Category Archives: Genel

SONBAHAR BURALARDA ZEYTİN ZAMANI, ZEYTİN NEDİR NE DEĞİLDİR? ZEYTİNE DAİR BİR KAÇ BİLGİ

Kasım ayında doğa çok güzel, yapraklar önce yavaşça sarı, sonra  turuncu ve kırmızının birçok tonunu göstere göstere dökülüyor. Gök bulutlarını kuşandığı için daha gösterişli ve daha ürkütücü bir hal aldı. Deniz ise dalgalara büründü.

Bu görsel şölen birkaç hafta sonra yerini karakışa bırakacak.

Sonbahar burada çiftçiler için çok çalışma vakti. Çünkü kışlık sebzeler dikiliyor, sonbahar meyveleri toplanıyor, tarlalar sürülüp, havalanmaya bırakılıyor, ağaçlar ilaçlanıyor, daha birçok şey yapılıyor. Mesela zeytinler toplanıyor, büyük bir kısmı yağ için sıkıma götürülüyor, bir kısmı yemeklik kuruluyor.

Bu yıl hem ayva hem de nar çok güzel ve bol, kavaklar da yapraklarını aşağıdan itibaren dökmeye başladılar. Ben ‘kocakarı’ bu yıl kışın ağır geçeceğine kanaat ettim.

Zeytin hakkında öğrendiklerimin bazılarını yazmak istedim.

Zeytin ağaçları eğer iyi verim almak istiyorsanız bakım gerektiriyor.

Zeytinden verim alabilmenin olmazsa olmazı, Mart ayında oldukça derinden güzelce budamak lazım. Eğer budamayı düzgün yapmazsan verim filan beklemeyin, çünkü budayarak ağacı meyve vermeye mecbur bırakıyorsunuz. Geçen yıl Gaziantep’te konuştuğum biri onların ağaçların bir yıl sol diğer yıl sağ taraftaki dallarını tamamen gövdeden budadıklarını söyledi. Böylece her yıl bir tarafın dalları uzarken, diğer taraftan zeytin toplamak mümkün oluyormuş ve her yıl eşit miktarda zeytin topluyorlarmış. Bizim bölgede bu usul bilinmiyor, budama her yıl bütün ağaca, gerekli görülen dallara yapılıyor.

Bu usule göre bir yıl zeytinin var yılı diğer yıl yok yılı oluyor.

Bakımın ikinci şartı ilaçlama; Kasım, Mart ve çiçek zamanı olmak üzere 2/3 kere ilaçlama yapılıyor. Biz doğal ilaçları tercih ettiğimiz için, Kasım ve Mart ilaçlamaları bakır sülfat (göz taşı, bordo bulamacı) ve gülleci bulamacı (yanık kireç) ile, çiçeklenme zamanı ise bor ile ilaçlıyoruz.

Bir başka şart ise ağaç altlarının kazılması, bu işlem genellikle sonbaharda yapılıyor. Kazma işini ise kökleri zedelememek için ağaca çok yakın değil, gölgesinin dışından yapmak gerekiyor.

Zeytin fazla su istemiyor, hatta çok sulanırsa dökülüyor. En çok temmuz, ağustos ve bir de toplamadan 15 gün önce olmak üzere yılda 3 kez sulanıyor. Büyük ağaçlar daha da az sulanıyor, hatta yılda sadece bir kez su veriliyor.

Zeytinin toplama işlemi ise istediğiniz yağ kalitesine göre erken hasat yapılabilir. Zeytin ne kadar kararırsa yağı o kadar fazla oluyor, ancak erken hasat yağın kalitesi çok daha yüksek. Bizim bölgede Kasım başında meyveler kararmaya başlayınca  toplanıyor.

Çanakkale bölgesi iki çok önemli zeytin bölgesinin arasında kalıyor. Güney tarafında Ayvalık var, ki zeytinyağı mükemmeldir. Öte yandan sofra zeytinin en güzel olduğu Gemlik bölgesine de yakınız. Bizim köylerde zeytinin çoğu sıkılıyor, aynı zamanda herkes kendi yiyeceği zeytini de kendi kuruyor.

Toplama işi oldukça zahmetli, ancak çok da zevkli. Önce ağaçların altları otlardan temizleniyor. Çünkü toplamak için önce yere kocaman yaygılar seriliyor, zeminin düzgün olması lazım. Daha sonra dallar tek tek elle tutulup, özel taraklarla sıvazlanarak zeytinler yere bu yaygının üzerine dökülüyor. Üst dallar için toprak üzerinde daha dengeli durması için A şeklinde özel yapım zeytin iskeleleri var. Çok ağacı olanlar ise genellikle elle toplamıyorlar, traktöre takılan bir ağaç sallama aparatı var, onunla ağaçları silkeleyerek topluyorlar.

Sonra bir kısım zeytin yemeklik ayrılıyor, büyük bir kısmı ise sıkıma götürülüyor. Bu mevsimde sıkım fabrikaları 7/24 açık. Eğer götürdüğünüz zeytin 100 kg’dan azsa hemen 1/8 oranında yağ alıp dönüyorsunuz, daha fazlaysa yağınızı almak için sıraya giriyorsunuz. Galiba makineler bir seferde birkaç yüz kilo  zeytin alıyor, eğer bu miktardan fazla zeytin verdiyseniz kendi zeytininizin yağını alıyorsunuz, daha az verdiyseniz diğer az zeytin veren kişilerle aynı seferde sıkılmış bir yağ alıyorsunuz.

Yağ bir hayli yeşil ve henüz yerleşmemiş olduğundan en az 2 ay bekletip kullanmakta fayda var, çünkü altına kahverengi bir pıhtı ‘ana’ birikiyor.

Kendi eviniz için zeytin kurmak istiyorsanız, önce zeytinleri olgunlaşma seviyelerine göre, siyah, pembe ve yeşil olmak üzere 3 ayrı gurup halinde seçiyorsunuz.

Zeytinleri renklerine göre ayırdıktan sonra 5 litrelik su şişelerine ya da aynı miktarda zeytin alan plastik bidonlara ağız kısmı biraz boş kalacak şekilde dolduruyorsunuz. Eğer bidon içine koyarsanız, zeytinleri bastıracak plastik bir süzgeç var, onu da üst kısma yerleştirmek gerekiyor.

Siyah zeytinler oldukları gibi bidona koyulup üzerine bir çay bardağı iri tuz ve bir çay bardağı ay çiçek yağı koyularak ışık ve hava almayacak şekilde 2 ay bekletiliyor. Bu bekleme süresinde 3,4 günde bir bidon yuvarlanarak tuzun her zeytine ulaşması sağlanıyor. İki ay sonunda sulanmış olan zeytinin siyah suları boşaltılıyor. Bir gün boyunca bir tepsi içinde açık havada kurumaya bırakılıyor. Bu şekilde yapılınca sele zeytini gibi buruşuyorlar. Bundan sonra sofra için isteğinize göre suda bekletip tuzunu azaltarak, ya da eğer sizin için tuzu uygunsa sadece istediğiniz şekilde çeşnilendirerek yiyorsunuz. Burada ön önemli şeylerden biri zeytine zeytin yağı sadece bu aşamada koyuluyor, uzun süre kendi yağında kalan zeytin yumuşarmış, ayrıca kullanılan ay çiçek yağı da zeytine parlaklık veriyormuş, istenmezse hiç kullanılmayabilir.

Yarı olgunlaşmış yani pembe renkli zeytinle bıçakla 2 yerinden çizilerek aynı şekilde bidona koyuluyor. Yine 1 çay bardağı iri tuz, bir çay kaşığı limon tuzu koyulup, bu kez bidonun boğazına kadar içme suyu dolduruluyor. Bu şekilde kurulan zeytinin suyun altında kalması önemli, yani zeytinleri suya batıracak plastik süzgeci kullanmak gerekli. Bu şekilde kurulan zeytin de hava ve ışık almayacak şekilde 2/ 3 ay bekletiliyor. Zeytinin acısı çıkınca istendiği şekilde zeytinyağı, limon ile lezzetlendirilerek yeniliyor.

