Monthly Archives: Aralık 2019

BU YIL BİRAZ FARKLI BİR YENİ YIL KARŞILAMASI YAPMAYA KARAR VERDİM

Bu yıl biraz eğlenceli bir yılbaşı kutlaması yapmaya karar verdim.

Çanakkale’ye taşındığım yıldan beri benim 19 aralıkta, Semra’nın 23 ocaktaki doğum günlerini de ortalama bir zamanda beraberce kutluyoruz. Bu toplu doğum gününü de yılbaşı eğlencesine katmayı düşündüm.

Bir kısmı Çanakkale’de edindiğim, diğer kısmını da uzun süredir tanıdığım birkaç arkadaşımı davet ettim. İstediğim şey onlara hatıralarında yer edecek bir gün yaşatmaktı.

Bu nedenle günler öncesinden hazırlıklara başladım. Her şeyden önce canlı bir ağaç aldım. Ladin bulamadığım için büyükçe bir limon çamı aldım ve onu geleneksel bir şekilde ışıklar, melekler, toplar vs ile süsledim.

Renkli kağıtlar alarak merdiven, kapı süsleri, bir tarafı yapışkan parlak renkli kağıtlar alarak camlara yapışacak yeni yıl dilek yazıları, mumlar, çanlar, kar kristalleri, oyun kağıdı simgeleri kestik, kırmızı, beyaz, yeşil çuhalar alarak kardan adam, çizme, kızak, geyik, çam ağacı motifleri yaptım ve salonu, balkonu, bütün koridoru süsledik.

Her güne bir adet olmak üzere toprak kaplar içerisinde altın rengine boyadığım çam kozalakları, cevizler, kuru meşe yaprakları, tarçın kabukları, fındıklar, pamuktan karlar, çuhadan kesilmiş, yeşil, kırmızı yapraklarla süsler hazırladım. Bunları da gerçek kabaklarla yan yana koyarak misafirlerimin geleceği yollara, masalara koyduk. Evde her şey şenlikliydi, mumlar, melekler, çiçekler, kukuletalar, ağaç altındaki hediye paketleri ile ortalık gerçekten bayram yeri gibiydi.

Yemeği de geleneksel yılbaşı yemeklerinden menü düşünerek hazırlamıştım.

Asıl önemli hazırlık ise arkadaşların davet edilme süreciydi. Toplantıdan 2 hafta önce ‘Nardugan’ adı altında bir watsap gurubu kurdum ve guruba önce herhangi bir mesaj yazmadım. Tabii bu durum saatler içerisinde dikkat çekti. Ne oluyor diye sorular başladı, arkadaşlardan bir Nardugan hakkında araştırma yapıp bilgi verdi. Ben de bu bir gizem gurubudur, size her gün ya bir muamma soru vereceğim, ya da ufak bir bilgi vereceğim. Daha sonra birlikteyken bu bilgileri bir araya getireceğiz diye merak uyandırdım.

Gerçekten de daha sonra her gün bir bilgi verdim, ya da bir soru sordum. Sonraki gün, 21 Aralıktaki şebi yelda (en uzun geceler) denk gelen soltsis (gün dönümü) kavramlarını açıkladım. Soltsis ve ekinoks (gün tün eşitliği) günlerinin mevsimsel döngülerle ilişkisi hakkında bilgi verdim.

Bir sonraki gün ise Mintraizm hakkında bilgi verdim. Bu eski din İran ve Hindistanda yaygın olarak inanılan ve güneş kültü ile ilgili bir dindir. Daha sonra Roma İmparatorluğunda yaygın olarak inanılmış, ancak dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğunun resmi din olarak Hristiyanlığı kabul etmesi üzerine artık ortadan kaybolmuş bir inanış olduğunu açıkladım.

Bir sonraki gün benim doğum günümdü, bunu ilan ederek iyi dilekleri kabul ettim. Arkadaşlarımdan biri o günü Ayşenurdugan günü ilan etti. Ben de çoktan kabul ettim. Çünkü gurubun ismi Nardugan; nar= güneş, dugan= doğan anlamına geliyor. Bu bilgiden sonra bir başka arkadaşımın sen bizim Narımız oldun iltifatına mahzar oldum.

Bundan sonraki gün 1 Ocak gününün neden yılın ilk günü olduğu sorusunu sordum, ancak buna cevap vermedim. Bunun cevabını geniş bir şekilde daha sonra yapacağım, insanoğlunun zaman kavramı ve zamanı hesaplama yöntemleri şeklindeki bir araştırma yapacağım ve bu da bir sonraki toplantının konusu olacak.

Sonra geldi şebi yelda yani 21 aralık, o günde herkese nar kırdırıp, yedirdim. Böylece evlerinden bereket ve sağlık eksik olmayacak.

Bir sonraki gün bunun bir pagan geleneği olduğunu, paganların göklerle ve doğayla bağlantılarının ve bilgilerinin aslında bizlerden çok daha engin olduğunu yazdım.

