Semerkant’dan uçakla Taşkent’e döndük. Günün kalan kısmında Taşkent’i gezip, bir gece daha kalıp, bir gün sonra da Türkiye’ye geri dönecektik. O günkü gezimizde rehberimiz bize biraz Taşkent tarihinden bahsetti, bu arada kentin tarihinde bir çok deprem olduğundan da söz etti.
Bu geziye Judith Orloff’un ‘’Altıncı His’’ isimli bir kitabını da yanımda götürmüş ve gezi boyunca fırsat buldukça okumuş, son sayfaları da Taşkent’e giderken uçakta bitirmiştim. Kitapta haberci rüyalardan ve bu tip rüyaları görmek için niyet etmek gerektiğinden de bahsediyordu.
Ben de o gece yatarken ‘’ bu gece haberci bir rüya görmek istiyorum’’ diye düşünerek yatmıştım. Gecenin bir vakti Ayşenur’un sanki kulağımın dibindeymiş gibi net bir şekilde ‘’Depremi hissettin mi’’ dediğini duydum. Şaşırarak yanımdaki yatağa baktım, Lale hanımın yattığını görerek, Ayşenur’un da iki oda ötede yattığını hatırlayarak, rüya gördüğümü anladım. Sıkıntı içinde ‘’sözüm ona gelecekten haber veren rüya görecektim, rehberin söylediklerinden etkilenerek bu saçma rüyayı gördüm’’ diye kendime kızdım. Bu arada iyice uyku sersemliğinden kurtulup, telefonumu şarja takmış olduğumu hatırladım ve yataktan çıkarak telefonu karşı duvardaki prizden çıkardım. Telefonun saati sabah 4.28’i gösteriyordu.
Yatağa geri döndüğümde hala bu esrarengiz sesin etkisindeydim ve kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Bir-bir buçuk dakika sonra aniden bire yatak sallanmaya başladı. Lale hanıma baktım, rahatça uyuyordu, onu öyle rahat görünce ‘’artık iyice rüyanın etkisi altında kaldın saçmalıyorsun’’ diye kendimi bir kez daha azarladım. Birkaç saniye sonra yeniden sallanmaya başlayınca, lambaya bakmak aklıma geldi de, gerçekten hafif bir deprem geçirdiğimizi anladım. Deprem uzmanı olmuşuz ya hemen en üst katta olduğumuzu hatırlayarak güvende olduğumuzu hissettim ve o andan sonra rahatça uyumaya devam ettim.
Ertesi sabah kalktığımda Lale Hanım hariç guruptaki bütün arkadaşların depremi hissettiklerini ve bir korku yaşamış olduklarını anladım. Hatta rüyamı Ayşenur’a anlattığım zaman hayretler içerisinde bana deprem olunca uyandığını ve Beyhan hanıma ‘’Depremi hissettiniz mi’’ diye sorduğunu söyledi. Bu hemen hemen benim duyduğum cümlenin aynısı olduğu için çok etkilendik. İşin daha da ilginç tarafı ben henüz deprem olmadan onun sesini duymuştum. Saatlerimize bakınca arada 3 dakikalık bir fark olduğunu anladık. Onun, o cümleyi söylediği anda, kendi saatinin gösterdiği dakika ile benim o cümleyi duyduğum anda benim saatimin gösterdiği dakikanın aynı olduğunu anladık. Bu olaydan ikimiz de çok etkilendik. Bu ilginç tesadüfü (!) hiç unutmadık.
O sabah rehberimiz yanımıza geldiğinde gözleri kan çanağı gibi idi. Meğer o gün guruptaki arkadaşlarımızdan biri ablasının kötü haberini almış, rehberimiz de onu hemen geri göndermek üzere bilet değişikliği yapmış, daha sonra da gece vakti havaalanına gidip konuğunu yolcu etmiş. Tam geri dönüp uykuya dalınca da deprem olmuş. Aslında o yorgunlukla depremi hissetmemiş, ancak gurupta yeni emekli olmuş bir doktor hanım vardı. O depremi hissedince derhal valizini toplayıp, soluğu resepsiyonda almış, etrafta kimseyi göremeyince de rehberi uyandırıp ne yapacağız, planınız nedir diye sormak için rehberi yanına çağırmış. Zavallı adamcağız yeniden giyinip aşağı inmiş, doktor hanımı sakinleştirip saatler sonra odasına dönmüş.