Yeşil zeytinler ise taş ile kırılarak suya koyuluyor. Trabzon’da bu şekilde kurulan zeytine zaguda denir. Kırma zeytin içine sudan başka bir şey koyulmaz, 4/5 hafta boyunca acısı çıkana kadar birkaç günde bir suyu değiştirilir. Bundan sonra bozulmaması için yine bir bidon (5lt) zeytine 1 çay bardağı iri tuz koyulur.

Hem kırma hem de çizme zeytinler, tüketilirken tuzlu, yağlı su içerisinde bekletilir. Bozulmaması için bidonlara 1 çay kaşığı kadar limon tuzu koyulabilir.

Zeytin aslında Akdeniz bölgesinin ağacıdır. Zeytinin klasik yetişme coğrafyasına bakarak, Roma İmparatorluğunun sınırlarını çizmek mümkündür. Çünkü bu dönemde özellikle aydınlatma için kullanılmış, ticari değeri yüksek bir bitkidir. Dünyada insan eliyle monokültürleiştirmenin ilk örneklerinden biridir. Son dönemlerde zeytinyağının önemi anlaşıldıkça dünyanın pek çok bölgesinde de yetiştirilmeye başlanmıştır.

Zeytin, Akdeniz ve çevresinde  o denli önemli bir kültür ögesidir ki, semavi dinlerde de zeytine oldukça önemli atıflarda bulunulur. Örnek; İsa peygamberin son yemeği zeytin bahçesindedir, Kuranı Kerimde Zeytin Suresi vardır. Yani zeytin Yahudi ağacı değildir, insanlığın, ortak değerlerin ağacıdır.

Uygarlığın başladığı bölgelerden biri olan Akdeniz bölgesi, Helen Uygarlığı aracılığıyla bütün Avrupa ve Yeni dünyaya uygarlık ihraç etmiştir. Şimdi de kadim zeytin ağacı aracılığı ile Akdeniz uygarlığı dünyaya ilham vermeye devam ediyor.

Bir hekim, bir metabolizmacı olarak zeytinin bir meyve, zeytinyağının da aslında bir çeşit meyve suyu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. İçerisindeki tekli ve çoklu doymamış yağ asitleri, E vitamini ve bir çok çeşit biyokimyasal madde sayesinde antioksidan özelliği fazla, kalp koruyucu bir yağ olduğu bir çok bilimsel gözlem ve deneyle kanıtlanmıştır.

Trabzon’da ve Rize’de de bahçemizde tek zeytin ağaçları mevcuttu, ancak Çanakkale’ye gelince birkaç ağacı olan bir bahçe aldım, birkaç ağaç da kendim diktim. Şimdilik öğreniyorum.

Bu arada İzmir Foça’da bir köye yerleşen arkadaşlarım Özen ve Haluk Uluutku çiftine zeytin ağaçlarından birine benim adımı verme nezaketi gösterdikleri için teşekkür ederim. Üstelik benim ağacım ‘delice’ imiş, yani yaban ağacı, yani dünya mirası, yani bir biyolojik hazine. Ağaca adımı vermelerine çok sevindim, bir deliceye benim adımı münasip görmelerine daha da çok sevindim.

Sonbahar

GINDIRLANMAYA DEVAM, DÜZÜMÜZE ÜÇ DÖNÜM ÇAY GELDİ DE ACABA YANINDA İSKELETLER DE Mİ MİSAFİR GELDİLER?

Gındırlanıp gidiyk (yuvarlanıp gidiyoruz) dedim ya, her türlü yuvarlanmaya devam.

Geçen haftalarda içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. Hasta bir arkadaşım var, ona yordum. Evde, bozulan, tamire çalıştıkça iyice iptal olan aletler, ilerlemeyen işlerimiz var, onlara yordum. İzmir depremini biz de bir hayli hissettik, üzüldük, sarsıldık, ona yordum. Yolcum var gelecek, ona yordum.

Ama hayır, ne yaptıysam içimdeki baskı gitmedi. Kendimi kasmaktan sırtım, belim boylu boyunca tutuldu. Ben hala bir felaket beklentisi içindeydim. Derken, Pazar’daki çaylıklardan birinde heyelan oldu, haberini aldık. Demek ki, sıkıntımın sebebi buymuş, can kaybı olmadığını öğrenince huzura kavuştum.

Çanakkale’de yaşama kararı aldığımızda, bölgenin birinci derece deprem bölgesi olması nedeniyle acaba deprem açısından düşük riskli bölgeden yüksek riskliye göçmek doğru mu diye tartışıp, yaşamakta olduğumuz bölgenin sel bölgesi olduğunu yani doğal afetlerden kaçış olmadığını düşünmüş ve depreme dayanıklı bir ev yaptırma koşulu ile göç etmeye karar vermiştik.

Gerçekten de depreme dayanıklı bir inşaat yaptırdık. Ancak elbette buraya geldiğimiz günden beri hiç alışık olmadığımız kadar sık deprem sarsıntısı hissettik. Çanakkale ve Balıkesir’de bize 100 km’den daha yakın birkaç deprem oldu. Gene de, bizim evde hiç biri geçen İzmir depremi kadar şiddetli hissedilmedi. Hatta evin içinde buzdolabı birkaç santim yürüdü. Bu da bize uyarı oldu, şimdi buzdolabını da duvara sabitleyeceğiz. Demek ki inşaatı yaparken gösterdiğimiz özeni eşyaları yerleştirirken gösterememişiz.

Karadeniz’de yaşarken sellere alışıktık, çocukluğumun yazları Yıldızlı köyünde geçti, bu köy bir heyelan sonrası gelişen Sera gölüne çok yakındır. Dahası, Giresun’dan Trabzon’a kadar bütün derelerin taştığı, köprülerin yıkılıp, dağların eriyerek denize karıştığı, 1990 yılındaki büyük selde Trabzon’daydım.

Bunun dışında her yıl dere yataklarının inşaatlarla, derelerin denize kavuşum noktalarının sahil yolu ile tıkandığı bölgeden en az bir önemli sel haberi gelir. Maçka, Çatak’ta atmıştan fazla kişinin öldüğü heyelan olmuştu. Yolda heyelan tehlikesi var diye otobüsler beklemeye alınmıştı, yolcular kır kahvesinde beklerken toprağa gömülmüşlerdi. İşte o heyelan olmadan birkaç saat önce ben de o yoldan geçtim, gerçekten yollarda bir çok mini heyelan vardı (Trabzon/Elazığ yolu üzerinde).

Sermin yıllarca Pazar’da yaşayıp, Rize’de çalıştı. O işte ya da evdeyken yolda heyelan olup da bulunduğu yerde mahsur kalması artık alıştığımız olaylardı. Hatta bir sene yaşadığımız evin karşısındaki evin içine heyelan toprağı girerek komşuların ölümüne sebep oldu. Bizimkiler, bu olaydan sonra yıllarca kış aylarında büyük evde oturmadılar. Yani sel sularının sebep olduğu heyelanlar hayatımızın bir parçası oldu diyebilirim.

Karadeniz’de çocukluğumda da sel olurdu, ancak yanlış yapılaşma, su yollarını tıkayan yol inşaatları ve erezyon sebebiyle sel ve heyelan son yıllarda, neredeyse gündelik hayatın bir parçası haline geldi.

