Monthly Archives: Eylül 2023

GÖĞE BAKAN KOCA KARI; EKİM 2023

Hicri takvime göre 1445 yılındayız, Rebiülevvel ayındayız, ayın 16’ında Rebiülahir ayına gireceğiz.

Bu ay Halley kuyruklu yıldızının dünya yörüngesinden ikinci geçişinin yıldız yağmurunu gözlemleyeceğiz, avcı takımyıldızı bölgesinde görüldüğü için orionid yıldız yağmuru denilir ve en iyi ekim ayının 20/22’si civarında gözlemlenebilir. Aybaşında Jüpiter çok iyi gözlenecek ve neredeyse dolunay halindeki aya çok yakın konumlanacak.

On dört Ekimde güneş tutulmasının eşlik ettiği bir yeniay, 28 Ekimde ise parçalı ay tutulmasının eşlik ettiği bir dolunay gerçekleşecek. Tutulmalar terazi/boğa aksında olacaklar.

Astrolojik olarak pluton düz harekete dönüyor, diğer bütün büyük ( generasyon gezegenleri) gezegenler ters harekete devam ediyorlar. Anlaşılan gene pek de yüz güldürmeyecek bir ay olacak.

Geleneksel olarak ayın 3’ünde  Kuş Geçimi, 4’ünde Koç, 9’unda Yaprak Dökümü, 14’ünde  Meryemana, 17’sinde  Kırlangıç, 18’inde Koz Kavuran, 21’inde Bağ Bozumu ve 28’inde  Balık Fırtınaları beklenir, ancak bu yıl tek dileğimiz afetsiz yağmur yağmasıdır.

Ekim ayı balık açısından oldukça zengin bir aydır. Barbunya, çipura, kılıç, levrek, lüfer, tekir, sardalya, palamut, orfoz, traça çok lezzetlidir. Palamutun en lezzetli zamanıdır.

Bahçelerde kış hazırlıkları yapılır, kurumuş dallar budanır, toprak havalandırılır, bazı kış sebzeleri dikilir, birçok bölgede ay sonunda zeytin hasadı başlar.

Ekim ayının en önemli günü elbette ülkemizin doğum anı sayılan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramıdır. Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşında olmuştur. İlelebet payidar kalması her birimizin asli görevidir. Bu sene Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla söylediği ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarının bir tarihçesi olan NUTUK yeniden okunmalıdır diye düşünüyorum.

TARİHTEN GÜÇLÜ KADIN ÖRNEKLERİ; KLEOPATRA ve OSMANLI SULTANLARI HİÇ DE BİZİM FİLENİN SULTANLARI GİBİ DEĞİLDİ

Kleopatra’nın adını bilmeyen yoktur, tarihteki en güçlü kadın figürlerinden biridir, güçlü Mısır ülkesini yöneten son firavundur. Onun ölümünden sonra binyıllar boyunca süren ve o zamanki dünyanın en zengin ülkesi olan Mısır’ın egemenliği resmen Roma İmparatorluğuna geçmiştir. Onun, sadece Mısır’da değil, o çağda dünyanın merkezi konumunda olan Akdeniz’i saran bütün ülkelerde etkisi o denli güçlü ve unutulmaz oldu ki, bu günün dünyasında bile onun adı bir marka oluşturmaktadır. Mesela sırf burada yüzdüğü iddia edilerek bizim Akdeniz koylarından kaçının adı Kleopatra plajı olarak isimlendirilmiştir, sayan var mı?Halen modern dünyada tiyatro eserlerinde, filmlerde, dizilerde onun hayatı konu edilir ve bu konu eskimez. Bütün bu eserlerin senaristine bağlı olarak değişen ağırlıklarda, Kleopatra’nın cinselliği, seyahatleri, entrikaları, siyaset yapma şekli de konu edilir.

