KTÜ’de göreve başladığım birkaç yıl olmuştu. Bir gün hastanedeki odamın kapısı açıldı ve içeriye doğru gözlerinde açık bir kuşku olan bir adam bana doğru baktı. Beni görünce kuşkusu yerini aşikar bir sevince bıraktı. Sevinç dolu bir sesle ‘’gerçekten senmişsin, duyunca inanamamıştım, ama gerçekten senmişsin’’ diyerek, yanıma gelmek için içeriye doğru hamle yaptı.
Adamı hiçbir yerden gözüm ısırmıyor, ancak adamın coşkusu o kadar net ki, beni tanıdığını anlıyorum. Adamın sevinci öyle böyle değil, nereye uçsun, nereye konsun bilemiyor.
Ben, hiç de öyle bir görüşte bunca mutluluk uyandıracak bir tip değilim. Neyse karmakarışık sözlerinin arasından beni Hacettepe’den tanıdığını anlıyorum. Asistanlığımda endokrinde uzun süre çalışmıştım. O yıllarda elimden geçmeyen endokrin hastası olmamıştır. Muhtemelen bunun çocuğu da endokrinde gördüğüm hastalardandır, hastasını yıllardır Ankara’ya götür getir usandı, beni burada bulunca sevindi diye düşünüyorum. Genellikle bu tip sevinç gösterilerini onlar yapar çünkü. Biraz hastasını anlatınca da hemen her hastayı hatırlarım.
Aslında bütün asistanlarım gayet iyi bilirler, bir hastayı yüzünden hatırlamam her zaman mümkün olmaz ama mesela hani serviste yatarken potasyumu 7’ye çıkmıştı gibi bir ipucundan hatırlatıldığı zaman hemen her hastayı en ince ayrıntısına kadar hatırlarım.
Bu adamı da hatırlayabilmek için, kimin babasısın diye değil de nasıl olduysa sen kimsin diye soruyorum. Ben Fevzi diyor, sonra birden bire süngüsü düşüyor, buruk bir şekilde, yoksa beni tanımadın mı diye soruyor. Kusura bakma her gün yüzlerce insanla karşılaşıyorum, birden çıkaramadım diyorum.
Böylece hastasını anlatmaya başlıyor ve ben de gayet iyi hatırlıyorum. Adamcağız beni gerçekten de Hacettepe’den hatırlıyor. Ancak endokrin bölümünden değil. Ben daha çömez asistan iken (ilk yıl asistanı, gün aşırı nöbetlerde) bu adamcağızın delikanlı oğlu, servis 23’te yatan bir hastaydı. Osteosarkom (kemik kanseri) olduğu için bir bacağı kesilmiş, bir sürü kemoterapi, radyoterapi almış fakat zaman içerisinde hastalık nüks etmiş ve hastanın da ilaçlara karşı direnci gelişmişti. Artık hastaya herhangi bir tedavi verilmeyecekti. Çünkü tedaviden yarar görmediği gibi, bir de ilaç yan etkileri meydana geliyordu.
Bu çocuk benim hastamdı, her gün yanına gidip biraz konuşuyor, pansuman falan yapıp yanından ayrılıyordum. Çocuğun artık ciğerleri de su dolu olduğu için her zaman bir tarafına doğru yatışı, ben ona pansuman yaparken yüzüme kurbanlık gibi bakışı hala gözümün önündedir. Zavallı yemek yiyecek kadar bile takati yoktu. Servis hemşireleri ile ben, artık hangimizin eli boşsa, her öğlen yemek saatinde yanına koşar, çorbası henüz soğumadan bir iki kaşık içirmeye çalışırdık.
Zavallı çocuk perişan bir haldeydi, artık konsültan hocamızın yüreği dayanamıyordu, çocuğa hiçbir şey yapamıyoruz, aileyi ikna edin, bu hastayı taburcu edelim dedi. Hoca böyle söyleyince hastanın babasını çağırıp onunla konuştum. Açık açık, artık gördüğün gibi elimizden bir şey gelmiyor, al bu çocuğu eve götür, bari son günlerini, evde anasının yanında sıcak çorba içerek geçirsin dedim.
Baba bir gün sonra bana çocuğun eve gitmek istemediğini, hastanede kalmak istediğini söyledi. Çocuk ölürken yanımda bana yardım edecek insanlar olsun istiyorum demiş. Tabi bu konuşmayı yaparken adam ağladı, ben ağladım. Bu günden sonra çocuğun öldüğü güne kadar böyle karşılıklı ağlaşıp durduk. İşte Fevzi bu karşılıklı günlerce ağlaştığımız adam imiş.