Sel deyince insanların aklına masum bir su birikintisi gelebiliyor, ama işin gerçeği öyle değil, toprak suya doyunca sıvılaşıyor ve artık ortalığa akan su değil, çamur. Hatta bütün bir arazi parçası.

İşte bizim düzlerde de bu tür bir heyelan oldu. Düz kelimesi garip gelmesin ve bilindik anlamda bir ova olarak da düşünülmesin. Bizim oralarda dağlar denizden birden bire fışkırdığı için ev yapacak kadar düzlük alan bile yoktur. Bizim ‘düz’ dediğimiz çaylığımız da sanırım en az 25/30 derece yer yer daha da dik eğimi olan, tepe ile dere arasındaki bir arazidir.

Bizim arazi ile dere yatağı arasında, Karadeniz’e akan her derede olduğu gibi, yukarı köylere çıkan bir asfalt yol var. Ayrıca yine her dere gibi, yolunu tıkayan inşaatlar, sel yatağını hiç düşünmeden inşa edilmiş köprüler ve hatta tam deniz çıkışını tıkayan dev bir cami var.

Karadeniz derelerinin her biri tek bir su yatağından oluşmaz, bir sürü derenin oluşturduğu bir su havzasıdır. Yağmur çok bol olduğundan, derenin etrafı çoğu yerde dik yamaçlarla belirlenmiştir. Ancak gür bir yağmurda ortaya çıkan bir çok tali derecik de bu sisteme dahildir.

Bahsettiğim arazinin önünde dereye komşu yol, arkasında yüksekçe bir tepe ve bir kenarı boyunca da dereye ulaşan bir su kanalı, diğer kenar boyunca yukarıdaki evlere giden bir tali yol vardır. Bu yola yakın bir noktada da ‘yarıcı’ evimiz var.

Karadeniz’de yarıcılık sistemi vardır, mülküne bir aile oturtursun, onlar toprağı ekip biçer (çay yapar), mal ve masraflar senden, emek yarıcıdan, çaydan gelen para yarı yarıya bölüşülür, bu arada yetiştirdiği sebzeler ve hayvan ürünleri kendine aittir, arada sıra hediye niyetine getirirler, bazen de yumurta filan istersin. Bu sistem yüzyıllardır böyle devam eder. Yarıcı ev kirası vermez ve aileden bir kişiye tarım işçisi sigortası yaptırılır. Böylece herkes halinden memnundur. 

Zaman içerisinde düzün yukarısındaki mahalledeki evler, tek katlı köy evlerinden apartmanlara evrildiler. Ancak bu apartmanlara kanalizasyon ya da fosseptik yapmadılar,  atık sularını bizim araziye doğru salıverdiler. Tabii bizim düzün kanal tarafı ciddi şekilde hasar gördü, bataklık haline geldi ve bu bölgece çaylar kurudu.

Bizimkiler bu durumu defalarca belediyeye bildirmişler ve yukarı mahalleye kanalizasyon yapılması talebinde bulunmuşlar. Tabii ki, bu başvurular hiç ciddiye alınmamış.

Apartmanlarda yaşayan nüfus arttıkça atık su miktarı da arttı. Toprak hiç yağmur yokken de suya doygun bir haldeydi, biraz yağmur yağınca tepeden 3 dönüm kadar arazi kopup, bizim bataklık olan alana doğru kaydı.

Neyse ki apartman önündeki çaylık aşağı kaydı, ama heyelan eve tam bir metre mesafede durdu, ama tabii her an aşağı inebilir..

Sonuç bizim bataklık alan üzerinde yukarıdan inen 3 dönüm arazi, üzerindeki çaylar ve muhtemelen 5 tane de mezar var. Bu da bir Karadeniz adetidir, evlerimiz gibi mezarlarımız da dağınıktır, herkes cenazesini çaylığının bir köşesine gömer. Yani köylerde her evin bahçesi mezarlıktır.

Şimdi bizim çaylıkta 5 mezar gömülü olabilir.

GINDIRLANIP GİDİYK VE BÜYÜĞÜ DELİ KÜÇÜĞÜ DELİ BEŞİKTEKİ BAŞINI SALLIYOR, BU SENE EN ÇOK AKLIMA GELEN SÖZLER BUNLAR. GINDIRLANIRKEN BİR DE DOKTORLUK HİKAYEM VAR.

Mecburi hizmet için Elazığ’a gittiğim dönemde, tanıştığım herkes bana yöresel ağızdan bir şeyler anlatmıştı. Mesela birine nasılsın diye sorduğunda ‘gındırlaniyk ha’ ya da ‘gındırlanıp gidiyk’ (yuvarlanıp gidiyoruz) şeklinde bir cevap almanız çok normal diye uyarılmıştım. Her ne kadar hiç kimseden bu cevabı almasam da söz hiç aklımdan çıkmadı.

Bu yıl genel ruh halimi soranlara ‘gındırlaniyk’ cevabı vermeyecek baba yiğit varsa çıksın karşıma.

Ne gariptir ki bütün ülke toprakları da gerçek anlamda gındırlani. Neredeyse bütün fay hatları faaliyete geçti. İran sınır bölgesinden Yunan adalarına sallanıp duruyoruz.

Büyüğü deli, küçüğü deli, beşikteki başını sallar sözü de hemen her ay yeni bir fay hattı aktive olunca aklıma gelen bir söz.

Allah sonumuzu hayırlara ulaştırsın.

Bu yıl emekli olmamın üzerinden 5 yıl geçti. Artık kolay kolay mesleki bir bilgi paylaşmam diye düşünüyordum, ancak geçen ay başımdan geçen bir olayı yazmam gerektiğini düşündüm. Dedim ya gındırlanik, bu kez eskilere gındırlanıp biraz hocalık öğüdü vereyim dedim.

Funda’yı, Çanakkale’de, bir arkadaşım sayesinde tanıdım. Geçen ay bana telefon açarak, bir hemşire arkadaşının 5 yaşındaki kızının vajinal akıntısı ile ilgili danıştı. Vajinal bir akıntı olunca insanların aklına hemen ‘erken ergenlik’ geldiği ve Çanakkale’de çocuk endokrin doktoru olmadığı için, bana ulaşmışlar.

Telefonda çocuğun akıntısının vasfını sorgulayınca adet kanaması değil de içine kan karışık iltihap olduğunu anladım. Yani çocukta ağır bir vajenit (vajen enfeksiyonu) vardı.

Herhangi bir diğer ergenlik belirtisi olmadan adet görmesi oldukça nadir görülen bir durumdur, genellikle kanamadan önce meme gelişimi, ya da kıllanma gibi belirtiler olur. Erken ergenlik durumunda da, ergenlik belirtilerinin sırası genellikle normal ergenlik gibi olur.

Adet kanamasında genellikle akıntı kırmızı kan şeklinde olmasına rağmen, bazen kahverengi sürüntü şeklinde hatta pıhtılı olabilir. Kokusu da kan kokusuna benzemekle birlikte taze kandan biraz daha ağır bir kokudur, bu kokuyu annenin çok iyi tanıması ve tarif etmesi beklenir.

Akıntının pis kokulu ve iltihaplı olması vajenit belirtisidir, bazen bu akıntı sadece çamaşır içine sürüntü şeklinde bazen de bol miktardadır.Sonuç olarak bana telefonda danışılan çocuğun durumu vajenitle uyumluydu. Vajenit bu yaştaki çocuğun henüz vajen pHsı asitleşmemiş olduğundan kolayca gelişir, daha da önemlisi çocuğun bu bölgesindeki anatomik yapılar birbirine çok yakın olduğu için hemen idrar yolları enfeksiyonuna dönüşür.

Bir türlü düzelmeyen  idrar yolu enfeksiyonu olan kız çocuklarında, özellikle de üreyen organizma idrar yollarında enfeksiyon yapması beklenen e coli gibi bir organizma değil de, ciltte enfeksiyon yapması beklenen staf, strep gibi bir mikropsa hemen akla vajenit gelmelidir.