Şimdi, bu kadar güçlü bir kadın figür olarak sunulan Kleopatra’nın  bir de benim bulunduğum noktadan nasıl göründüğüne bakalım.  Kleopatra,  bütün o saray entrikaları içinden sağ salim çıkmayı başarmış, çok akıllı ve elindeki gücü kimselere kaptırmamak için her şeyi yapabilecek çok acımasız bir kadın olarak gözüme çarpıyor.  Çok entrikacı, çok zalim (kardeşlerini öldürmekten çekinmedi), aşırı hırslı (sırf o zamanın 2 büyük gücü Roma İmparatorluğu ve Mısır İmparatorluğuna ortak varis yapmak için Sezar’dan çocuk yaptı), çok seksi, çok zengin, çaresiz kalınca kendi hayatına son verecek kadar da gözü kara bir kadın. Bir sosyolog kadar siyaset bilimine, bir psikolog kadar insan ruhunun zayıflıklarına ve herhangi bir adamı cennetten kovduracak kadar da bütün karanlık kadınlık sırlarına hâkim bir kadın.

Gerçekçi bir taraftan bakılınca, bu görkemli kadının, aslında tuhaf geleneklerin (her 2 erkek kardeşi ile evlenmek zorunda kaldı)  ve erkek egemen bir dünyada sözünü geçirememenin ama aynı zamanda hükmetmek zorunda olmanın, bütün çelişkisini, çaresizliğini yaşayarak, trajik bir hayat sürdüğünü anlıyorsunuz. Bir kadın olarak sözünün geçmeyeceğini bildiği için hiçbir zaman kendisi köze elini değdirmemiş, hep bir maşa olarak erkekleri kullanmış; Mısır tahtına oturabilmek için kardeşleriyle evlenmiş, siyasi gücü elinde tutabilmek için Roma İmparatoru Sezar’la ve güçlü komutanı Markus Antonius’la ilişki yaşamış (bütün çocukları Romalılardan).

Yani güçlü mü yoksa sadece kurnaz ve entrikacı mı tartışılır, çoğu zaman parasını (bolca rüşvet dağıtıyor) yada  erkekler üzerinde cinselliğini kullanıyor ve bu erkeklerin gücünü kullanıyor. Önce babası, sonra kardeşleri ve Romalı sevgilileri olmasa geriye hiçbir şey kalmıyor (bunu bilecek kadar aklı var, bana sorarsanız Antonius öldürülünce aşkından intihar etmedi).

Osmanlı sarayında da bu türden, insanları yönlendirmeyi iyi bilen ve gizlice neredeyse bütün ülkeyi yöneten sultan örnekleri var. Bütün bu güçlü kadınların ortak noktası hepsinin gücünü, hayatındaki siyaseten güçlü konumdaki erkeklerden alıyor olması. Mahidevran, Hürrem örneğinde olduğu gibi gücü elinde tutan erkeği elinde tutan kadın oluyor. Hayatından güçlü erkek figürü çıkınca kadında da hiçbir şey kalmıyor, padişahın annesi bile olsan, oğlun ölünce öyle dımdızlak ortada kalıyorsun.

Bir de gerçekten güçlü kadın örnekleri var dünyada mesela Cahide Sonku, Afife Jale  ya da Rosalind Elise Franklin gibi kadınlar. Bu kadınlar sadece kendi güçlerini kullanarak sanatta ya da bilimde öncülük yapmış kadınlar. Ama bu durumda da erkek egemen toplumun gelenekleri, kurumları ve toplumsal hiyerarşisi nedeniyle dışlanmış ve değerleri anlaşılamamış. Cahide Sonku, Afife Jale Türk sanatçıları olduğu için pek çok kişi isimlerini bilecektir, bir de hayatlarını okuyun, sadece kendi tutku ve yeteneklerinin peşinden gitmek istedikleri için başlarına gelmeyen kalmamış. Sonrası ‘nereden sevdim o zalim kadını, bana zehretti hayatın tadını’, ama ya Afife’nin hayatını zehirleyenler?

Rosalind Elise Franklin adını ise ilk kez duymuş olabilirsiniz. DNA molekülünü ilk tanımlayan bilim adamları Watson ve Crick adlarını ise herkes duymuştur. Oysa bu iki bilim adamından önce Franklin DNA molekülünün resmini çekmişti. Şimdi çok net söylüyorum, eğer erkek olsaydı şu anda Nobel ödülü sahibiydi, ama kadındı, bilim dünyasında herhangi bir yeri olamazdı;  netice olarak şimdi adını bilen çok az kişi var.

Franklin o zamanların bağnaz Avrupa’sında değil de yeni kurulmuş Atatürk Türkiye’sinde aynı şeyi yapmış olsaydı, bu gün bütün dünya adını biliyor olurdu. Çünkü modern dünyada ilk defa kadınları insan kabul eden, savaş pilotluğu bile yapabileceklerini örneği vererek gösteren lider oydu.

Şimdi bu ülkede de dünyada da kadınların yeri hâlâ çok çelişkili, bir yanda gerçek gücünün farkında olarak, çalışan, üreten, kendine güvenen kadınlar, diğer yanda taciz edilen, dayak yiyen, öldürülen kadınlar. Zaten bütün sene deprem, yangın, ekonomik kriz, kuraklık derken çok sıkıntılı geçiyor, bu sene ile ilgili hatırlanmaya değer tek güzel şey kadın milli voleybol takımının kazandığı başarılar olabilir. Gerçekten de başarıdan başarıya koşarak bize gerçekten büyük mutluluk yaşattılar, içimiz açıldı. Filenin sultanları lakabı altında cumhuriyetin özgür ruhlu, güçlü kadınları olarak takdir edildiler. Gerçi onlardan nefret eden de çok, ama normaldir, çünkü mutluluğa karşı olan çok insan var bu ülkede.

Bu kadınlar hakkında pek çok şey konuşuldu, ama ben bir örnek üzerinden öz güven hakkında birkaç kelime etmek istiyorum. Ebrar, bu yaz inanılmaz bir öz güven gösterdi.  Çünkü kendisi de dünyanın hatırı sayılı oyuncularından biri olduğu halde onun pozisyonuna, atletik gücü daha üstün olan bir başka oyuncu getirildi, kendi pozisyonu ise değiştirildi. Sıradan bir kişilik bu durumda yeni geleni iter, kuyusunu kazar, en azından aralarında ego savaşları çıkartırdı. Oysa hiç de beklenen olmadı, bütün takım yeni geleni kucakladı ve inanılmaz bir takım oyununa imza attılar.

Hatta geçen gün Ebrar’ın artık ligde de sırf milli takımdaki pozisyonuna iyice adapte olabilmek için, bu yeni pozisyonda çalışabileceğini (şimdi değil, Ruslarla eski pozisyon için imza atmış) söylediği bir röportaja denk geldim. Buradan anladığım bu kız kendi değerinin o kadar farkında ki, tek rakibi dünkü kendisi, kimseyi kıskanmak aklına bile gelmiyor.

Bütün meslek hayatım boyunca kendinden sonra gelenlerin kendi önüne geçmemeleri için ellerinden geleni ardına koymayan nice meslektaş tanıdım. Oysa gençlerin, yeni gelenlerin senin önünde koşması gerekmez mi? Eğer bir hoca olarak kendine güvenmiyorsan senden sonra geleni budamaya çalışırsın, doçentliğini geciktirirsin, aletini almazsın, yayınını engellersin. Kendine güvenirsen kendi yetiştirdiğin çocuğu, ya da yeni gelen başarılı kişiyi kıskanmaz, onunla iş birliğine girersin ve bu sinerjiden çok daha iyi işler çıkar.

Güç işte böyle bir şey; kimsenin ardına saklanmadan, kimseyi ezmeden, kendi emeğin ve donanımına güvenir ve kazanırsın; belki Kleopatra olmazsın, ama kendin olursun. Eminim çok daha iyidir.

