Harran’dan 53 km, Şuayb kentinden 16 km uzaklıkta şimdi Yağmurlu köyü sınırları içerisinde bulunan Soğmatar harabeleri yer almaktadır. Matar kelimesi de Arapça’da yağmur anlamına gelmektedir. Tektek Dağlarının bu bölgesi kışın oldukça fazla yağmur almadığı için köyde pek çok miktarda sarnıç ve kuyu oluşturularak ve yağmur suları yazın kullanılmak üzere hasat edilmektedir. Hz Musa’nın da burada çiftçilik yaptığına ve köydeki kuyulardan birinin onun asası tarafından açıldığına inanılmaktadır.
Köyün ortasında bulunan bir höyükte insanlık tarihine ışık tutan önemli yazıtlar bulunmaktadır. Buranın önemi ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı politeist bir inancın baş tanrısı Marelahe’nin merkezi olmasından kaynaklanır.
Şu anda köydeki okulun arkasındaki Kutsal tepede El İlah’ın adı ile başlayan Süryanice yazıtlar ve rölyefler bulunmaktadır. Bu tepede ayrıça Güneş Tanrısı Şamaş’ı temsil ettiği düşünülen bir insan heykeli ve ay tanrısı Sin’i temsil eden bir kabartma da vardır.
Soğmatar’da kutsal tepeye yönelik duran 7 adet tapınak bulunmaktadır. Bunlar Satrün, Şamaş (Güneş), Jüpiter, Sin (Ay),Venüs, Merkür ve Mars tapınaklarıdır.
Soğmatarlı Paganların daha sonra monoteist Sabiilerin dinini benimsedikleri bilinmektedir. Ancak Sabiilerin de gök bilimcilik ve astronomi ile ilgileri kaybolmamıştır.
Sabiiler yukarıda sayılan her bir gök cismine bir gün ayırır ve o gün ona ibadet ederlermiş. Yedi gök cismi bitince tekrar baştan başlanır ve bu döngü devam edermiş. Aslında zaman birimi olarak ‘’7 günlü hafta’’ biriminin kullanılması da tamamen bu inanca dayanmaktadır. Hatta bir çok dilde hala gün isimleri gezegen isimleri ile anılır.
Sabiilik dini yeryüzünden hemen hemen silinmiş olmasına karşılık insanlık kültürü üzerindeki etkileri günümüzde de derin bir şekilde sürmektedir. Bu etkiler semavi dinlerde, inanç ve ibadet sistemlerinde olduğu kadar, astroloji, tarot, falcılık gibi okült alanlarda da yer almaktadır.
Uzun bir zamandan beri gitmeyi düşündüğüm halde, araya bir sürü engel girdi, sonunda belki de hiç gidemeyeceğim demeye başlamıştım ki, en nihayet 2015 yılının Mart ayında umre’ye gitmeyi başardım. Ben umreye ya da hacca gitme planımdan söz edince pek çok arkadaşımın çok hevesli olduğunu görüp, hadi birlikte gidelim diyorduk, ama bir türlü arkadaşlarla birlikte hareket etmek mümkün olamadı, sonunda kimseye angaje olmadan, ‘’Gündönümü turizm’’ isimli yerel bir şirkete baş vurdum. Çünkü ben oldukça iyi bir gezginim, artık ölünce bana dünyanın her yerini gezdin de neden kutsal topraklara gitmedin diye hesap sorulacak diye kendimle dalga geçmeye başlamıştım.
Tipik bir yay burcu olduğumdan gezmeyi pek severim. Genellikle gidip gördüğüm ülkelerin en çok tarihi ve kültürü beni etkiler, ancak İzlanda farklı. Bu güne kadar görüp de her şeyden çok coğrafyasından etkilendiğim ilk ülke oldu. İzlanda adaları Jeolojik olarak oldukça yeni bir kara parçaları ve oluşma aşamaları günümüzde de devam ediyor. Bütün ada adeta yer yüzü oluşum aşamalarını gösteren jeolojik bir laboratuvar ya da ‘’Show Room’’ gibi. Bu oluşum sürecini meydana getiren doğal güçleri, aklımın erdiği kadar anlatmaya çalışacağım.
