uzun lafın kısası, destanlara konu olan bunca savaş boşuna değildi. İşin ucunda güzel bir kadından ziyade güç elde etme isteği vardı. Oldukça donanımlı bir şehir olduğunu da tam 10 yıl savaşan ve bir türlü alt edilemeyen sadece bir hile (meşhur içine askerler saklanmış tahta at) ile düşürülebilmiş olmasından anlıyoruz.

Truva şehrinin bu günkü yıkıntıları, yukarıda saydığım sonsuz tahribat nedeniyle, Ege bölgesinde görmeye alışık olduğumuz görkemli kalıntılardan yoksundur. Bundan ötürü de sonunda bir Holywood filmine konu oluncaya kadar da pek ilgi çekmemiştir. Filimden önce yıllık ziyaretçisi onbin kişi civarındayken, bu filimden sonra yılda bir milyona çıkmıştır.

2018 yılı Troas bölgesinin milli park ilan edilmesinin 20’inci yılı olması dolayısıyla Truva yılı olarak ilan edilmiştir. Bu yıl düzenlenen çeşitli etkinlikler içerisinde bir de Truva müzesi açıldı.

Ben, Truva’yı ilk kez 1999 yılına ziyaret etmiştim. O zamanlar ören yerinin girişinde bir Türk marangozun bölgede bulunan eski seramik kaplar üzerinde betimlenen Truva atına benzer bir şekilde tasarlayıp yaptığı tahta at vardı. Bugün hala yerinde duruyor. Şehrin merkezinde duran at ise filimde dekor olarak kullanılan attır. Eskiden bu atın arkasında bulunan binada restorasyon çalışmaları da yapılıyordu. Şimdi restorasyon çalışmaları yeni yapılan müzenin laboratuvarında yapılıyor.

Ayrıca ören yerinin kolayca gezilebilmesi için  bir gezi platformu döşenmiş. Şehrin ikinci katmanına ait kerpiç kalenin üzerindeki kapatma eskiden de vardı. Ören yerine girişler şimdi kontrollü ve daha düzenli, her bir önemli noktada bulunduğunuz yerin ne olduğunu gösteren tabelalar var.  Ayrıca istenirse şehrin su sistemi ve kale dışı bölgeler de gezilebiliyor. Gene de en iyisi rehberli gezmek tabii.

Yeni yapılan müze ise ören yerine 500 metre uzaklıkta, Tevfikiye köyünün  çıkışında konumlandırılmış. Müze gerçekten hayranlık uyandırıcı. İlk bakışta küçük pencereli, kırmızı, küp gibi  bir bina öyle pek de estetik görünmedi gözüme, fakat kısa sürede son dönemlerde gördüğüm en başarılı müze binası olduğunu anladım.

Müze binasının zamanla paslanan bir malzeme ile kaplanarak cephesinin kızıl görünmesi sağlanmış. Pencerelerinin küçüklüğü ve küp şekli ile şehrin en eski kalıntısı olan kerpiç kalenin yeniden inşa edilmiş hali  gibi duruyor.

Bina o kadar güzel tasarlanmış ki, her bir detay çok değerli. Mesela bina çoğunlukla konkrit denilen teknikle yapılmış. Betonun ve kullanılan diğer malzemelerin ham güzelliği, binanın bütün modern unsurlarına rağmen kendinizi antik dönemlerde imiş gibi hissettiriyor.

Sergi salonların olduğu kısımda binayı çevreleyen rampalı bir koridorla, tek bir basamak bile çıkmadan katları çıkıyorsunuz. (Bunun benzerini Guggenheim müzesinde de görmüştüm.)

Bu koridorlar, dar pencerelerden süzülen gün ışığı ile sürekli değişen desenlerle süsleniyor. Sadece bu ışık oyunları bile ne kadar detaylı düşünülmüş, başarılı bir mimari olduğunu göstermeye yetiyor.

Müzeye bir seyir terası da ekleyerek çevre coğrafyanın da müzeye dahil edilmiş olması gerçekten kayda değer, çünkü bu coğrafya bütün bu savaşların nedeni. He şey ancak çevreyi kuş bakışı görünce, zihinde canlanabiliyor.

Dış mekanlar çok dikkatle düşünülmüş. Mesela binaya bir rampadan zeminden aşağı inilerek giriliyor. Binadan çıkarken bu rampanın antik Truva şehrine giriş rampasına ne kadar benzediğini fark ediyorsunuz.

Müzenin sergi salonlarından daha geniş laboratuvarı varmış, bu kısım muhtemelen bahçe altında bulunuyor.