BOZCAADA’DA KLASİK KEMENÇE KAMPI, TRABZON’DAN ARKADAŞLAR, TÜRKİYE’NİN HER YERİNDEN, HER YAŞTAN, HER MESLEKTEN ÖĞRENCİLER, BİR GARİP SABAH ÇİĞİ MESELESİ, KOMANDO SİVRİSİNEKLER

Bozcaada’da benim de katıldığım ikinci klasik kemençe kampı yapıldı. Klasik kemençe hocası Filiz Kaya Işık, benim piyano öğretmenin Berkin Işık’ın eşi, hal böyle olunca tabii kamptan benim de haberim oluyor. Geçen yıl ilk kampı Sivrice koyunda bir otelde yapmışlardı ve ben de 1 günlüğüne gidip, son konser öncesinde guruba denizin üzerindeki bir platformda uzun, uzun meditasyon yaptırmıştım. Bu yıl ise ben de bütün süre boyunca adada olacağım için her sabah kısa bir yoga çalışması ile gurubu güne hazırlama ve konser öncesinde de meditasyon olarak planlama yaptık.

Bu kampa Türkiye’nin her yerinden öğrenciler katılıyor, klasik kemençe çok yaygın bir çalgı olmadığından, heveslisi az fakat tutkulu oluyor. Trabzon’dan iki arkadaşım maddi durumlarından ötürü kampa katılamayan 2 öğrenciye sponsör oldular, bu arkadaşlarımdan biri kampa da katıldı

Ayrıca adaya tesadüfen Trabzon’lu başka bir tanıdığım daha geldi (sonradan Mehmet’in bebeklik doktoru olduğumu fark ettik, demek ki çocuğun bana gösterdiği ilgi ve saygının bir nedeni varmış). Mehmet sağ olsun hem adadaki motorize kuvvet olarak bana şoförlük yaptı, her yere birlikte gittik, denize girdik, hem de kendisi de iyi bir müzisyen olduğu için bütün konserlere katıldı. Çocuk zaten kafa dinlemek için tatile gelmişti, ileride Çanakkale’ye yerleşmeyi düşünüyormuş, galiba bölgeyi tanıma turlarına çıkıyor. Kampta kendi gibi birkaç müzisyenle de tanıştı, gelirse arkadaşlıkları devam eder.

Klasik kemençe bizim bildiğimiz kemençe değil, gerçekten çok içli olan sesi, onu Türk Sanat Müziği (TSM)’nin olmazsa olmaz çalgısı haline getiriyor. Karadeniz kemençesinden şekli de, yayı da, tutuşu da, çalışı da, sesi de çok farklı. Osmanlı kemençesi ya da İstanbul kemençesi de deniliyor. Eskiden 2 telli olan bu çalgı şimdilerde 3 telli ya da 4 telli olabiliyor. Sacayak gibi bir kısmı var, burayı göğüs kafesine dayayarak, 4 telli olanda yayı hareket ettirirken, 3 telli olanlarda kemençenin kendini çevirerek çalıyorlar. Bütün bu maceradan aklımda kalan en önemli şeylerden biri yayın telleri hayvan bağırsağından yapıldığı için aletin akordu, açık havada sıkça bozuluyor, tekrar, tekrar akort edilmesi gerekiyor.

Gelen öğrencilerden bazılarını Çanakkale’den ya yoga derslerinden, ya Berkin’lerin evinden, ya da geçen seneki kamptan zaten tanıyordum. Tanıdığım, tanımadığım bütün öğrenciler, yaşları yirmilerin başı ve atmışlar arasında değişmesine karşın gayet güzel anlaştı.

Genel olarak program şöyleydi; kahvaltı ile akşam yemeği arasında Filiz Hoca her bir öğrencisine teker teker kişisel ders veriyor, zaman zaman da soru cevap şeklinde sohbetler ediyordu. Bu kamp boyunca fikrim, Filiz’in gerçekten çok iyi bir öğretmen olduğu yönünde iyice pekişti. Bu kampların sebebi ise çok daha hoşuma gitti, çünkü pek çok öğrencisine online ders veriyor, onlarla yüz yüze ders yapmayı önemsiyor. Bu arada derslerin tek kişi ile yapılma sebebi, öğrencilerinin çok farklı seviyelerde olması. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onları bir de kursun sonunda bir konser vermeye hazırlıyor, bu konserde ortak çalacakları parçalara hazırlamak için toplu dersler de yapıyorlar. Gün boyu çalışıp duruyorlar, geceleri de çeşitli konserler oluyor.