Hani bazı insanlar vardır. Kısa sürede kaybetmişsinizdir ya da zaten çok yakın olmamışsınızdır, ama bir şekilde bir ışık katmıştırlar hayatınıza. Merih tam da bu türden bir arkadaştı. Elazığ’a gittiğimde ilk tanıştığım kişilerden biri idi. Göz ihtisası yapıyordu, çok ilginç bir insandı.
Uzun boyu, zayıf bir bedeni, şeffaf yeşil pörtek gözleri, tepesi tamamen kel başı, kulaktan kulağa ensesinden aşağı epeyce uzattığı sarı saç tutamları ve renault marka arabasının bagajında her an her yerde mangal yapabilecek malzemesi olan bir tipti. En önemli özelliği ise hemen hemen hiç konuşmaması idi. Bütün olarak bakıldığında dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir uzaylı gibiydi. Her nedense beni çok severdi, ben de onu çok sevmiştim. Gayet güzel arkadaşlık ederdik hatta sohbet bile ederdik.
Bir pazar sabahı gazete almak için şehre doğru yürürken, Merih arabası ile yanımda durdu ve nereye gittiğimi sordu. Kendi Diyarbakır’a gidiyormuş hadi sen de gel deyince ben de onunla birlikte gittim. Hazar gölünü geçtikten sonra yol bir müddet Dicle nehrinin kenarından gidiyor, hatta birkaç kez köprü ile bir sağına bir soluna geçiyor. Bu köprülerden birini geçince ‘’Merih benim kafam karıştı, şimdi sence biz neredeyiz. Yani Mezopotamyanın içinde miyiz yoksa dışına mı çıktık?’’ diye sordum. Ben aslında iki nehrin arasında mıyız diye sormaya çalışmıştım, ama her nedense bu sorum Merih’i saatlerce güldürmüştü. Gün boyunca Mezopotamya deyip deyip kahkahalar attı.
O sıralar Sevda isminde bir ev arkadaşım vardı, dönünce ona bu olayı anlattım. ‘’Ayşenur abla ben Merih’le 8 ay aynı odada çalıştım, sesini duymadım, sen şimdi bana Merih’in saatlerce kahkaha attığını mı söylüyorsun’’ diye hayretler içinde kaldı.
Birkaç ay sonra Sevda TUS sınavını kazanınca akşam evde yemek hazırladık, bir şişe de ‘’Buzbağ’’ açtık, kutlama yapıyoruz. O sırada eve bir telefon geldi. Arayan Sevda’nın bir arkadaşı idi, teyzesi ile içki içiyorlarmış bizi de davet etti. Ben arkadaşını tanımıyorum ya Sevda da biz zaten içiyoruz diye daveti reddetti. Fakat aradan 15-20 dakika geçince zil çaldı. Yarı sarhoş iki kadın ellerinde bir şişe votka ile bari birlikte içelim diye eve daldılar.
Şimdi vaziyet şu ben ev sahibiyim gelen iki kadını da tanımıyorum, Sevda da sadece birini tanıyor. Eh klasik Türk misafirperverliği, mecbur buyur ettik kadınları. Ama çok kısa bir sürede bin pişman olduk, çünkü zaten geldiklerinde sarhoştular, ellerindeki votkayı lıkır lıkır içtiler, yetmedi bir de bizim şarabı içtiler. Bu arada biz tokuz diyorlar ama masamızdan da sürekli bir şeyler otlanıyorlar.
Sevdanın arkadaşı olan kız bööğğ diye salonun ortasına kusmasın mı? Teyze olacak yaratık hiç telaş göstermediği gibi bir de ‘’Tabi içki karıştırınca olur böyle şeyler, bana kimse anlayış göstermedi, ben anlayışlıyım, kus kızım’’ diye kızı teşvik ediyor. Hayır bir şey değil teyze ‘’kus evladım’’ dedikçe yeğen de teyzesini mi kırsın gark deyip orta yere bir mide dolusu kusmuk daha fırlatıyor. Bir insan midesi ne büyüklüktedir? Bir insan bir saatte ne kadar kusmuk üretebilir? Bütün tıp bilgilerime, fizik kurallarına aykırı bir şekilde bütün salon, balkon, banyo battı. Zavallı Sevda bu belayı benim başıma getirdiği için çok mahcup elinde kova ve bezle ortada dört dönüyor. Ama temizlemeye yetişmesi ne mümkün?