Daha sonra Yahudilerin Hanukan bayramı ve Hiristiyanların Noel bayramının 25 aralık günü olarak bir biri ile örtüştüğünü yazdım.

Bu gün aslında yılın en uzun gecelerinin uzamaya başladığı gecedir. Hanukan bayramı aydınlığın doğuşu gibi bir anlama sahip olup, direkt olarak bu doğa olayı ile ilişkilidir. Benzer şekilde Mintraizm dininde Mintranın yani güneşin doğumu da 25 aralıktır. Hristiyanlıkta bu gün İsa peygamberin doğum günü olarak bilinir.

Daha sonra Noel baba kimdir ve neden kızakla kayar, kırmızı kukuleta takar diye sorular sordum. Tam da bu anda Gamze telaşa kapıldı, çünkü ondan toplantıda anlatmak üzere Noel babayla ilgili bir sunum istemiştim. Ancak ben de Noel ile ilgili daha fazla bir ipucu vermedim elbette.

Bir sonraki gün Oğlak burcunda gerçekleşen bir yeniay ve halkalı güneş tutulması vardı. Bu durumun çok kısa bir astrolojik değerlendirmesini yaparak, yeni yapılacak başlangıçların kalıcı olacağını ancak oldukça da yorucu olacağını yazdım. Zafer (ameliyat oldu), Sıdıka (yeni iş yeri kuracak) ve Gamze ( yeni şehre tayin olacaklar) kişisel olarak algıladılar.

Son gün de Rua nedir diye sordum.

Arkadaşlar bütün ipuçlarını internette araştırmışlar, hepsini öğrendikleri halde Rua nedir sorusunun cevabını bulamamışlar. Bu oldukça ezoterik gizemler içeren 25 aralık ve 5 ocak arasındaki 12 geceyi kapsayan bir zaman sürecidir. Ay ve güneş takvimleri arasındaki farkı kapatmak için güneşin bu süre içerisinde durup ayı beklediğine inanılır. Elbette 12 sayısındaki şifreler oldukça fazladır, 12 ay, 12 imam, 12 havari, 12 burç vs vs liste uzar gider.

Toplantımızda tanışma, yeme içme, hediye açma, Elazığ’dan bir öğrencim de olduğu için o günlerden konuşma fasılları oldu.

Sermin bize Orta Asya müzikleri, Noel müzikleri, Semra ve bana doğum günü şarkıları çaldı.

Daha sonra Gamze bize bir internet oyunu oynattı. Noel baba ile ilgili 13 soru sordu ve biz de telefonlarımızdan bir cevap işaretledik. Noel babanın geyik sayısı hariç bütün sorulara doğru cevaplar vererek oyunu  birinci bitirdim.

Daha sonra Nardugan bayramının 22 aralıktan sonraki ilk dolunayda (2020 yılında 10 Ocakta ve30 Ocakta, 2 tane Nardugan var) kutlanan bir bayramdır. Diğer pek çok toplumda da kutlanan bir bayrammış. Eski Türklerde ise bir da Ayaz Ata denilen iyilik sever bir soğuk atamız da varmış.

Bence Hrsitiyanlık dini ilk yayılmaya başladığı zaman, etkilemek istedikleri kısıtlı sayıda Yahudi toplumu, çok daha geniş pagan toplumu ve Mintraizme inanan Roma imparatorluğu halkları vardı. bu yeni dinin kolayca kabul görmesi için İsa’nın doğumu ile Mintranınkini aynı güne yerleştirmek, Hanuka bayramı ile de aynı günde kutlamak oldukça mantıklı. Pagan inanışına sahip bir de bütün Nardugan adetlerini, geleneksel Türk kıyafetleri de dahil Noel babaya adapte etmek akıllıca olmuştur. Yoksa Antalyalı Noel babanın ren geyikleri ile kızak kayması akla uygun olmayacaktı.

Sonuç olarak ne kadar farklı görünse bile bütün kültürler özünde bir biri içine giriyor. İşte bütün bunları konuştuk.

Çocuklar gibi eğlendik.

Çok net ben artık Nardugan kutlaması yapmaya devam edeceğim.

ellerimle yaptım
Elazığdan ilk öğrencilerimden Ahmet Coşkun

BİRAZ DAHA AİLE TARİHÇESİ, BENDE TEYZEDEN BOL NE VAR, BİRİNE HASAN AĞA DİYE HİTAP ETTİĞİMİZ OLURDU

Anneannemin bir sürü çocuğu olmuş, bazıları henüz günlük bebek iken ölmüşler ve ölen bebekler erkekmiş. Sonuçta Annelerin çocuklarından 6 tanesi  erişkin yaşa kadar yaşadı. Cinsiyet açısından net bir dengesizlik vardı, yaşayan tek erkek kardeşe karşılık 5 tane kız.