İşte bu yoğun program arasında ben de onları her sabah fiziksel olarak güne hazırlayacak, baş boyun ve kol kaslarını güçlendirecek, omurgalarını esnetecek kısa bir yoga pratiği, konser öncesinde de zihinsel olarak dinginleştirecek, sahne korkularını alacak kısa bir meditasyon yaptıracaktım.

Sözüm ona sabah çimlerin üzerinde yoga yaptıracaktım,  ama her sabah kalktığımızda çimenlik alanı sular seller altında bulduk. Görevliler gece/gündüz arasında sıcaklık farkı çok fazla olduğundan sabahları çiğ olduğuna, çimlerin böyle ıslandığına neredeyse yemin ettiler, tabii bu arada her sabah çimenlere su fışkırtan fırıldakları görmemiz onların yeminlerini bozmadı. Peki, bu nasıl eğitimli çiğmiş ki otelin hemen dışındaki otlar sapsarı ve tahta gibi kupkuru iken sadece otelin çimen ekili yerlerini ıslatıyormuş, işte bu muammayı çözmek her babayiğidin harcı değil tabii.

Mecburen havuzun etrafındaki beton zeminde yoga yaptık, bize otelden yoga matımız var demişlerdi ama matlar kâğıt kadar inceydi. Artık gurubun ne kadar ihtiyacı varsa soğuk beton zemindeki yogadan bile keyif aldılar, bitmesini istemediler. Gitmeden önce bahçemden kuruttuğum lavantaları da kullandığım göz yastıkları dikmiştim, herkese birer göz yastığı hediye ettim, bu da çok makbule geçti.

Benim günlerim, sabah yogası ve kahvaltıdan sonra, öğrenciler hocaları ile kişisel çalışmalar yaparken, arkadaşımla yürüyerek kasabaya inmek, Bozcaada reçelleri, kekikleri almak, biraz kahvelerde oturup sohbet etmek ya da bir plaja gidip denize girmek şeklinde geçti. Bu işlerden arta kalan zamanlarda da arkadaşımla sürekli tavla oynadık ve neredeyse her seferinde yenildim.

Akşamları çeşitli konserlerle geçti. İlk gece Berkin ve Filiz’in daha önce onları birlikte çok dinlediğim için, benim çok alışık olduğum ( klasik kemençe, gitar ve her ikisinin sesleri) dinletileri vardı. Onların ortak dinletileri TSM ağırlıklı olmuyor, dizi müziği, pop ne ararsan var, kolay dinlenen, çok organik bir şey.

İkinci geceyi Bozcaada’ya giden herkesin yapmazsa adaya gitti sayılmayacağı aktivitelere ayırdık. Evet, sahra sofrasında ev yapımı şarap içerek, yalıyarın üzerinde Limni adasına karşı güneşi batırdık. Sonra limandaki bir lokantada neredeyse denizin içinde akşam yemeği yedik, gençler bizden sonra da bir barda geceyi sürdürdüler, biz rahatına düşkünler gece yarısı yataktaydık.

Üçüncü gece İzmir konservatuvarında son sınıf öğrencisi bir çocuğun Türk sanat müziği konseri vardı, umarım arabeske yönelmez de onu TRT’de dinleriz.

Dördüncü gece kampa katılan öğrencilerin konseriydi. Önce ortak hazırladıkları parçaları çaldılar, bu kadar kısa zamanda bu kadar farklı seviyedeki öğrencilere aynı anda konser vermeye hazırlamak hayli iş, ama şaşıran olunca susup guruba katılabilecekleri yerden katılıp devam ettiler, hiç de kakafoni olmadı, bence çok başarılıydılar. Bundan sonra da tek, tek bir hoca eşliğinde, ya da ikişerli guruplar halinde çalıp söylediler. Gençlerin bu eski geleneklere sahip çıkmaları beni çok umutlandırdı. Hatta bir öğrenciden (kendisi Anadolu Üniversitesi konservatuvar son sınıf öğrencisi olduğu için) tasavvuf müziği söylemesini rica etmiştim. Beni kırmayıp bir değil tam iki parça seslendirdi, çok duygulandım.