Ayrıca hiç gitmeye de niyetleri yok. Ben ‘’size taksi çağırayım yeğeniniz fena oldu evde yatsın’’ filan dedikçe, teyze olan ‘’hayıııır, taksici Elazığ gibi yerde, gecenin bu saatinde bizi sarhoş görünce neler yapmaz. Biz bu gece burada kalalım’’ diyor. Eh haklı, ben de şoför olsam bunlara neler yaparım. Evlerinin yakın olduğunu öğrendim ‘’hadi biz sizi yürüyerek götürelim, hem açık hava size iyi gelir ‘’ diyorum. Teyze ‘’olmaaaazz, yollarda bizi gören olur. Biz burada kalalım’’ diyor. Eyvah ki eyvah. Bunlardan kurtuluş yok mu? Hayır evden de geçtim. Elazığ’da adım evinde içki alemleri yapıyor diye çıksa yandım demektir.
Birden aklıma dahiyane bir fikir geldi. Nasılsa kimse ile konuşmuyor, kimse duymadan bu beladan bizi ancak Merih kurtarır diye düşündüm. Ama Merih bekar lojmanında hastaneden 5-6 kişi ile kalıyor, onlara da belli etmemek lazım. Ayrıca o zaman cep telefonu filan yok ben salonda kadınların yanında konuşuyorum, onun da en az 5-6 kişinin arasında benimle konuştuğunu biliyorum. Ajan filmi çevirir gibi kısık bir sesle ‘’Merih beni sessizce dinle, sakın kimseye bir şey çaktırma, hemen arabana atla, bize gel, ama çabuk gel lütfen ‘’ dedim. Zavallı çocuk 2 dakika sonra koşarak merdivenlerimi çıkıyordu. Beni görünce telaşla ‘’ ne oldu ‘’ diye sordu. ‘’Sus, sakın hiçbir şey sorma, yalnız bu kadınları arabana atıp evlerine götüreceğiz’’ dedim.
Sevda, Merih ve ben kadınları resmen sırtlayıp arabaya attık. Teyze olacak kadın 200 metrelik yolda Merih’e resmen sarktı. Merih ‘’ bunlar kim, nerden buldunuz bunları’’ der gibi bakıyor, fakat sorma dedim ya sesi çıkmıyor. Vallahi kim olduklarını, bizden ne istediklerini bilsem söyleyeceğim. Allahtan Sevda arkadaşının evini biliyordu. Araba ile apartmana kadar gittik, kadınları yaka paça üst kata kadar çıkarttık ve kütük gibi kapıya yasladık. Zili çaldık ve koşarak oradan uzaklaştık.
Bu kadınları bir daha hiç görmedim.
Eve dönünce Sevda epeyce temizlik yaptı.
Merih gerçekten de bu konu ile ilgili ne benimle ne de başkası ile hiç konuşmadı. Ben Elazığ’dan ayrıldıktan sonra Merih’ten de hiç haber almadım. Arada bir aklıma düşer, nerede olduğunu merak ederim.
Ahmet Yesevi türbesi Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunur. Büyük Timur İmparatorluğu döneminde, 1389 yılında bizzat Timur tarafından yaptırılmıştır. Daha sonra doğal nedenlerle meydana gelen tahribat Türküye Cumhuriyeti tarafından onarılmış olup, 2002 yılında da UNESCO tarafından ‘’dünya tarihi eseri’’ olarak tescillenmiştir. Hoca Ahmet Yesevi 1093-1166 yıllarında yaşamış, hayatının çoğunu türbesinin olduğu Yesi eyaletinde geçirmiş bir şairdir. Ahmet Yesevi’nin aslen şaman kökenli hocaları sayesinde İslamiyeti Türklerin anlayıp kabul edebileceği bir şekilde sunmuş ve Türkler arasında İslamiyetin yayılıp benimsenmesinde öncülük yapmıştır. Şu anda da Balkanlardan Orta Asya’ya Türkçe konuşulan ülkelerde çok saygı gören bir mutasavvıftır.