Önce annemden büyük iki kız, sonra annem, annemden sonra dayım ve dayımdan sonra iki kız daha. Bu iki küçük kız kardeş, hakim olan teyzelerim. Biri Trabzon’un meşhur Hakim Güneş Hanım’ı, diğeri Rize’nin meşhur Hakim Mualla Telatar’ı. Her ikisi de gerçek anlamda yöresel birer önemli kişilik, hatta nevi şahsına münhasır olgu.

Trabzonlular Güneş Teyzemi bilir ama, bizim aile arasında hem otoritesi hem de neredeyse 50 yıldır aile mülkünü idare ettiği için ‘Hasan Ağa’ dediğimiz Mualla teyzemdi.

Hasan Ağa; yani annemin dedesi, daha önce hikayesini yazmış olduğum ve büyük mülk sahibi olan gerçek derebeyi. Hasan Ağanın ikinci evliliğinden olma oğullarından biri olan Cevdet Efendi ise annemin babası.

İşte;  Telatar sülalesinden Cevdet Efendi ile, Balta sülalesinden olan Sare Hanımın evliliğinden annem bütün bu kardeşler dünyaya geldi.

Sare Hanım son derece cin fikirli, karınca gibi çalışkan, hastalık derecesinde meraklı, son derece sosyal ve devrimci bir kadındı. Ömrünün son günlerine kadar evin yemeğini yapar, inekleri ile ilgilenir, bahçesine bakar, her gün mutlaka çarşıya iner, bütün düğünlere atma türkücü olarak gider, ne kadar sosyal olay varsa mutlaka haberi olur, yerel seçimlerde propaganda yapar, mülklerle ilgilenir, gün boyu hiç boş durmazdı.

Bana göre onu en güzel anlatan anılardan birisi, Sermin motosiklete binmeye heveslenince ‘rüzgar çok ufuriyi’ dediği için, 70li yaşlarında birinin sırtına atlayıp düzlere (çaylık) motosikletle gitmiş olduğunu anlamamız, bir diğer anı ise hasta yatağında yatarken Emre’nin nerede olduğunu merak edip de güya merak ettiğini belli etmemek için Mustafa’yı zorla tuvalete göndermesidir.

Cevdet Efendi ise karısının tam tersi, inanılmaz  derece sakin bir adamdı. Ömrünün son 30/40 yılında kulakları da sağır olduğu için çok da konuşmazdı. Her sabah kalkar günlük rutinlerini yapar, bel kuşağını sarar, takım elbisesini giyer, kravatını, köstekli saatini takar, evde gazetesini, saatli maarif takvimi yaprağını okur, mutlaka barometreyi kontrol eder ve günün büyük kısmında sessizce otururdu.

Dedem ve İsmail Amca; İsmet İnönü’ye çok benzerdi, bir gün Pazardan Trabzon’a gelirken arabanın arka koltuğunda başında şapkası, kulağında kulaklığı ile oturan dedemi herkes İsmet Paşa sanıp selamlamıştı. Dedem de herkese son derece zarif bir şekilde şapkasıyla selamlamıştı, yol boyu bir kaz kez tezahüratla karşılaşarak eve gelebilmiştik.

Dedem, huy bakımından babasına hiç benzemezdi. Mesela Hasan Ağa, ahırındaki seyisin uygunsuz davranışını yakaladığı için 20 baş hayvanı telef etmiş, benim dedem ise kesime giden bir ineğin göz yaşlarını görünce hayvanı ahıra geri göndermişti.

Yani birbirine hiç benzemeyen iki insandılar, ama evlilikleri oldukça uzun sürdü. Dedem annemden sonra vefat etti ve o sırada en büyük teyzem 60 yaşından büyüktü.

Bebek yaşta ölen kardeşler dışında sadece benim annem 50 yaşında öldü, diğer kardeşler en az 75’i buldu, hatta neredeyse 100 yaşına varan bile oldu.

Benim annem kendinden küçük olan bu iki kız kardeşinin hayatında oldukça önemli roller oynamış. Çünkü onların okumalarına ön ayak olmuş.

Daha önce bu hikayeden bahsetmiş olmam lazım ama gene yazmak istiyorum. Annem ve Mualla ve Güneş teyzelerim ilk okula Rize’nin Pazar ilçesinde gitmişler. Pazar’da o zamanlar ortaokul yokmuş, dayımı Trabzon Lisesine (sanırım o zamanlar orta kısmı da vardı) yatılı olarak göndermişler, kızları ise göndermemişler.

Annem ilk okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Pazar’da ortaokul açılmış. Annemin o yaşta inisiyatif kullanıp, hem kendisine hem de kardeşlerine önce kimlik çıkarttırması ve daha sonra da hepsini okula kaydettirmesi aile içerisinde defalarca dinlediğimiz hikayedir.