Vejentit genellikle aktif seks hayatı olan yetişkin kadın hasatalığıdır. Bu yaştaki bir çocukta vajen iltihabı olmasının birkaç sebebi olur.

Bu durumda, maalesef, bu kadar küçük bir çocukta bile cinsel taciz akılda bulundurulması gereken ilk şey. Ancak bu durumun sorgulanması telefon ile yapılamayacak kadar nazik bir konu olduğundan hiç sormadım.

Elbette bunun dışında rekto vajinal fistül gibi çok ciddi anatomik sebepler bile olabilir ama bu durumda da daha kronik/ tekrarlayan enfeksiyonlar ya da akut fistüle sebep olabilecek travma ameliyat gibi şiddetli bir hikaye, dışkı kaçırma vb olurdu.

Ancak bu çocuğun hikayesi birkaç gün önce aniden başlamıştı, bu durumda, kıl kurdunu ilk planda düşünmek gerekir. Kıl kurtları anüste kaşıntıya sebep olurlar, kaşınırken, anüsteki bakteriler vajene doğru taşınıp, kolayca enfeksiyon gelişebilir. Buradaki en önemli belirti de kaşıntı ve bazen de dışkı üzerinde ya da anüs çevresinde görülen kıl kurtlarıdır.

Son yıllarda, bu yaşlarda, özellikle de bu kadar yoğun vajenit durumunda en sık sebep olarak vajen içerisinde yabancı cisim görmeye başlamıştım. Bir seferinde bir çocuktan saç tokası çıktığını bile hatırlıyorum ancak vajendeki yabancı cisim genellikle tuvalet kağıdı parçası oluyor. Çocuk temizlik yapmaya çalışırken, kağıt ıslanıp, bir topak oluşturuyor ve bu topak da hymen ( kızlık zarı) açıklığından sığacak büyüklükte olup, içeri itilebiliyor. Vajen içerisinde kalan bu kağıt parçası kolayca enfeksiyon oluşturuyor. Buna benzer en az 15/20 vaka gördüğüm için telefonda hemen büyük olasılıkla vajen içerisinde tuvalet kağıdı parçası olduğunu ve çocuk cerrahları tarafından yabancı cisim çıkartılmadan enfeksiyonun düzelmeyeceğini anlattım.

Telefonda yarım dakikada izah ettiğim durumdan kurtulmak aile için 20 gün süren bir macera halini almış.

Kadıncağız, benimle konuşulduktan sonra, çocuğunu alıp, çocuk cerrahına gitmiş, onlar kadın doğumcuya, kadın doğumcular, çocuk doktoruna göndermişler. Çocuk doktoru da bir idrar kültürü alıp çocuğu eve göndermiş. Herhangi bir iyileşme olmayınca, annenin aklına benim sözlerim gelmiş ve çocuğunu İstanbul’a götürmüş. Orada, vajenden kağıt topağını çıkartan doktor bu kadar basit bir şey için mi buraya kadar geldiniz diye şaşırıp kalmış.

Daha sonra aile kontrol için tekrar gittiklerinde bir de çocuğun psikolojisini bozuldu diye (aslında anneninki bozuldu) bir de psikoloğa gitmişler.

Burada da bütün bu hikayeye rağmen evvel emirde çocuğa cinsel taciz yapıldığı düşünülerek ona göre davranılmış.

Sonuç ne mi? Ey tuvalet kağıdı sen nelere kadirsin.

Bu kadar basit bir olayın büyük bir macera, aile ve çocuk için psikolojik travma haline gelmesinde yani olayın genelinde bilgi ve deneyim noksanlığı gördüğüm için yazmayı uygun buldum.

ZOR ZAMANLAR, ÜSTÜNE BİR DE BAŞ ROLDE URANÜSLE MAVİ BİR BOĞA DOLUNAYI, DNA’LARIMIZDAKİ ŞAMAN ORTAYA ÇIKTI

Bu yıl, artık şaşırmayı unuttuğumuz, her korkutucu olayı ‘ bu yıl, bu da olmasaydı şaşardım zaten’ diye göğüslediğimiz bir yıl oldu. Sanırım ileride, insanlık tarihi içerisinde, bizim yaşadığımız bu kısıtlı zaman diliminin en çok anılacak yılı bu yıl olacak, en azından tıp tarihi açısından böyle olacağını iyi biliyorum.

Çünkü bu salgın ve nasıl devam edeceği ve sonlanacağı konusu henüz meçhul, bu ve büyük olasılıkla gelecek yıldan salgın bilimi açısından alınacak bir sürü ders olacak.

Salgın başladığı günden itibaren, insanlık tarihine damga vurmuş diğer salgınlar dikkat çekti. Ancak bu deneyimlediğimiz salgın, önceki veba salgınlarına bir çok açıdan hiç benzemeyen bir salgındır. Damlacık yolu ile bulaşan bu boyutlarda salgının tek örneği, 100 yıl önce birinci dünya savaşında ortaya çıkan salgındır. Çünkü o zaman dünya savaşı dolayısıyla, daha önce örneği görülmemiş şekilde, kıtalar arası insan taşımacılığı ve ordu düzeni içerisinde toplu yaşam koşulları mevcuttu.

Dünya bu tarihten önce bu kadar sıkışık yaşamıyor, bu kadar uzaklara bu kadar yoğun insan dolaşımı olmuyordu, dolayısıyla damlacık yolu ile bulaşan bir viral salgının bu kadar hızla dünyayı dolaşması mümkün değildi.

Şimdi de hem çok kalabalık bir insan nüfusu var, hem de çok işlek bir insan dolaşımı var. Aslında bu yaşam şeklimizle, insanoğlu olarak, bulaştırıcılığı fazla, ölüm oranı düşük, damlacıkla bulaşan bir virüsün pandemi yapması için tam da uygun bir matriks oluşturuyoruz.

Bundan sonra da insan nüfusu en azından yakın gelecekte, azalma eğilimi göstermeyecek, şehirlerde toplu halde yaşamaya giderek daha da kalabalıklaşarak devam edeceğiz ve dünyayı giderek daha da bir birine yaklaştıran seyahat, ticaret alışkanlıklarımız da azalmayacak.

Sonuç olarak bir sonraki damlacık (hava yoluyla bulaş) pandemisi çok daha uygun bir ortamda, çok daha kolayca yayılacak. Çünkü virüslerin yaşam döngüsü böyle, onlar yaşamlarının devamlılığını sağlamak için, sürekli değişiyor( mutasyon).

İnsanoğlu evrim süreci içerisinde, en güçlü en dayanıklı tür olduğu için değil,  çevre koşullarına en iyi adaptasyon gösteren ve çevreyi kendi lehine (kısıtlı da olsa) değiştirebilen bir canlı olduğu için bu gün besin zincirinin tepesinde bulunuyor. Sonuç olarak bu salgın, gözlem yapıp bilimsel veriler ışığında gelecekteki salgınlar için başa çıkma modellerine ilham verecek.

Evet bu yıl işimiz sadece salgın olsaydı, belki de bu yılın uğursuz bir yıl olduğunu düşünmeyecektik, ama yıl boyunca meteor düşmesi dahil, her türlü doğal afetler de bir türlü hız kesmedi.

Dün, bizim de evde otururken ciddi derecede hissettiğimiz İzmir depremi oldu. Aslında bugün gerçekleşecek olan mavi dolunay, boğa burcunda, Uranüs etkisinde ve ülke astroloji haritasının çok stratejik bir noktasında olduğu için, astrologlar 31 ekim tarihi civarından kasım ortasına kadar deprem riskinin arttığını bildirmişlerdi. O nedenle, zaten bütün yıl boyunca ülkede neredeyse bütün fay hatları da aktif olduğundan deprem şaşırtmadı.