Timur büyük üstada olan saygısından onun için yaptırmaya başladığı türbeyi bitiremeden ölmüş ve türbe yapımı da bundan sonra durdurulmuştur. Bu türbedeki kubbe Orta Asya’daki en büyük kubbedir. Şu andaki yenilenmiş hali de elbette tamamlanmadan bırakılmıştır. Böylece eserin bir cephesinde çinilerle kaplı muhteşem bir yapı görürken diğer cepheden bakışta dış kaplamasız, mimari ögeler görülmektedir. Bence bu hali ile mimarların daha da çok ilgisini hak etmektedir.
Aslan Bab (baba) Ahmet Yesevi’nin ilk hocalarından biridir. Türbesi Türkistan kentinin Otrar yakınlarında bulunmaktadır. Aslan Bab başlangıçta şaman geleneğinden yetişmiş olduğu halde sonrada İmam Rıza’nın öğrencisi olup İslamiyeti kabul etmiş ve Ahmet Yesevi’nin manevi yükselişinde çok önemli katkılarda bulunmuştur. Türbesinde bulunan diğer mezarlarda Karga Bab gibi çeşitli hayvan isimlerine sahip olduğundan şaman kökenli oldukları anlaşılan, diğer ulu zatlar da bulunmaktadır. Şu anda bu türbe de halk tarafından oldukça saygı görüp, ziyaret edilmektedir. Önümüzdeki 2016 yılı UNESCO tarafından Ahmey Yesevi yılı olarak ilan edilmiştir.
Nakşi tarikatının kurucusu Bahaddin Nakşibendi’nin türbesi ise Özbekistan’ın Buhara kentindedir. Nakşibendi’nin da İmam Cafer Sadık ile irtibatı mevcuttur. Bu gün muhteşem bir külliyede bulunan türbesinin tamiratı da Türkiye Cumhuriyeti tarafından üstlenilmiştir. On beşinci yüzyıldaki Nakşibendiliğin şimdiki Nakşibendilikten çok farklı olduğu sadece en yüksek ruhu anlatan kıl tutamlı totemi andırır flemadan ve Hacı Bektaşi Velinin makamındaki delikli taşı andırır şekilde delikli bir ağaçtan anlaşılabilmektedir. Anlaşılan o dönemlerde Türklere İslamiyeti kabul ettirebilmek için içinde şamanik ögeler bulunmalı imiş.
Bütün bu türbeleri gezdim. Orta Asya ülkelerindeki soydaşlarımızın İslamiyeti yorumlayışları ile Anadolu Alevilerinin islamiyeti yorumlayışı arasındaki inanılmaz benzerlikler son derece dikkat çekici. Örneğin Nakşibendi türbesinin bahçesinde oldukça yaşlı ve garip şekilli bir ağaç var. Bu ağacın Bahaddin Nakşibendi’nin asasını sapladığı yerde asanın yeşermesi sonucunda meydana geldiği düşünülüyor. Halk akın akın bu ağacın dallarının arasındaki bir delikten geçiyor ve ellerini ağaca sürüyor. Bu ritüel ile günahlarından arınacağını düşünüyorlar. Bu olay aynen Hacı Bektaşi Veli’nin makamındaki delikli taştan insanların geçmesine benziyor. Bu delikten geçen insanların annesinden yeni doğmuş gibi günahsız hale geldiğine inanılıyor. Her iki makamda da bulundum. Ağacın meydana getirdiği delikten geçen Özbek’lerle, kayanın deliğinden geçen Anadolu insanının ne hareketlerinde ne de bu harekete atfettikleri değerde hiçbir fark göremedim. Hepsinin yüzlerinde aynı inanç ve huşu vardı.
Hemen hemen bütün Türkiye’yi ve dünyanın bir çok yerini gezdim. Fena bir gezgin sayılmam yani, ama bazı geziler başlı başına birer maceradır. En unutulmaz gezilerimin başında ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yaptığım pek çok geziden biri gelir.
Eylül 2004’de Malatya’da yapılan Ulusal Pediatrik Endokrinoloji Kongresini bahane ederek birkaç arkadaşımla birlikte gittiğimiz gezinin her bir saatinde ayrı bir macera yaşamıştık.