Hal böyle olunca da hem annemin hem de teyzelerin doğum günleri her zaman kuşku ile değerlendirilmelidir. Hatta annem aralarında en az 1/2 yıl yaş farkı olduğunu çocukluk resimlerinden anladığımız teyzelerimizi her nedense ikiz olarak kaydettirmiş, teyzeler daha sonra bu durumu gerçeğe daha yakın olarak düzelttirmişler.

Ailenin bildiğimiz tarihine bakarak;  muhacirlik yılları, en büyük teyzenin muhacirlik öncesi doğumu, ikincisinin ise muhacirlikten hemen sonra doğması, annemle bu teyze (MUKE) arasında çok az yaş farkı olması, dayımızın net olarak bilinen doğum tarihi, dayımla kendinden küçük teyzelerin çocukluk resimleri gibi bilgilere dayanarak gene de yaşlarının oldukça doğru bir şekilde kaydedilmiş olduğunu teyit edebiliyoruz.

Aile arasında kardeşlerin okul maceraları çok fazla anlatılırdı. Özellikle dayımın Trabzon Lisesine vapurla gitmesi, annemin öğretmen okuluna gitmek için Annelerin yaptığı mücadele, teyzelerin okula giriş sınavında büyük babanın (anneannemin babası) kehanet gibi sözlerini değişik kişilerden, hiç olmazsa 30 kere dinlemişimdir.

Annem bana birkaç defa ortaokula gittiği zaman okuma yazmayı bile neredeyse unuttuğundan söz etmişti. Ortaokuldan belki de evde yaşadıkları ve büyük bir sıkıntı çekmedikleri için pek anlatmazdı. Ancak ortaokulu bitirdikten sonra aile arasında kızlar okurdu okumazdı krizini, liseye gidebilmek için anneannemle birlik olup verdikleri mücadeleyi, nihayet okula gitme izni çıkıp da gidebildiğinde eğitim yılının neredeyse üçte birinin bitmiş olduğunu defalarca dinledim.

Sonuç; annem İstanbul’daki öğretmen okuluna gitmeyi başarmış, üstelik Pazar’dan yaşıtı bir kız arkadaşı olan Muazzez Teyze de onunla  birlikte gitmiş. Böylece 2 kız okula nihayet okula gidebildiğinde ilk karnenin verilmesine sadece bir hafta kalmış (O zamanlar 3 karne varmış).

Her neyse, annem o yıl kazasız belasız sınıf geçmeyi başarmış. Annemin okul başarısı, kendisinden küçük yaştaki kız kardeşlerine liseyi İstanbul’da okuma yolunu açmış. Onlar da bütün ülke çapında sadece 40 öğrencinin alınacağı bir sınavı kazanarak ‘leyli meccani= parasız yatılı’ olarak liseyi okumuş, daha sonra da Hukuk Fakültesine gitmişler.

Bu sınavın ilanını gördüklerinde başvuru tarihinin son günü geçmiş ama Büyükbaba ‘bu 40 kızdan ikisi bizim kızlar’ demiş olduğu için şartları zorlamışlar ve bir öğretmenleri de başvuru dilekçesine geçmiş tarih yazarak göndermiş. Güneş Teyzem hala o öğretmenine her gün dua eder.

Sonuç olarak gerçekten de sınavı kazanmışlar ve annemden dolayı herhangi bir aile engeliyle karşılaşmadan İstanbul’a okumaya gitmişler. O tarihlerde en büyük teyze İstanbul’da gelinmiş. Annem, dayım ve iki teyzem de değişen, ancak çoğunlukla çakışan tarihlerde öğrenci imişler. Yani neredeyse bütün kardeşlerin yolu İstanbul’dan geçmiş.

Mualla Teyzem, yani en son Hasan Ağa,  Kandilli Kız Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur.

Bu yıllardan da en çok dinlediğim her ikisinin de uzun süreli hastalıkları olmuştur. Her ikisi de ömürleri boyunca, o günlerden kalma duygularla olsa gerek, hasta olmaktan aşırı derecede korktular.

Mualla teyzem üniversitede okurken, uzun süreli çarpıntı, halsizlik, zayıflama şikayetleri çekmiş, doktorlar kalp hastası olduğunu düşünüp, bir türlü derdine çare bulamamışlar. Dayım o sırada tıp fakültesinde öğrenci imiş ve tiroid hastası olduğunu o teşhis etmiş. Gerçekten de teyzemin Graves hastalığı (zehirli guatr, tiroid bezinin aşırı çalışması) varmış, ancak onu tedavi ettikten sonra kendine gelebilmiş.

Bu olay, kız kardeşlere dünyadaki en büyük hekimin abileri olduğu konusunda net bir iman konusu sağlamıştı. Mualla teyzemin daha sonra kalın bağırsaklarında çok sayıda divertikül (baloncuk) olduğunun saptanması da bu imanı güçlendiren bir unsur olmuştu.

Mualla teyzemin daha sonra B12 vitamini eksikliği ve 75 yaşında tip 1 diabet çıkartması, gençliğinde geçirdiği Graves ile birleştirilince hafif formda bir ‘otoimmun endokrinopati’ hastası olduğunu anlıyorum.

Mualla Hanım’ın ilk görev yeri Muş imiş. Muş’ta çok uzun süre kalmamış olmalarına karşılık bir hayli anı dinlemişizdir. Her derde deva, aile içinde her ihtiyaç sahibine yardım paketi olan kişi olarak Mukaddes teyzemle birlikte görev yerine gitmişler. Orada kaldıkları ev, o sırada Muş’un imkansızlıkları, buna karşılık ilk görev yeri, kendi mesleğini benimseme günleri, öz gücünü fark etme zamanları olduğu için o günleri bayağı anardı.

(Mukaddes teyzem daha sonra bize bakmak için bizim eve, Emre’ye bakmak için Ankara’ya bol bol gezmiştir).

Mualla teyzem ben mecburi hizmete giderken beni yerleştirmek için Elazığ’a benimle birlikte gelmişti. Ben giderken  yollarda ışık bile yoktu, Tunceli’den geçtikten sonra sözüm ona belli etmemeye çalışarak, yüzümü camdan dışarı çevirmiş, ta kucağıma kadar düşen damlalarla sessizce ağlıyordum. Benim bu halimi görünce de merak etme, burası senin ilk görev yerin olacak gör bak nasıl seveceksin demiş ve haklı çıkmıştı.

Teyzem bu ilk görev yerinden sonra uzun yıllar boyunca Rize’de çalıştı. Sanırım çok uzun süre ile ağır ceza hakimiydi.

Birkaç anı paylaşayım. Laz Yaşar olarak bilinen, muhtemelen bize de uzaktan akraba olan bir kabadayı vardı. Ama öyle böyle değil, bayağı bildiğiniz korsan. Bir ara Libya’da bir gemi kaçırmışlar, uluslar arası bir krize sebep olmuşlardı. Bu olay haftalar boyunca gazetelerin ön sayfasından inmemişti. Sonunda yakalanıp artık kaçıncı kez hapse atılmıştı.

Teyzem bir gün işe gidince ortalık festival yeri gibiymiş. Ne olduğunu sorunca;  Laz Yaşar’ın  hapisten kaçıp, bir eve sığındığını ve evin güvenlik güçleri tarafından ablukaya alındığını, fakat adam silahlı olduğundan bir türlü teslim alınamadığını duymuş. Teyzem hemen aman sakın ateş etmeyin diyerek, bütün uyarıları kulak ardı edip gidip adamı teslim almış. Bu olayı da söyle anlatırdı. Yaşar, gelen benim, ne yani beni mi vuracaksın diyerek görüş alanına girmiş, o da ‘abla tamam sana teslim olacağım, ama beni dövmesinler’ diyerek, teyzemden sadece hapiste dayak yemem sözü alarak kuzu gibi teslim olmuş.

Mualla Teyzem ailenin hiç evlenmemiş bir çok kızından biri, tabii Rize’de hakimlik yaparken baba evinde kaldı. Dedemin mülayim tabiatı nedeniyle evin reisi haline geldi. Babası öldükten sonra ise Pazardaki aile evinin tartışmasız reisi oldu, aile mülklerini hep o yönetti. Biz de teyzeme Hasan Ağa dedik, bu lakabı da kimse yadırgamadı.

MECBUREN YAŞLANIYORUZ, BARİ GÜZEL YAŞLANALIM

.

Doğum günüm yaklaştı ve benim kendime verebileceğim en güzel hediye, geçmiş bir yılımı tartıp, önümüzdeki bir yıl için çıkarımlarda bulunmaya çalışmak. Gençken insanlar yeni yaşından dileklerde bulunurken önündeki on yılları bağlayabilecek şeyleri düşünebiliyor. Mesela meslek, eş, yaşanacak ülke/şehir için dileklerde bulunabiliyor. Yaş kemale erdikten sonra en iyisi vites küçültüp, daha kısa süreli dileklerle yetinmek, zaten ihtiyaçlar da artık bu yönde oluyor.

Artık 62 yaşına giriyorum, çocukluğumdan beri doğum günlerim çoğu kez tantana ile kutlandığı için hala dünyaya arz edildiğim günü önemsemeye dikkat ediyorum. Ancak artık, yaşadığım yıl sayısının başıma kakılmasının pek zarif  sayılmayacağı yaşlarımı idrak ediyorum. Neyse ki doğum günüm yılın son günlerinden birine  denk geliyor da, böylece koskoca gezegenin yeni yaş kutlamaları, iyi dilekler filan derken benim yaş unutuluyor.

Aslında kışın en uzun gecelerinin başlangıcına çok yakın bir tarihte doğmuşum. Doğum günümü yılın en uzun gecelerinden birinde kutluyor, hemen ardından en uzun gecelere giriyorum. Neyse ki her dibe vuruş, eğer orada kalma niyeti yoksa ardından gelecek yükselişin başlangıç noktasıdır. Yani doğum günümün ardından bir hafta bile geçmeden günler yeniden uzamaya başlıyor.