Beni asıl şaşırtan astrolojinin bu kadar iyi işlemesi oluyor. Çünkü bütün ömrüm boyunca, ‘burcun ne’ muhabbetlerine, kız tavlama taktiği ya da İngilizlerin ‘bugün yağmur yağıyor’ demesi kadar iletişim kurmak için boşluk doldurma sözleri olarak bakmıştım. Ancak son yıllarda yakın sosyal çevremde de astroloji ile ilgilenen bir çok kişi birikti, hatta eğer konuya bu kadar yabancı kalırsam giderek konuşmalardan bir şey anlamamaya başlayacağım diye korktum. Emekli olduğum yıl online bir eğitim bile aldım. Ancak o zaman bile pek de aklım yatmamıştı ama şimdi ne yalan söyleyeyim bu yıl en çok takip ettiğim kişiler astrologlar oldu.

Astroloji, gökyüzüne, yeryüzünden bakan ve gök cisimlerinin konumlarının daha önceki deneyimleri göz önüne alarak bizi nasıl etkileyeceğini tahmin etmeye dayalı bir yöntem.

İçinden geçtiğimiz zaman dilimi bize besin zincirinin tepesindeki konumumuza rağmen doğa karşısında ne kadar naif olduğumuzu kafamıza vura vura öğretiyor. Hal böyle olunca da doğa gözlemine dayalı ve ona zarar vermeyen her yöntem kabulüm. Hatta, günler geçip yaşım ilerledikçe, giderek  içimdeki şaman kendini daha fazla ortaya çıkarıyor. Bu dolunay anında biz de kendimizce bir toprak ritüeli yapacağız.

Tasavvufta, kuantum fiziğinde ve daha bir çok öğretide insanın ilahi gerçeğe ulaşabilmesi için kendi içine bakması gerektiği öğütlenir. Çünkü hem felsefi, hem de bilimsel olarak aslında bütün varlıklar gibi biz de evrenin materyalinin (fiziksel boyutta, enerjitik boyutta) bir parçasının yoğuşmuş (paketlenmiş) bir parçacığıyız. Bizi oluşturan her bir atom tanesi bizi çevreleyen ortamla sürekli değişim halindedir. Yani birkaç ay içerisinde şu anda içimizde var olan her bir atom değişmiş olacak.

Bu bağlamdan bakınca içimize bakmak gerçekten de ilahi hakikate ulaşabilmenin bir yöntemi gibi duruyor. Ancak insan duyum ve algıları bunu fark edebilecek düzeyde değil.

Galiba ilahi gerçeğin (bütün varoluş) sırrına ermek için içe bakmak kadar dışarı, bizi çevreleyen her şeye bakmak daha da  önemli. Çünkü en azından bu durumda 5 duyumuzu işin içine sokabiliyoruz.

Bu kadar laf kalabalığını yapmaktan kastım, bu dolunayda yapacağım gibi doğaya adanmış ritüellerin göründüğünden daha derin anlamlar taşıdığını anlatabilmek. Aslında doğanın bir parçası olduğumuz bilgisi DNA’larımızda mevcut. Atalarımızın her bir doğa olayı için başka bir tanrı düşünmeleri hiç de anlamsız değil. Modern insanlar olarak sadece her şeyin, her varlığın, tek şey, tek varlık olduğunu anladık. Hepsi bu. Yani mesela suya, toprağa, gökyüzüne yaptığımız bir niyet (ritüel) bütün evrene yaptığımız bir niyettir.

DAMLA KENDİNİ TAMAMLAYINCA DAMLAR. KAN AYAĞIMLA, BU BLOGA ANILARIMI YAZARAK DAMLIYORUM

Özdemir Asaf hayranıyım. Daha doğrusu şiir yazabilen insanların hayranıyım. Şairler, insan türünün genelinden daha üstün ifade yeteneğine sahiptir, düz yazıyla 400 sayfada yazamayacağın bir düşünceyi işte böyle 4 kelimede yazarlar.

Oysa toplum genelinde, büyük çoğunluk birkaç yüz kelime ile konuşuyor, hatta son yıllarda konuşmuyor bile ‘aynen’ deyip geçiyor. Kalemle yazarken, üst satırda yazılmış bir kelimeyi alt satırda tekrar yazmamak için ‘denden’ işareti kullanırdık. İşte bu aynen kelimesi de anladığım kadarıyla sadece aynı fikirdeyim anlamında kullanılmıyor, bazen denden yerine geçiyor, bazen de sırf konuşmaya dahilim anlamında kullanılıyor, bazı kullanım alanları ise benim açımdan meçhul.

İstatistik dersinde ilk öğretilen şeylerden birisi çan eğrisidir. Bir değişkenin dağılımı bazen daha dik, bazen daha yayvan ters çevrilmiş bir çan şekline benzer. O değişkenin toplumda dağılımı büyük ölçüde ortalamaya ve birbirine yakın değerlerdedir, ancak çok küçük bir kısım çan eğrisinin üst ve alt ucunda bulunurlar.

Örnek verecek olursam,  bebekler eğer normal vaktinde doğmuşlarsa üç kilo civarında doğarlar, sınırı 2800/3200 gram yaparsak bebeklerin en a %50si, sınırı 2000/4000 gram yaparsak neredeyse %90ı bu sınırlar içerisinde kalır. Normal vaktinde doğduğu halde mesela 1800 gram ya da 5500 gram doğan bebek sayısı ise çok azdır, işte bu bebekler çan eğrisinin iki aşırı ucunda bulunan aykırı (!) bebeklerdir.

Kendini ifade etmek yeteneği de toplumda böyle çan eğrisi oluşturur. Aslında ‘kendini ifade etmek’ terimini yanlış kullandım, çünkü topluma seslenen çok önemli bir hatip bile sıra kendini ifade etmeye gelince duygusal ya da mental olarak kısıtlı olabilir. İfade yeteneği demek daha doğru olacak. Herhangi bir olayı, duyguyu, düşünceyi anlatırken şairler çan eğrisinin yüksek tarafından taşan aykırı insanlardır. İşte bu sebepten, büyük çoğunluğu aynen, aynen diyerek konuşmayan toplumlarda dahi, sadece kendi nesillerine değil, gelecek kuşaklara da seslenirler.

Özdemir Asaf ise tek cümlelik şiirler yazabilen, kendi kafamda çok farklı bir yere koyduğum bir şairdir. ‘Damla kendini tamamlayınca damlar’ yazabilen bir şair.

Bütün bu laf kalabalığını yapma sebebim şu; bu salgın gölgesinde geçen aylarda, sosyal mesafe kurallarına uyabilmek adına, arkadaşlarımla zaman geçirmeyi oldukça kısıtladım, seyahat etmeyi ise neredeyse sıfırladım. Bu durumda da haliyle canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor dediğim herkes bana bir kitap yazmamı öneriyor. İşte bu isteğe toplu cevap veriyorum; damla kendini tamamlayınca damlar, ben herhangi bir konuda, bir kitap damlatacak kadar biriktiğimi hissetmiyorum. Öyle iki satır yazabilince, kitap da yazılabileceği kanaatinde değilim.

Bu bloğu yazarak kendimce damlama sebebim ise her zaman belirttiğim gibi, bir sivil tarih oluşturma sorumluluğu hissetmem. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Eğer yazmazsak, gelecek kuşaklar, bizim bu çağda, bu ülkede,bu şartlarda yaşadığımızı hiçbir zaman bilemeyebilir.

Ben kendim, bir kişi olarak insanlık tarihinde hiç de önemli değilim, ancak Türkiye Cumhuriyetinin daha ilk 100 yılında yaşamış bir kadın olarak kişisel tarihimin, bu toplumun sivil tarihinin bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Burada damlayarak, biz bu şekilde var olduk demek istiyorum.