Bu arada eski model şarkıların neredeyse hepsinin güftesini bildiğimi söylerken abartmıyormuşum, bilmediğim eserler ya çok yeni olanlar ya da 15inci yüzyıl besteleri filan idi.

Son gün öğlen feribotuna yetişecek gibi bir program vardı; sertifika törenleri, hediyelerin dağıtılması ve veda konuşmalarına ayrılmıştı. Tam da adadan ayrılmadan önce öğlen saatinde, ÇÖMÜ’den 2 öğretim üyesinden kendilerinin düzenledikleri ve bir bağlama bir klasik gitarla seslendirdikleri türküler dinledik, bu konser gerçekten çok güzeldi. Bu sırada oldukça güçlü bir rüzgâr vardı, hocaların notalarını sürekli sağa sola savurdu, ama onlar hiç bozmadan devam ettiler. Böyle güzel bir konser olunca feribota koşturarak yetişebildik, geride kalanların ayrılmaları basbayağı salya sümük ağlamalı olmuş.

Bütün kamp boyunca en sıkı çalışanlardan biri de resimleri çeken ve komşu köyden olduğunu öğrendiğim bir genç kızdı. Onun çabası da inkâr edilemez, dönüş yolunda ekipmanını görünce kızcağıza acımadım desem yalan, üstelik feribottan iner inmez hemen başka bir çekim için Asos’a koşturdu.

Bu gezide sadece yoga eğitmeni olduğumu hatırlamadım, kişisel başka kazançlarım da oldu. Mesela nihayet ne zamandır merak ettiğim kapari bitkisini tanıdım, minik yuvarlaklar henüz çiçeklerin açmamış haliymiş, kapari karpuzları ise tohuma kaçmış hali. Bu kadar narin ve sadece yer örtücü gibi görünen bitkinin nasıl olup da erezyon önleyici olduğunu anlamak zor. Asla merak etmediğim, sivrisineklerin büyük beyaz köpek balığı kadar keskin dişleri olduğunu hatırladım. Bu hatırlayıştan kazancım birkaç gün süren kaşıntılar ve yara kabukları oldu, bu nasıl kazanç diye sormayın yara izi her zaman havalı durur. Bozcaada’da denize kutuplardan buzlu sular karıştığına iyice ikna oldum ama bu yaz doğru dürüst denize girememiştim, çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşımın beden termostatı bozulmuş vallahi saatlerce buz gibi suda kaldı, çıkınca da hiç üşüme belirtisi göstermedi.

Son olarak da hayatımda ilk kez ben dinlendim, başkaları çalıştı, gerçekten çok iyi geldi. Trabzon’dan gelen arkadaşım bütün zaman boyunca hastalarının aileleri, asistanlar ile telefondaydı, eski zamanlarımı hatırladım. Bu arada ‘hiç yalan söylemeden nasıl yalan söylenir’ konulu çalışma yaptı desem yeridir, her konuştuğuna ‘ben il dışında bir toplantıdayım, şu gün döneceğim’ dedi, elbette herkes onun mesleki bir toplantıda olduğunu düşündü. İşte bu nedenle adını vermekten imtina ettim. Çünkü onun da bir kaçamak yapmaya ihtiyacı vardı.

Bu kampta ben de emekli bile olsan zaman zaman olağan hayatından uzaklaşmanın, tatil yapmanın ne kadar gerekli olduğuna iyice inandım, iman ettim.