Rehberimiz Yıldırım Büktel’le ben bir çok gezi yaptım. Adamcağızı hiç bu kadar yorgun gördüğümü hatırlamıyorum. O gün komedyenliğim tuttu. Depremden korkup da sorunu çözmesi için rehberi çağıran arkadaşla çok dalga geçtim. Hemen bir tiyatro sahnesi yazdım ve oynamaya başladım. Kendim Yıldırım Bey oluyorum ve elimi dramatik bir şekilde toprağa doğru uzatıp ‘’kıpraşma kıpraşma’’ diyerek toprağı azarlıyorum. İşi komediye dökünce gurubun stresi azaldı. Bu sefer de histerik bir şekilde her şeye güldük. Mesela Taşkent’i gezerken rehbere bir soru soran olursa, saçma da olsa, adamcağız o perişan haliyle bile her zamanki nezaketi ile yanıt vermeye çalışıyor. Ben gurubun gerisinde kalıp, ‘’Yıldırım’’ sesimle birinin kulağına doğru ‘’ah sizi bir uçağa bindirebilsem, görün ne uyuyacağım’’ diyorum, bir kahkaha tufanıdır kopuyor.
Rehberimiz bütün olumsuz şartlara karşılık anlattıkça anlatıyor. Gerçeklerden biraz uzaklaşıyorum, tarih kitaplarından hatırladığım her şey aklıma geliyor. Bütün Özbekistan Maveraünnehir bölgesi içerisinde kalıyor. Meveraünnehir sözü bile hayal gücümü tetikliyor, cenge koşan süvarileriyle tozu dumana katan atlar, dünyayı boydan boya geçen kervanlar, çarıklar, börkler, ipekler, Timur’lar, Marko Polo’lar geçiyor aklımdan. Derken aklımı başıma devşirip Aral gölünü düşünüyorum.
Maveraünnehir, Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) nehirleri arasında kalan bir bölgeye verilen isimdir. Her iki nehir de Aral gölüne dökülmektedir. Ya da dökülmekte idi mi demek lazım? Masal gibi bir gezi idi bu tamam, ama son yılların insan eli ile hazırlanmış en büyük çevre felaketlerinden birine değinmeden geçemeyeceğim.
Aral gölünü bu gezide değil ama Moğolistan gezisinden dönerken uçaktan gördüm. Bir zamanlar dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral gölü, bölgede pamuk ekimine karar veren Sovyet rejiminin, gölü besleyen nehirlerinin sularının tarla sulamasına yöneltmesi sonucunda sularının yüzde doksanını kaybetti. Şu anda suları çekilmiş olan göl dibi dünyanın en yeni oluşmuş çölü olarak üzerinde gemi enkazları ile çok acıklı bir görünüm arz ediyor.
İnsanoğlunun doğaya bu denli büyük zararı olabiliyor işte. Göl büyük ölçüde Özbekistan içerisinde kaldığından Özbek kardeşlerin (sanki çöl eksikliği çekiyorlarmış gibi) yeni bir çölleri daha oldu böylelikle.
Konuşulanları anlamasak da yazılanları anlamak mümkündü. Her yerde yazan ‘’Buyuk ve muqaddessan, mustaqil vatan ‘’ tabelalarını unutmak mümkün değil. Beni etkileyen yazılardan biri de, bir çamaşır makinesi reklamındaki ‘’Ko da gidek yuyiştiriş’’ oldu. Alışveriş merkezlerinde ‘’alıştiriş’’ yazdığına göre ‘’tiriş’’ sözünün ‘’veriş’’ anlamına geldiğini farz ederek tercüme ediyorum ‘’koy da gidelim, yıkasın-versin’’ makinesi.