Bundan sanırım 30 yıl kadar önce İngiltere’de bulunduğum sırada bana hep kuşku ile yaklaştılar, kendi ülkemde de bu şekilde başım açık, pantolonla gezip gezmediğimi sordular. Onların hayalindeki Türkiye, 1990lı yılların başında bile, kafaları sarıklı, ayakları çarıklı adamlar ve haremlerde nargile içip raks eden cariyelerden meydana gelmiş bir toplumdu.

Umreye gittiğim zaman, orada Endonezyalı bir kadınla tanışmıştım. Kadın kendi ülkesinde bir profesör idi, daha önce en az 20 kere kutsal topraklarda bulunmuş, neredeyse bütün tatillerini orada geçiren bir kadındı. Benim de profesör olmama ve İngilizce konuşabilmeme çok şaşırdı, hayretler içerisinde gerçekten Türk olup olmadığımı defalarca sordu. Çünkü maalesef ki onun daha önce tanıdığı kadın Türk hacıların eğitim seviyeleri son derece düşüktü. Onun kafasındaki Türkiye imajı da 30 yıl önce İngiltere’deki insanlardan pek farklı değildi.

Bunlara sinirlenmek yerine gerçeği kabullenmek lazım ve ne yazık ki gerçek şu ki, ben ve benim gibi yaşayabilen kadınlar çan eğrisinin uçlarında kalıyoruz. Bu toplumda hala kadınların büyük çoğunluğu, bir bireyden ziyade önce baba evinin, sonra koca evinin bir parçası (hatta malı) kabul ediliyor. Sonra da kadına karşı şiddetten, kadın cinayetlerinden söz edip şaşırıyoruz.

İşte bu ortamda bir kadın olarak cumhuriyetin kazanımlarını kayıt altına alma ihtiyacı duyduğum için yazıyorum.

Çalışırken hastalarıma, öğrencilerime karşı damlaya damlaya yağmur oldum, biriktirene göl oldum, emekliyken yaşam şeklimi gelecek kuşaklara damlatabilmek için bu bloğu yazıyorum.

Kitap yazmak çok daha farklı bir şey.

Bilmeyenler için not; ‘kan ayaklı’ demek Karadeniz bölgesinde yaygın olarak kullanımıyla ‘kadın’ demektir. Belki fazla koşturmaktan ayaklarına kan oturması gereken kişi anlamında ya da belki ‘gizemli’ aylık hormonal düzen ile kadın olmayı bağdaştırmak için kullanılmaktadır.

ZİHNİ DİNGİNLEŞTİRMEK, SADECE RUH SAĞLIĞININ DEĞİL, GÜNLÜK HAYATTA ZAMAN YÖNETİMİ VE BAŞARININ DA ÖN KOŞULUDUR.

Doğu felsefesinde insanın sağlıklı olabilmesi için, ruh, beden ve zihin dengede olmalıdır. Bu betimlemedeki zihin kelimesinin anlamı herkese göre bir miktar değişmekle birlikte oldukça belirsizdir. Zihin, akıl ve zeka birbirleriyle çok karışan ve günlük konuşmalarda eş anlamlı kullanılan kelimeler olmasına karşın aralarında anlam farkları vardır.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama, olaylar arasında bağlantı kurma, problem çözme, hatırlama yeteneklerinin tümüne birden verilen bir kavramdır. Akıl; eğitim ve deneyimle geliştirilebilir bir şeydir. Akılla ilgili söyleyebileceğim en doğru şey, herkesin sadece kendi aklını beğenmesidir.

Zeka ise gerçekleri kavrama, sonuç çıkarma, değişen durumlara ayak uydurma yeteneğidir. Genel olarak doğuştan gelen bir kapasitedir ve ölçülebilir bir şeydir. Ancak kişinin zekası, hayatın çeşitli mecralarında birbirine denk olmayabilir. Örneğin bir bilgisayar kurdu, sosyal ilişki kurma açışından son derece beceriksiz olabilir. Bu nedenle zeka tanımı sadece analitik zekayı kapsamaz, son dönemlerde sosyal zeka ve ruhsal zeka gibi farklı kavramlar geliştirilmiş ve analitik zeka kavramından bile daha önemli olduğu anlaşılmıştır.

Zihinden kasıt ise kabaca düşünce üretme kapasitesidir. Düşünce gücü olmasa, düşünemesek, insan uygarlığını kuramaz, bilim üretemez, sanat eserleri yapamazdık, gündelik hayatımızı planlayamazdık.

Ancak insan zihninin çok belirgin bir zayıf tarafı da vardır, çünkü zihin sadece bilinçli ve hedefi olan düşünceler üretmez. Arka planda, dur durak bilmeden, bir biriyle ilgisiz, amaçsız, daldan dala atlayan binlerce düşünce kaynaşır. Aslında insan çoğu kez, zihninden geçen düşünceler karmaşasında (kirliliğinde) ne yapacağını bilemez ve yenik düşmüş haldedir.

Üstelik bu tür düşünceler genellikle içinde yaşanılan anla da ilgili olmaz. Zihin sürekli olarak, ya geçmişte başına gelmiş bir haksızlık, söylenmiş bir sözle kurcalanır, ya da gelecekte ne olacağının ihtimalleri ile didiklenir durur.

Genellikle geçmişe dair düşünceler, yoksunluk, kızgınlık ve incinme duyguları taşırken, geleceğe dair düşünceler korku ve kaygı taşır. Hatta, uç seviyelerde, paranoya, takıntı, depresyon, fobi gibi gerçek dışı sanrılar, hastalıklar geliştirir.

Hastalık durumlarında tıbbi yardım almak şartken, gündelik düşünce kirliliğinden kurtulabilmek için kişisel gayret gerekir.

Yani zihin denetlenebilir bir şeydir ve denetlenmesi gereklidir.

Zihni boş düşüncelerden kurtarma yollarından en önemlerinden biri içinde bulunulan ana ve o anda olan şeye odaklanmaktır. Eğer şu anda yaptığın işe tamamen ona odaklanarak yapıyorsan zihin sadece odaklandığın konu ile ilgili düşünce üretiyor.

Eğer yaptığın işe odaklanmazsan, zihin oradan oraya savrulur, bir türlü yaptığın işi bitiremezsin. Bu sürede, yapmak zorunda olduğun işi de, yapmak istediğin işleri de yapamadığın için, işkence içerisinde uzun zamanlar harcamış olursun. Çünkü harcanmış her zaman uzundur. Oysa elindeki işe odaklansan, işini bitirince yapmak istediğin şeye de zamanın kalır.

Gün boyu, sürekli bir takım işlerle boğuşan ancak günün sonunda işlerini yetiştiremeyen bir sürü insan tanıyor olmalısınız. Sorumluluklarım gereğinden fazla, günler nasıl geçiyor anlayamıyorum, bana 24 saat yetmiyor diyen bu kişi siz de olabilirsiniz. Eğer bu sözlerin amacı işinize ne kadar bağlı olduğunuzu anlatmak ve karşınızdakine hava atmaksa, bunlar çok talihsiz seçilmiş sözler. Dünya nasıl olsa, sırf siz işinizi yetiştirin, hatırınız kırılmasın diye daha yavaş dönmeye başlamayacak. Hatta iddia ediyorum, eğer günler 30 saate çıksa bile, siz gene de işinizi bitiremeyeceksiniz.

Eğer işleriniz yetişmiyorsa bence ihtimaller şunlar; a) sevmediğiniz, yapmak istemediğiniz bir iş yapıyorsunuz, b) yeteneklerinizin, eğitiminizin, bilginizin üzerinde bir iş yapıyorsunuz, c) iş tanımınız, görev tanımınız yanlış, üzerinize fazla iş yükü aldınız, kendi göreviniz olmayan işler yapıyorsunuz.