Üstelik ben doğduğum zaman ay da balsamik  dönemdeydi. Ben doğduktan bir, iki gün sonra yeniay (karanlık gece) oldu, bundan sonraki iki hafta içerisinde de ayın görünen yüzü büyümeye ve dünyaya yansıttığı ışığı giderek arttı ve dolunaya ulaştı.  Burada da öncelikle ve kısa zamanda en koyu gök karanlığına dalıp, ardından ışığın büyümesi teması var.

Yarı yarıya dolu bir bardağı iki insana gösterin biri yarısı dolu, diğeri ise yarısı boş bir bardak görecektir. Bardağın hangi tarafını göreceğimizi seçmek elimizdedir.

Ben de, doğum günüme bakarak, kendi yolculuğumu karanlığın dibinde başlamış olarak değil, aydınlanmanın başlangıcına zemin hazırlayan zamanda başlamış olarak tanımlamayı seçiyorum.

Artık, çok değil tabi, ama ufaktan ufağa yaşlanıyorum. İnsan her zaman hissettiği yaştadır derler, ama bence bu sadece gençliğini özleyen birlerinin dillerine dolamayı sevdiği bir teselli cümlesi, hücrelerin bu fikre pek katılmıyor.

Hani hep yaşlanmıyoruz, yaş alıyoruz deniliyor ya, işte o yaşları alırken, tabii eğer şanslı isen ve bilindik bir hastalığın yoksa, gene de telomerlerin kısalıyor. Dıştan bakılınca, saçların ağarıyor, cildin kırışıyor, gözün yakını görmüyor, içini ne sen sor ne ben söyleyeyim. Herhangi bir süreğen medikal hastalığın olmasa bile, yaşanmışlıkların yığılıyor. Gün gelip de içine bakmayı becerebilirsen, ruh şişesinin alt kısmında kalın bir tortu birikmiş olduğunu fark ediyorsun.

Bu tortu aslında senin yaşanmışlıklarının anısı yani tecrübe. Bu tortunun da iki yüzü var.  Tecrübe kazandıkça, bu tortuyu düzgün kullanmayı öğrenirsen, işlerini daha kolay bir mantıkla, daha kısa yoldan ve daha başarılı yaparsın, dolayısıyla  hayatını kolaylaştırır. Öte yandan bu tortuya gereğinden fazla gömülmeyi seversen ruhu ve bedeni tembelliğe alıştırır, böylece yeni şeyler keşfetme, atılımlar yapma, risk alma cesaretini azaltarak hayatını yavanlaştırır.

Benim  biriktirilmiş hayat tortusu diye tanımladığım şey konfor alanı olarak da tanımlanıyor. Yani insanın kendini daha güvenli hissettiği alan. Konfor alanını bir ev hanımı kendisi için evinin duvarları arası olarak tanımlayabileceği gibi mesela bir pilot sekiz bin fit yükseklik olarak tanımlayabilir.  Son zamanlarda UNESCO yaşlılık kavramını konfor alanının dışına çıkamamak olarak tanımladı.

O halde benim için bu önümdeki yıldan beklentim konfor alanımdan bir nebze olsun taşabilmek olmalı. Bu yıl her zaman yaptığım gibi şimdiden karar vermiyorum, ama önümüzdeki yıl ani bir kararla daha önce hiç yapmadığım bir şey yapmak için kendime söz veriyorum.

SAYIN HERŞEYİ BİLEN CAHİLLER, SİZ HİÇ AŞISIZLIKTAN ÖLEN, SAKAT KALAN ÇOCUK GÖRMEDİNİZ, AMA BİZ BU SESSİZ KURBANLARDAN ÇOK GÖRDÜK.

Şu günlerde inanılmaz bir aşı karşıtlığıdır körükleniyor. Artık bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlardan bıktım usandım. Yok efendim aşılar otizm yapıyormuş, yok efendim daha neler, neler…

Alın size kendi tecrübelerimden birkaç hasta…

Hacettepe ile ilgisi olan herkes  servis 38in,  2 yaş altındaki çocukların enfeksiyon hastalıklarının sevisi olduğunu bilir. Benim zamanımda pediatri asistanlarının en çok korktuğu servislerden biriydi, hem hastası çoktu, hem de ölümler çok fazlaydı. Burada çalışmak maddi manevi çok zordu,  bütün gün döne döne mayi takar, bir o hastaya bir ötekine koşup dururduk, ayaklarımıza kara sular inerdi, gene de her gün ölü verirdik. Bu bebeklerin pek çoğu, ondan bir aşı ya da ishalken su esirgendiği için ve iş işten geçene kadar getirilmedikleri için ölürdü.