Sadece binanın   genel plandaki görkemli sadelik değil, eserlerin sergilenişindeki  maharetle de göz dolduran bir müze olmuş. İçinde sergilenen eserler ise sadece Truva şehrinden değil bölgede bol bol bulunan diğer antik kentlerden de geliyor.

Uzun lafın kısası mutlaka görülmesi gereken bir müze.

Ancak bence önce Opet’in tarihe saygı projesi kapsamında arkeoköy haline getirilen Tevfikiye köyü, sonra antik Truva şehri son olarak da müze gezilmeli. Belki Tevfikiye köyü en sona bırakılabilir, bütün binaların cepheleri kaba sıvalarla giydirilmiş, pencere alınlarına, o zamanki yapı usullerine göre ham ahşap kalaslar eklenmiş. Köyün girişi de gene Truva’nın girişine benzetilmiş. Çevre köyleri gezince aradaki fark çok çarpıcı, sokaklarda gezerken insan kendini gerçekten son Truvalı’ların arasında hissedebilir.

Daha sonra, Kumkale kalesini ve bataryalarını da mutlaka ziyaret etmek lazım. Çünkü, bölgenin binyıllar içerisinde değişen coğrafyasının haritaları müzede görüldüğü için,  bu gezi sırasında zamanında koy olup da şimdi alüvyonla dolmuş ovayı fark etmek daha kolay olur. Bu zengin ve sulak ova şimdilerde meşhur Çanakkale domatesinin yetiştiği ovadır.

Ovanın rakımı çok düşük olduğundan, arabayla Karamenderes nehrinin döküldüğü en uç noktaya (Kumkale) giderken boğazın suları gözden kayboluyor ve gemiler sanki otların arasından geçiyormuş gibi oluyor.

Kumkale Kalesi Çanakkale boğazının, Anadolu yakasında,  Ege denizine açıldığı burnun ucudur ve Gelibolu yarımadasındaki Seddülbahir kalesinin tam  karşısına denk gelir.

Şimdi bu kale askeri alan olduğu için ziyaret edilmiyor, ancak biraz ilerisinde Çanakkale savaşında kullanılan tabya ziyarete açık.  Bu tabyalarda;  Birinci Dünya savaşından kalma topların gölgesinde, Ege denizi, Çanakkale boğazı, Gelibolu yarımadası,  Bozcaada ve Gökçeada’dan oluşan  manzarayı seyredebilirsiniz.

Kumkale, Çanakkale savaşının kara çıkartmalarının olduğu ilk günde göstermelik bir çıkartmaya sahne olmuştur ve burada da şehitler verilmiştir. Buraya kadar gelmişken Kumkale şehitliğine de uğramak lazım tabii.

Truva savaşı ile Çanakkale savaşı arasında binlerce yıllık bir zaman dilimi olmasına karşılık, savaş mekanları coğrafi olarak neredeyse iç içe geçer. Hatta Avrupalının kafasında iki savaş fikir olarak da o denli iç içedir ki; Truva savaşında kuşatmayı yapan komutanın adı da, Çanakkale savaşında rol oynayan ana gemilerden birini adı da Agamemnon’dur. Ancak bu kez Agamemnon  savaşı kaybeder.

Bu kaybın Agamemnon’a yakışmadığı düşünülmüş olacak ki, birinci Dünya Savaşından sonra, müttefik devletlerin Osmanlıyı teslim aldığı Mondros mütareke  Agamemnon gemisinde imzalanır.

Bundan sonra artık, en kısa zamanda deniz kenarındaki konumu ile uzun yıllar Truva sanılan Troas Aleksandia şehrine gitmek şart oldu.

 

MÜZENİN GÖRÜNTÜSÜ
KERPİÇ KALENİN GÖRÜNTÜSÜ
MÜZENİN GİRİŞİ
TRUVANIN GİRİŞİ
MÜZENİN GİRİŞİNDE TRUVANIN KATMANLARINI GÖSTEREN DUVAR
ÖREN YERİNDEKİ TABELALARDAN BİRİ
MÜZENİN BETON DUVARLARI
KORİDORLARDAKİ IŞIK GÖSTERİLERİ
ÇEVREDEKİ BELLİ BAŞLI ÖREN YERLERİ
DEĞİŞEN COĞRAFYA
MÜZEDEKİ ESERLERDEN BAZILARI
MÜZEDEKİ ESERLERDEN BAZILARI
MÜZEDEKİ ESERLERDEN BAZILARI
MÜZEDEKİ ESERLERDEN BAZILARI
MÜZEDEKİ SALONLARDAN BİRİ
TRUVA HAZİNELERİNDEN BİR KAÇI
TRUVA HAZİNELERİNDEN BİR KAÇI
TIBBİ ALET BULUNTULARI
HİTİT KIRALI İLE YAPILAN ANLAŞMA METNİ
MÜZENİN BAHÇELERİ VE AÇIK HAVA SERGİLERİ
MÜZE BAHÇESİ
ÖREN YERİNİN GİRİŞİNDEKİ TAHTA AT
TRUVA ÖREN YERİNE GİRİŞ
ŞİLİMAN YARMASI
KERPİÇ KALEDEN DETAY
TAŞ DUVAR İŞÇİLİĞİ
KUTSAL ALAN
YOLLAR
KÜÇÜK TİYATRO
TRUVALU HELEN POZUM
TRUVADAN GELİBOLUYA BAKIŞ
KUMKALE VE ARKADA GELİBOLU
KUMKALE TABYALARINDA BEN
GENİŞ AÇIDAN ARKA PLANDA SEDDÜLBAHİR DE GÖRÜNÜYOR.