BU YAZI GÜÇLÜ, ÇALIŞKAN, ÖZ GÜVENLİ VE BAŞARILI KADINLARA GELSİN

Geçtiğimiz hafta sonu KTÜ’den misafirlerim vardı, 2 eski asistanım beni ziyarete geldiler, birlikte kısa bir kültür gezisi yaptık. Kızlara kısa süre önce geçirdiğimi orman yangının alanının bir kısmını gösterdim. Truva müzesine gidip, batı Anadolu tarihi, Luviler, ozanlık geleneği, Truva çevresindeki coğrafya değişiklikleri ve kentin arkeoloji bilimi açısından önemi gibi konularda kısa bilgiler tartışarak, müzeyi birlikte gezdik. Ertesi gün ise Gelibolu savaş müzesine gittik, çok etkileyici hazırlanmış sinevizyon gösterisini izledik, daha sonra ANZAK cephesi, Conk Bayırı, Bigalı köyü, Anafartalar bölgesini gezdik. Çok kısa bir Gelibolu turundan sonra, Gelibolu’da yöresel yemekler de yapan tarihi peynir helvacısına gittik.

Elbette bütün bu müddet boyunca durmaksızın eski günleri konuştuk. Kızların her ikisi de pediatri uzmanlığı ile yetinmeyip, biri çocuk acil, diğeri de çocuk kardioloji yan dalı yaptılar. Şimdi her ikisi de eğitim kurumlarında çalışıyor ve öğrenci yetiştiriyorlar. Kızlarımı bu şekilde başarılı görmek benim için inanılmaz bir mutluluk. Akademisyenliğe isteyerek girmedim, mecburi hizmette üniversite kurası çekince, hayatın bana açtığı yolda devam ettim. Akademisyen olduğum için bütün mobinglere ve zorluklara rağmen hiç pişmanlık duymadım, hatta hep söylediğim gibi kendimi önce öğretmen, sonra doktor gibi hissettim. Şimdi içimdeki duygulara bakınca elbette ki 30-40 sene önce tedavi ettiğim hastaların bile aradan geçen zamana karşın beni aramaları ve onların başarılı hayatları da beni çok mutlu ediyor, ama eski öğrencilerimin başarılarını duyunca resmen mest oluyorum. Galiba zaten bir hekim olarak hasta tedavi etmek asli görevimdi, tedavi yapmış olmak ‘atla deve’ değil. Oysa eskiden öğrencim olan meslektaşlarımın bana üzerlerinde ‘parmak izim’ olduğunu söylemeleri kadar tatmin edici bir şey daha bilmiyorum. Bu dünyada öğretmenlik kadar güzel bir meslek daha var mı acaba?

Yetişmelerinde benim de katkım olan bu genç ve başarılı kadınları görmek elbette ülkemizin geleceği açısından beni aşırı mutlu ediyor.

Üstüne üstlük hafta sonu kadın milli voleybol takımız Avrupa şampiyonu oldu. Zaten uzun zamandan beri dünyanın en güçlü takımları arasındaydılar, finale kadar gelip, son anda kupayı kaybediyorlardı. Son bir ayın içinde hem milletler liginde hem de Avrupa liginde şampiyon oldular.

Gerçi bu şampiyonlukta artık vatandaşımız olan Kübalı atletin katkısı çok büyük, ama bizim takım o olmadan da zaten çok güçlü, hırslı ve azimliydi. Helal olsun bütün başarılı kadınlara. Cumhuriyetin yüzüncü yılına çok yakışıyorlar.

Bu arada Melissa Vargas ile ilgili fikrimi paylaşmadan geçemeyeceğim, bu kız insan olamaz. Bütün kızların boyundan, gücünden, esnekliğinden, savaşma azminden, sıçrama yüksekliğinden, sanki insan ırkı daha üstün bir şekle doğru evriliyor gibi hissediyorum. Ama Vargas ve bedeni tamamen ayrı bir mevzu, kız bir metre sıçrayıp, topa vurmak için kolunu gererken göğüs kafesi neredeyse burgu gibi dönüyor, bedeni havada sanal ortamda çizilmiş bir sanat eseri gibi görünüyor. O nasıl esnek bir omurgadır, üstelik sakatlık geçirip ameliyat olmuş bir omurga bu, acaba ameliyatta omurlarının yerine vida mı taktılar?

Show Buttons
Hide Buttons