Bu belalı serviste çalışırken 10 aylık adına ‘Berbat Süleyman’ taktığım bir bebek yatmıştı. Gerçek adını hatırlamıyorum, ancak bebeciği hiç unutmadım. Çok güzel beslenmiş, topuz gibi bir oğlancıktı. Muhtemelen hafif bir süt alerjisi olmalıydı, çünkü kıpkırmızı hafifçe kabuklanmış tombul yanakları vardı. Saçlarını büyük çocuk gibi tıraş etmişlerdi. O kadar güzel ve kendine özgü bir bebekti ki onu zihnimde sürekli eski Türk sinema filmlerindeki Ömercik tiplemesi gibi canlandırırdım. Üzerine askılı ve yamalı bir kot pantolon giydirip, başına kasket takıp, koltuk altına birkaç gazete tutuşturup sokaklarda gazete sattığını hayal ederdim. Lakabını da mahalleye kök söktürecek bir tip bu diyerek takmıştım, bu lakap ve betimleme çocuğa o kadar uygundu ki, bütün servis bebeğe ‘ senin Süleyman’ demeye başlamıştı.

Bu küçük bebecik kızamık ve kızamığa bağlı zatürre tanısı ile yatmıştı. Kızamık zatürre yaptı mı felaket bir şeydir. Giderek akciğerdeki hasar daha da derinleşir, hava kesecikleri kapanır, iş bu hale geldikten sonra da çocuk havasızlıktan boğularak ölür. O zamanlar elimizin altında şimdiki ilaçlar ve makineler de yoktu, yani iş bu hale geldi mi, artık elimizden pek bir şey gelmiyordu.

Berbat Süleyman’cık elimizin altında, testereyle tahta keser gibi hırlaya hırlaya, her nefes çabasında, göğüs kafesi omurgasına değecek derecede çekile çekile, bin bir işkence ile, çok ama çok zor yoldan can verdi.

Sebep; Süleyman kızamık aşısı olmamıştı. O zamanlar kızamık aşısı 1 yaşında yapılırdı, Süleyman’ın öldüğü sene, böyle kızamığa bağlı minik bebek ölümleri olduğu için, kızamık aşısı 9 aya çekilmişti.

Berbat Süleyman’ın adını hatırlamıyorum ama yaşadıklarını asla unutmadım. Şimdi zihnimdeki sadece bu bebeğin can çekişme görüntülerini, o gönül rahatlığı ile aşı karşıtı kitap yazan adama iletebilsem, biraz vicdanı varsa kendi kitabını kendisi toplatıp meydanlarda yakar.

Tabii hatıralarımda sadece Berbat Süleyman yok.

Yine asistanlıktan bu kez de 24ten yani 2 yaşından büyük çocuk enfeksiyon servisinden birkaç çocuktan söz etmeliyim.

Bunlardan biri çocuk felci olan 7/8 yaşlarında bir erkek çocuktu. Hastalık en ağır şekliyle vurmuş, solunum kaslarını da tutmuştu. Haftalarca, solunum cihazında kaldı nihayet solum kasları geri döndü, çocuk nefes almaya ve konuşmaya başladı, ancak bacaklarındaki felç tamamen yerleşti. Çocuk tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Bacaklarında hemen hemen hiç canlı kas kalmadığı için ameliyat şansı da yoktu.

Bu çocuğun babası polisti, yani pek de cahil bir insan sayılmazdı. Ziyarete sadece babası gelirdi, annesini hiç göremedim. Bir gün babası ile konuşurken aşı konusunu açmıştım ve hayatımda ilk kez, ‘inanç(!)’ kaynaklı aşı karşıtlığı ile karşılaşmıştım. Ben neden aşı yaptırmadınız, bakın çocuk hiç uğruna sakat kalacak dediğim zaman adam resmen üzerime sıçramıştı, o çocuğun kaderi buymuş, Allah’ın takdiri böyleymiş, ben kim oluyormuşum da takdiri ilahiyi sorguluyormuşum. Yani bir dayak yemedim işte o kadar. Adama, madem çocuğun hastalıktan korunması Allah’ın işine karışmak oluyor da, hastalanınca tedavi edilmesi Allah’ın işine karışmak olmuyor mu diye sordum. Sen kendi işine bak, dini konuları ilim sahiplerine bırak gibi saçma sapan bir cevap vermişti. Aramızda pencere teli olmasaydı gırtlağına sarılacak kadar sinirlenmiştim.

Sonuç; o çocuk her iki bacağını da kullanamaz bir halde taburcu oldu. Aldığım tıbbi geçmiş hikayesine göre hiçbir aşısı yapılmamıştı.

Yine aynı serviste bu kez kıdemli asistan olarak çalışıyordum. Melek isminde bir kız çocuğu yatmıştı. Çocuk ağır derecede tetanoz vakasıydı. Bütün bedeni tahta gibi kasılmıştı, ağzı kasılmış, dili dişlerinin arasında kalıp şişerek nefes yollarını kapatmıştı. Bu çocuk haftalar süren tedaviye cevap vererek yaşadı ve herhangi bir görünür sakatlığı da kalmadı. Ancak dilini o kadar kötü bir şekilde ısırmıştı ki, dilin büyük bir bölümü çürüdü. Her gün diline pansuman yaparken bu çürüyen kısımları temizlememiz gerekiyordu, sonuçta çocuğun dilinin sadece kökü ve ucunun da küçük bir parçasını kurtarabilmiştik.

Çünkü, bu çocuğun cildinde Ehler Danlos sendromu dediğimiz, ve cildinin sağlamlığını azaltan bir hastalığı vardı. Bacağına ufak bir çivi değmiş ve çocuğun bacağından büyük bir deri parçasını yırtmıştı. Aile çocuğun bu çeşit yaralanmalarına alışık olduğundan önemsememiş, tetanoz aşısını yaptırmamıştı.

Sonuç; Melek, küçük bir yaralanma sonucunda canını zor kurtardı ve ömrünü kalan kısmını dilinin büyük bir bölümü olmadan yaşamak zorunda kaldı.

Tabii bizim neslin tanık olduğu yeni doğan tetanoz vakalarından hiç söz etmiyorum. Bu vakaların her biri de anneleri gebeyken aşı olmadığı için ve doğum da sağlıksız koşullarda yapıldığı için kaybedildiler. Şimdi artık çok şükür bu vakaları görmez olduk. Gebeler aşı yaptırmazsa gelecek nesil doktorlar kolaylıkla, daha birkaç günlük bebek iken kasıla kasıla ölen bebekleri de görür.

Bu kez de Elazığ’da mecburi hizmet yaparken yatırdığımız difterili bir hastadan bahsedeyim. Muhtemelen benim neslimde difteri vakası görmüş birkaç doktordan biri ben olmalıyım. Difteri yani hani romanlara konu olan ‘kuş palazı’ hastalığı korkunçdan da korkutucu bir hastalıktır.

Hastalık bildiğiniz bademcik iltihabı gibi başlar ki gerçekten de bademcik iltihabıdır. Ancak, bu iltihabı yapan mikrop çok ağır zehirler salgılar. Bu zehirler birkaç gün içerisinde yukarıdan aşağıya doğru ilerleyen felce neden olur. Bizim hastamızın da önce boğaz kasları, ardından solunum kasları son olarak da kol ve bacakları felç oldu.

O hasta ile inanılmaz derecede uğraşmıştık. Günlerce, gecelerce başında elimizde aspirasyon cihazı ve ambu ile nöbet tuttuk, neredeyse her yarım saatte bir aspire ettik. Neyse ki oldukça yeterli bir solunum cihazımız vardı ve çok yakın takiple bu çocuk iyileşti. Ancak iyileşmesi haftalar sürdü, önce kol ve bacaklar, sonra solunum kasları, yani aşağıdan yukarıya doğru felçleri düzeldi.

Bu arada okulunda tarama yapıp 10 çocuğun boğazında da difteri mikrobu taşıdığını anladık. Ancak onlar aşılı olduklarından hasta olmamışlardı. Taşıyıcı vakaların toplum için büyük bir tehlike teşkil edeceğini bildiğimiz için onları da tedavi etmiştik.

Sonuç; çocuğunu aşılatmaya üşenen bu aile, hastane masraflarına büyük bir reaksiyon gösterip bizi gazetelere vermekten hiç erinmedi. Bütün yerel gazeteler bir boğaz iltihabı için bu kadar fatura çıkar mı diye veryansın ettiler, hastanemizi kötülediler.

Bir hasta da meslek hayatımın son yıllarından yazayım.

Bu da bir ‘inanç(!)’ bağlantılı aşı karşıtlığıydı. Çocuk boğmaca olmuştu, tabii ki aşı yaptırılmamış bir çocuktu. Aile benim ilaç firmalarıyla bağlantım olduğunda kuşku duyduğu için ilaç da kullanmıyordu. Ancak gene de  çocuklarını tedavi etmemi  bekliyorlardı. Bu ailede, hem anne, hem de baba üniversite mezunuydu. Hastayı özel muayenehaneme getirmişlerdi. Hem beni hem de servis çalışanlarını çok bunalttılar. İstanbul’dan birilerine telefon edip oradaki doktordan bir şeyler öğrenip gelip bizimle kavga ediyorlar, öte taraftan da çocuğa herhangi bir şey yapmamızı engelliyorlardı.

Sonuç; çocuğa ne oldu bilmiyorum, ben muayene parasını aileye iade edip İstanbul’a güvendikleri doktora sevk ettim. Ama bu çocuk bu kadar solunum sıkıntısını sadece kör cahillikten ötürü çekti.

Çocuğuna aşı yaptırmamayı düşünen aileler için yazdım.

Show Buttons
Hide Buttons