KARAYELDEN LODOSA TAŞINMIŞIM

Bu yıl kış oldukça sert geçiyor. Benim köy denizden 270 metre yüksekte. Denizden sadece 5-6 kilometre uzaktayız ve rakım, son 3-4 kilometre içerisinde birden bire artıyor. Hal böyle olunca da, bizim 4 kilometre aşağımızdaki 2 ayrı köye hemen hemen hiç kar yağmazken, bizim köyün yolu her yıl kardan kapanıyor. Geçen hafta köyümüze bir hayli kar yağdı, o kadar ki tam 1 hafta boyunca evde mahsur kaldım.
Kar; gökte de yerde de Sarıkamış karı kadar güzel, kristal bir kardı. Köyde hava kirliliği de olmadığı için son ana kadar tertemiz, bembeyaz kaldı.
Hani, Özdemir Asaf’ın bir şiiri vardır.
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler.
Anlaşılan bu şiir şehirde yazılmıştı, köyde en kar bile kirlenmiyor. Günler boyunca 40 cm kalınlığında olan kar tabakası bir günlük şiddetli lodos ve beraberindeki yağmur ile birkaç saat içerisinde tamamen yok oldu. Oysa bu güne kadar hep; kar yağar, ertesi gün üzerine katran karası karışır, daha sonra da pis bir çamur olarak ortadan kalkar diye tecrübe etmiştim.
Böylece, evimizde oturarak kar tatili yaptık. Her gün karda, ormanın kıyısında yürüdük, yaban hayvanı sesleri dinledik. Bulutsuz ve karsız gecelerde ise gökyüzü seyrettik.
Kar varken her şey çok güzeldi ama hava lodosa dönünce işler değişti. Sanırım buraya geldiğimiz 2 yıla yakın zamandır, esen en şiddetli rüzgar buydu. Gece o kadar şiddetli esti ki, korkudan uyuyamadım.
Trabzon’da da kar yağınca, özellikle Boztepe’ye taşındıktan sonra, günlerce evde mahzur kaldığım olurdu. Boztepe’deki evde de zaman zaman çok sert rüzgarlar eserdi. Benim ev tepeden şehre ve geniş bir deniz manzarasına bakardı, öyle ki öndeki balkona güverte adını vermiştim. Böyle rüzgarlı zamanlarda, önce bulunan salonda oturmaya korkup, arka taraftaki çalışma odamda zaman geçirirdim.
Karadeniz’de iken korktuğum rüzgar Karayel, yani kuzeybatıdan esen soğuk rüzgardı. Burada ise en sert, en korkutucu rüzgar; lodos, yani güneybatıdan esen ve havayı ısıtan rüzgar.
Demek ki deniz değiştirince, rüzgar da değiştirmiş oldum. Karayel memleketinden, lodos memleketine taşındım.
Lodos sonrasındaki yağmur, arkasından bastıran sis ise çok tanıdık.

Ne de olsa Zemheri zamanı.

EVDE ZORUNLU KAR TATİLİ, ELEKTRİK DİREKLERİ, GÜNEŞ TUTULMASI, PİNK FLOYD, SARIKAMIŞ, ZİGANA’DA DİABET KAMPI, İSMAİL TÜRÜT. ORTAYA KARIŞIK BİR KIŞ MASALI.

 

Bu yılın ilk haftası gerçekten ilginç gökyüzü olayları ile dolu geçiyor. Mesela 3 ocak günü; günberi yani dünyanın yörüngesi üzerinde güneşe en yakın olduğu gün idi. Altı  ocak günü ise dünyanın bazı yerlerinden görünecek tam güneş tutulması gerçekleşti. Biz tutulmayı görmedik ama güneş tutulmaları yeniay günlerinde olduğuna göre gök yüzünün en karanlık olduğu günlerden biriydi.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons