Sıcaktı
Sıcak
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak
Sıcaktı
Sıcak (Şeyh Bedrettin destanından)
Bu yıl Haziran ayının birinde Afrika’dan kalkan bir hava dalgası geldi ve çöl sıcaklarını yorgan gibi üzerimize serdi. Belalı yorganın altında hareketsiz ve nefessiz önümüzdeki yaz günlerinden korkarak beklemedeyiz. Bu kadar sıcağı bünye kaldırmıyor. Sayısız dünya yılı içerisinde tutup da nasıl bir dönemde dünyayı ziyarete geldiğim konusu ise benim için iyice içinden çıkılmaz bir muammaya dönüştü. Dünyada çöplerden yeni bir kıta oluştu, denizin üzeri salya sümük kaplandı (müsilaj), bir virüs dünyayı kırdı geçirdi, kuraklık, iklim krizi, terör artık açıkça devletler eliyle yapılıyor… Üstelik bunlar sadece son 10 yılda yaşananlar…
Kısaca varoluşsal sancılar içerisindeyim.
Bu yıl bir türlü adapte olup da kendimi bahçe işlerine gark edemedim, ama bu arada hayat devam ediyor elbette. Ne hikmetse peş peşe hayatımdaki üniversitelerle ilgili seri olaylar yaşadım.
Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca ÇÖMÜ’nün Bilimsel Çalışmalar Etik Kurulunda üye idim. Bu iş bana maddi bir kazanç sağlamıyor, sırf genç bir üniversiteye katkı vermek için bu işi kabul ettim. Önce Etik Kurul oluşturmak için yeni bir takım kurallar getirildi, bizim kurul bu şartları sağlayamadığı için yılbaşından itibaren görevimiz sona erdi. Fakat sonra yeniden (bazı çalışma şekillerine cevap verme yetkisi kısıtlanmış) bir etik kurul daha oluşturuldu. Kurul üyelerini sevdiğim ve nasıl olsa beni zorlayan bir görev olmadığı için sosyal sorumluluk gibi devam ediyordum. Ama bu üniversitede yıllardan beri devam edegelen garip bir beceriksizlik, iş bilmezlik var. Kurula dışarıdan üye olduğum için bana elektronik imza krizi çıktı. Ben de kuruldan ayrıldım. Burada birçok defalar fark ettiğim ve ne yazık ki günceli yakalamayı zorlaştıran nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir tutum hâkim.
Hem Fırat Üniversitesinden hem de KTÜ’den yaşadığım tecrübelere dayanarak kolayca söyleyebileceğim bir gerçek var. Üniversitelerin şehir halkına açık pencereleri tıp fakültelerinin hastaneleridir. Belli nüfusun altındaki şehirlerde bir üniversitenin, halk tarafından o şehrin bir değeri olarak tanınması için her şeyden evvel tıp fakültesi hastanesinin güven vermesi gerekir. Bu güveni ölçmek için de çok net kriterler var; hasta sahibinin isteği ile diğer hastanelerden üniversite hastanesine sevk yapılıyor mu, şehirde yaşayan hekimler kendileri ya da yakınları için üniversite hastanesine güveniyor mu? İşte bu kriterlere bakarak ÇÖMÜ için geleceğe dair umudu kesmemek lazım diyebiliyorum sadece şimdilik. Bu kafayla giderlerse zor ama imkânsız değil elbette.
Üniversite deyince; biraz da kişisel takılayım. Geçen ay fakülteye girişimizin ellinci yılını kutlamak için Hacettepe’de bir sınıf toplantısı yaptık. Evet sayılar artık akıl alır sınırları geçti sanki, gerçekten de tam yarım asırlık arkadaşlarla, yarım asır önce birlikte zaman geçirdiğimiz amfilerde, koridorlarda, yemek salonlarında zaman geçirdik. Biz nasıl oluyorsa gençliğimizde (hatta çocuk yaşımızda) birbirimizi yerken ( gerçekten kan gövdeyi götürürdü) mezun olduktan sonra en yakın kan kardeşi filan gibi bir şeyler olduk, artık hepimizin gönlünde sınıf arkadaşlarının ayrı bir yeri var. Tam da 18 Mayıs günü buluştuk, önce Anıtkabir ziyareti gerçekleştirdik, bayram öncesi olduğundan mahşeri kalabalık ve sıcak güneş altında başlayan 24 saati çocuklar gibi şen geçirdik. Çocukluğumuza döndük diyeceğim de dilim varmıyor, çünkü biz çocukken, çocuk değildik. Belki de sırf bu nedenle bir araya gelince çocuk gibi kuduruyoruz.
Gariptir, sadece Hacettepe’deki arkadaşlardan değil, Fırat Üniversitesi ve KTÜ’deki arkadaşlarla da telefonda da olsa oldukça uzun zaman geçirdim. Normalde yıllardan beridir bu kadar çok fakülte anısı yad etmem gerekmiyor, ama son haftalarda neredeyse anılar tünelindeydim, tabii şaşırtıcı olmayarak hepsi de üniversitelerle ilgili, hayat özetim üniversiteler sanki. Zaten hala üniversite hayatım devam ediyor. Salgın zamanında, kafamı meşgul tutmak için, Anadolu Üniversitesinin ikinci üniversite programlarından (ilkinin diploması ile sınavsız giriliyor, açık öğrenimle okunuyor) 2 yıllık bir okul bitirmiştim. Kültürel Miras ve Turizm okumuştum.
Aynı anda yurt arkadaşım Olcay da Fotoğraf bölümüne girmişti. Ben artık salgın bitti diye yeni bir okula daha yazılmamıştım, ama Olcay’ın çok hoşuna gitti ki, bu sefer Gastronomi okumaya başladı. İlginç olarak ben Fakültede oldukça çalışkan bir öğrenciydim, Olcay da en az tıp fakültesi kadar ağır olan diş hekimliğinde okuyordu, ama ben başımı derslerden kaldıramazken onun pek çalıştığını görmezdim. Zaten o zamanlardaki olaylardan sene bile kaybetti. Açık öğrenim okurken işler tersine döndü, ben sadece yeni bir şeyler okumaya ve geçer not almaya odaklıyken, benim kız sınavlar özel olarak hazırlandı, her dönem onur öğrencisi olacak kadar yüksek notlar aldı. Bu işte bir terslik var gibi ama neyse artık.
Bir yıl aradan sonra ben de bu sefer 4 yıllık Türk Dili ve edebiyatı bölümünde okumaya kalkıştım. Sermin ( kendisi okuduğu için) çok zor diyerek, beni vaz geçirmek için elinden geleni yaptı, dinlemedim. Çünkü sadece Türkçe gramer bilgisi değil, Osmanlıca, Orhon Türkçesi, Uygur Türkçesi gibi dersler var.
Sonuç; şu anda birinci yılımı bitirdim. Ama itiraf ediyorum sınavdan çıkınca ya bazı derslerden kalacağım, böylece hayatım da ilk kez ikmale kalmış olacağım ya da hayatım da ilk kez kendimi tatmin edecek derecede bilmeden bir dersten geçmiş olacağım diye düşündüm. Ve hayatımda ilk defa bilmeden geçtim. Bu da bir tecrübe.
Ellerine, kalemine sağlık kardeşim. Sevgiler..
Ellerine, kalemine sağlık kardeşim. Sevgiler…