Bir gün birisinden benim KTÜ’de çalıştığımı duymuş ve gerçekten ben miyim diye bakmaya gelmiş. Benim Görele’de pide salonum var illa bir gün gelin size pide yedireceğim dedi. Karşılıklı telefon numaraları aldık. Bu kez ağlaşmadan ayrıldık.
Aradan birkaç ay geçmedi ki Fevzi bu sefer yeğenini bana getirdi. Bu da 16 yaşında bir delikanlıydı ve ağzında, ellerinde kasılmaları vardı. Epilepsi olabilir diye düşünülüp, bize sevk edilmişti. Fevzi, hemen çocuğu kapıp bana getirdi ve ölecekse de senin elinde ölsün diyerek bana teslim etti. Aslında nöroloji departmanımız vardı ve hastaları direkt onlara sevk ederdim. Ancak bu adamın hatırına ilk muayenesini ve tetkiklerini yaptım. Çocuk epilepsi değil, hipoparatiroidi (kalsiyum eksikliği ile giden bir endokrin hastalık) hastası çıktı. Yani tam olarak benim konum. Bu sefer adama merak etme, bu çocuğun tedavisi için doğru yerdesin diye güvence vermeye çalışıyorum. Adamcağız bana ölürse senin elinde ölsün diye ısrar ediyor. Sus be adam, hipoparatiroidi hastası neden ölsün, kapat şom ağzını diyerek zor susturdum. Neyse ki çocuk tedaviye çok güzel yanıt verdi. Birkaç ay sonra da yaşı büyüdüğü için hastayı erişkin endokrine devir ettim.
Bütün bu süreç içerisinde adam her gelişinde beni ısrarla pide yemeye davet etti. Herkes bilir Görele’nin pidesi meşhurdur.
Trabzon’a ilk gittiğim yıllarda ne kadar sivil dernek varsa hepsine üye olmuştum, o dernek toplantısı senin, bu benim dolaşıp duruyordum. Bir hafta sonu bu derneklerden birinin bölgesel toplantısı Ordu’da yapılacaktı. Biz de Trabzon ekibi olarak büyük bir gurup olarak katılmaya karar vermiştik.
Toplantı saati bayağı erken bir saat olduğu için bir gün önceden Giresun’a gidip, bir misafirhanede kalıp, ertesi sabah zaten arada 30 dakikalık bir mesafe var, Ordu’ya gitmeye karar verdik.
Ben de madem erkenden gidiyoruz, Görele’de pide yiyelim, böylece adamcağızın da gönlü olur diye düşündüm. Arkadaşlar da uygun gördüler. Fevzi beye, yanılmıyorsam 16 kişi şu saatte gelip pide yiyeceğiz diye haber verdim.
Arkadaşlarla arabalara doluşup Görele’ye vardık. Aradığımız pideciyi bulduk. Ama Fevzi ortalıkta yok, benim hastam da dahil olmak üzere birkaç genç bizi bekliyor. Fevzi asker uğurlamaya gitmiş. Geride kalan gençler onun adına defalarca özür dilediler. Biz güzelce yedik içtik. Sonunda hesabı isteyince hesap ödendi cevabını aldık. Ne kadar ısrar ettiysem de olmaz Fevzi amca bizi öldürür diyerek bizden para almadılar. Biz de teşekkür ederek ayrıldım.
Bu gezide benim arabamda olan arkadaşlardan biri Hamiyet Özen idi. Hamiyet KTÜ mimarlıkta öğretim üyesi olan çok yıllık bir arkadaşımdır. Bana ne güzel mesleğin var. Bak adamın derdine deva olmuşsun ki bunca kişiye bu kadar ikramı yaptı dedi. Hamiyet’e ‘’adamın çocuğu benim elimde öldü’’ dedim. Hamiyet yemyeşil oldu. Nasıl yani diyor. Ne demek nasıl, basbayağı öldü dedim. Hamiyet’in bu beklenmediği bilgiden sonra kendine gelmesi bayağı zor oldu.
O gece Giresun’da Fiskobirlik misafirhanesinde kalmıştık. Gece aniden fırtına ve kar bastırdı. Dışarıda Doktor Jivago filminden sahneler onuyor sandık. O toplantıyı yapıp da nasıl geri döndüğümüzü hatırlamak bile istemiyorum. O kadar istekle eğlence beklentisiyle gittiğimiz geziden iyi anı olarak aklımda kala kala pide kaldı.