En büyük olasılıkla da; d) zaman yönetimini iyi yapamıyorsunuz. Gündelik iş akışı sırasında yapmanız gerekenleri, alacakları süre açısından, aciliyet açısından ya da önem açısından gereken özende sıralamayı beceremiyorsunuz.

Ancak genel olarak işlerin bitmeme sebebi yeterince odaklanamamaktır.

Kendimden çok net bir örnek vereyim. Yıllar önce bir kongrede ön hipofiz embriyolojisi (anne karnındaki gelişimi anlatan bilim) anlatmam istenmişti. Bu konuyu layığıyla anlatabilmek için önce biraz yüz embriyolojisi okumaya karar verdim. Çünkü yıllardan beri konuya uzağım, terimler, kavramlar bana bir hayli yabancı kalmış. Çok güzel bir kaynak da buldum.

Kaynak 15 sayfa uzunluğundaydı, yani roman olsa en çok yarım saatte okuyabileceğim, iyice özümseyerek çalışmak için ise taş çatlasa 2 saatimi alacak bir metindi. Kongreye kadar yeterince vaktim olduğunu düşündüğüm için çalışma hayatım boyunca hiç düşmediğim bir hataya düştüm, bu metni hastanede fırsat buldukça yavaş yavaş okumaya karar verdim.

Metin çalışma masamın üzerinde, gözümün önünde üç hafta boyunca, anlaşılmaz bir şifre gibi durdu. Çünkü her okumaya kalkışımda daha birinci cümleyi bitiremeden, odaya biri girip bir şey sordu, telefon çaldı, aklım yatan bir hastaya gitti. Tam 3 hafta boyunca azimle okuma gayreti içinde oldum, ama nafile,  tek kelime bile anlayamadım.

Üç hafta sonra kısa süreli bir tatilim vardı, giderken belki okurum diye bu bukleti de yanıma almıştım. İnanılmaz bir şekilde uçaktayken, ilahi bir aydınlanma yaşar gibi, bir saat içerisinde bütün metni okuyup, tamamen kavradım. Uçaktan inerken hostes, bana merakla, o kadar hevesle ne okuduğumu sordu. İkram dağıtmak üzere yanıma geldiğini hiç fark etmemişim. Dalgıç gibi okuduğunuzun içine dalmıştınız dedi. Bu dalgıç gibi dalma sözünü hiç unutamadım.

Sadece odaklanmıştım. Hem de nasıl odaklanmışım ki o bir saatlik süre içerisinde zihnime hiçbir parazit düşünce sızamamış, böylece 3 haftanın yetmediği işi yapmaya 1 saat yetmişti.

Zihin sağlığı için ikinci önemli şey de çok sevdiğin bazı işleri yapmak ve dinlenmek için zaman ayırmaktır. Bağlama çalarak, bezik oynayarak, filim izleyerek, doğada yürüyerek ya da sevdiğin bir şey yaparak geçirilmiş zaman asla boşa geçirilmiş, harcanmış zaman değildir. Sevdiğin işi yaparken hem mutluluk hormonu salgılarsın hem odaklanmak için bilinçli çaba sarf etmen gerekmediği için o süre boyunca zihnin parazit düşünceler üretme hızı düşer. Kendine kaliteli zaman ayırmayı bilen kişiler çalışma hayatında da çok daha başarılı olurlar.

Zihni dinginleştirmek için üçüncü bir yol da kişinin kendi seçimine bağlı olarak, doğada zaman geçirmek, ibadet etmek, meditasyon, yoga, nefes çalışmaları yapmak gibi yollardır.

Sadece ruh sağlığını korumak için değil, modern dünyada iş hayatında başarılı olmak için de dingin bir zihin gerekir.

Ayrıca dingin bir zihin, daha az parazit düşünce üreteceği için, sezgilere, ilhamlara, yaratıcı düşüncelerin, farklı bakış açılarının gelebileceği bir alan açılır.

BAĞLANTISAL BÜTÜNSELLİK (YAPRAĞA DA ORMANA DA BAKMAK) ÜZERİNE BENİM DE BİR KAÇ SÖZÜM VAR.

Son zamanlarda doğu felsefesinin, batı dünyası üzerine etkileri tartışılmaz, bu farkındalık sonucunda mıdır, bilemem ama, bütünsellik (birlik, tamlık) kavramı hayatımızı her konuda şekillendirmeye başladı. Gündelik hayatımızda Holistik kavramı giderek daha sık karşımıza çıkıyor. Bilimde ise connective integrity (bağlantısal bütünsellik) denilen yeni bir bakış açısı giderek daha yaygınlaşıyor.

Holistik yaklaşım bütünün onu oluşturan parçaların basit bir toplamından daha farklı (niteliksel) bir varlık olduğuna inanan bir görüştür. Mesela bir orman; onu oluşturan tek tek ağaçların, hayvanların, otların toplamından daha farklı (daha yüce, nitelikleri çok daha üstün) bir oluşumdur. Mesela bir insan, sadece yaşayan biyolojik bir varlık olarak bile onu meydana getiren doku ve organların toplamından daha fazlasıdır.

Gündelik hayattan örnek verirsem; bundan birkaç yıl öncesine kadar, kilo vermek için en güvenilir yaklaşım, alınan ve harcanan kalori dengesini değiştiren diyet ve egzersiz programlarıydı.

Şimdi ise bir çok diyetisyen, holistik bir yaklaşımla size kilo verdirmeye gayret ediyor. Çünkü son yıllarda anlaşıldı ki bağırsağımızda bulunan ve miktarı kilo ile ölçülen mikroplar var. Önceden bu mikroplara bağırsak florası derdik ve bedenimizdeki yabancı canlılar olarak düşünürdük. Şimdi ise mikrobiyata diyoruz ve  bedenimizin bir organı olarak düşünüyoruz.

Bütüncül (holistik) yaklaşımla obezitenin büyük oranda mikrobiyata hastalığı olduğu kabul edilerek, kalori sayımı geride bırakıldı. Şimdi artık alınan besinlerle mikrobiyatanın sağlığına kavuşturulmasına çaba gösteriliyor, ve bu yaklaşım işe yarıyor.

Bilim alanında ise bu kavram (connective integrity) ‘bağlantısal bütünsellik’ olarak kullanılıyor. Bu yaklaşımı kısaca tarif edecek olursam önemli olan yapı taşlarının tek tek ne oldukları değildir, bu yapı taşlarının birbirleriyle olan ilişkiler ağından meydana gelen bütünlüktür. Bir bakıma tekil bireylerin kim olduğunu belirleyen çevresi (bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim), içinde bulundukları toplumun değer yargılarıdır.

Bu yaklaşımın bilime çok geniş bir bakış açısı kazandırdığı kesin. Mesela sığırcık kuşlarının bir sürü halinde hareketleri ya da göç etmekte olan bir kuş sürüsü gözlenirse bütün sürünün hareketli bir başka oluşum (tekil bireylerden çok daha farklı) meydana getirdikleri açıkça görülür. Yani tek tek kuşlar farklı bir oluşumdur, bu kuşların meydan getirdikleri sürü farklı bir oluşumdur. Sürü varlığını meydana getiren şey ise bireyler arasındaki etkileşimdir.

Evrende sadece yaşayan organizmalar (bizim bu günkü bilgilerimizle canlı kabul ettiğimiz organizmalar/bu konuda çok daha farklı bir görüş içerisindeyim) değil, her şey karşılıklı bir bağımlılık içerisindedir, çünkü birbiriyle bağlantılıdır. Şeyler yani birimler arasındaki bağlantı, yani iletişim ağı bütünü oluşturur. Bilimde bu ağın matematiksel işleyişini çözmekle (sürekli değişebilecek olan, an için doğru) bilgiye ulaşılır.

Hem felsefi açıdan, hem de bilimsel açıdan insan tek başına bir birey değildir, tek başına milyarlarca hücrenin bütünü de değildir, çevresi bir bütün oluşturur.

Bundan önceki bilimsel yaklaşımda tek tek parçalar incelenir, bir anlam verilmeye çalışılırdı. Şimdi bütüne bakılıyor.

En iyi bildiğim konudan örnek verecek olursam; insülin Pankreasta, görevi çok özelleşmiş bir hücre türünden üretilir. Bu hücreler kan dolaşımındaki glikozu algılayıp, hem hazırda bulundurdukları insülini kana salgılarlar, hem de yeni insülin molekülleri yaparlar, glikoz oranı düşünce de sadece hayatı devam ettirecek miktarda bazal insülin salgılamaya devam ederler. Önce bu hücrelerin görevleri, şekilleri ince detaylarla tanımlandı. Bu hücreler pankreasta Langerhans adacıkları denilen özel birimciklerde bulunurlar.

Bu adacıklar pankreasın endokrin görevlerini yapan bölümdür. İçerisinde sadece insülin salgılayan beta hücreleri bulunmaz, aynı zamanda glukagon salgılayan alfa hücreleri, somatostatin salgılayan delta hücreleri ve PP, G, E gibi farklı hormonlar salgılayan hücreler de vardır. İşte bütün bu hücrelerden eğer biri bozuksa, diğer hücreler de kendi öz görevini layığıyla yerine getiremez, kan şekeri sağlıklı dengelenemez.

Langerhans adacıklarının hücreleri tek tek farklı bir şeydir, birbirleriyle etkileşimlerinin toplamı farklı bir şeydir. Tek tek bakılınca kabaca biri kan şekerinin düşürür, diğeri yükseltir, ancak toplu halde bakınca kan şekeri dengelidir.

Daha da geniş açıdan bakılacak olursa benim Langerhans adacıklarımın fonksiyonları bozulursa şeker hastası olurum, zaman içerisinde, tedavime uymazsam, bütün organ ve sistemlerim bozulur, bir sürü sağlık problemim ortaya çıkar. Ciddi bir hastalık sadece kişiyi bireysel olarak etkilemez, bütün aileyi etkiler, mesela o ailenin sofra düzeni değişir. Bunun sağlık ve bilim boyutu var, maddi ve sosyolojik boyutu var.

Yani benim Langerhans adacıklarımdaki gözle görünmez bir hücrenin senin cebindeki parayla ilgisi var, ne de olsa muhtaç olacağım fazladan sağlık hizmetinin kaynağı vergiler.

Bu örnek, gözle görünmeyen bir hücrenin görevini yapamaması durumunda olay nerelere kadar ulaşıyor, fark etmeyi sağlamak üzerine verildi. Sağlıkla ilgili, her şeyin nasıl birbirini etkilediğine dair bir çok örnek daha verebilirim.

Ayrıntılar (tekil bireyler, yapı taşları, olaylar) önemli, ancak bu ayrıntıların etkileşimlerinin oluşturduğu bütün daha da önemli.

Şimdi artık bilginin aritmetik değil geometrik olarak arttığı bir çağda yaşıyoruz. Eskiden yüzyıllarda üretilen bilim şimdi artık günler içerisinde üretilebiliyor. Bilginin iletilme hızı da birkaç on yıl önce akıl almayacak şekilde arttı. Sonuç artık yapay zekanın konuşulduğu bir devirdeyiz. Gelecek birkaç yıl içerisinde yapay zekanın hayatın bütün alanlarında kullanılacağı bir döneme gireceğiz. Artık tekil olayları düşünme çağını geride bırakıyor gibi görünüyoruz.

Benim inancım bilim gene tekil parçaların en ince ayrıntılarını keşfetmeye devam edecek, yani yaprakları görmeye devam edecek. Diğer yönden ise bütün birimlerin birbirleriyle olan ilişkileri daha dikkatle incelenip, bütüne ulaşılmaya çalışılacak, yani ormanı görmek için gayret edilecek.

Hani meşhur bir fil hikayesi vardır. Gözleri bağlı birkaç kişi fil ile buluşturulmuş, biri kalın bir bacak, biri hortum, biri diş tarif edebilmiş. Oysa bakış açısı genişletilince fili görmek mümkün olur. Aslında bizim beş duyumuz, evreni çok kısıtlı algılıyor,  bilim işte bu beşeri algı sınırlarını genişletmek için var.

Algı sınırları genişledikçe o gün için en doğru bilginin sınırları da genişliyor. İşte bu nedenle bilim sürekli değişen bir şeydir, bu gün için doğru olan şey yarın doğru olmayabilir. Bilimde dogma yoktur, hipotez vardır. Hiçbir şeyi sorgusuz doğru kabul edemeyiz, bu gün doğru kabul ettiğimiz bilginin yarın değişebileceğini kabul etmeliyiz.

GÜNLERCE BOŞ KALINCA AKLIM KELEBEKLERE GİTTİ.

Geçen haftaya kadar denize girilecek kadar güzel havalar varken, birden bire sonbahar geldi. Eylül henüz doğayı sarıya kırmızıya boyamadı ama, çınarların gönlü hazana döndü. Günlerin kısalması da artık iyice belli olmaya başladı.

Geçen hafta sağlam bir rüzgar çarpınca hastalandım, ateşim çıktı, halsizlik oldu. Salgın, hayatlarımızı nasıl da değiştirdi,  basit bir soğuk algınlığı geçirmek bile kriz halini aldı. Derhal, kendimi izolasyona aldım, günün çoğunluğunu odamda geçiriyorum, evde maske takıyorum. Aslında hayatımda ilk kez grip geçirirken, daha ilk günden itibaren dinlendiğim için birkaç günde iyileştim, gene de bir süre daha hane halkından uzak durmayı planlıyorum.

İki gün vaktin çoğu uyuyarak geçti, ama sonrasında odanın içerisinde ne yapacağımı şaşırdım. Kitap, el işi, sosyal medya, hepsi tamam da artık bir yere kadar.

Neyse ki tam da bu günlere denk geldi, online bir aromaterapi dersine katıldım. Aromaterapi dersini Zeynep Cansın Gelişli (bana kendisi hediye etti) verdi. Cansın, ilham veren genç arkadaşlarımdan birisidir. Trabzon’da birlikte yoga hocası olmuştuk, ama yogada ben öğrenciliğe devam ettim, o hocalığı ilerletti. Geçen yıl ani bir kararla eczanesini kapatıp, İstanbul’da doğal ürünler üreten bir firmada çalışmaya başladı. İlk bakışta bir anda, hem de aile sağlık merkezinin tam karşısındaki eczanesini kapatabilmesi çok radikal bir karar gibi görünebilir. Ancak, yaşamı boyunca kendini şu anda yapmaya başladığı iş için hazırlamış olduğu açıkça anlaşılıyor. İnsan sevdiği bir işi yaparken nasıl da içten dışa doğru parıldıyor. Onun adına çok mutlu oldum, dersinden de bir hayli faydalandım.

Tabii elimden telefon düşmedi, bir sürü tanıdığımdan çok çeşitli hastalık ya da yakın temas hikayesi duydum. Anladığım kadarıyla sonunda hepimiz bir gün bu hastalığa yakalanacağız, şu anda sadece bunu geciktirme çabası içerisindeyiz. Aşı ya da etkili bir ilaç tedavisinin ortaya çıkmasını bekliyoruz.

Aşı ve koruyucu hekimlik ilkeleri sayesinde salgın hastalıkların ortadan kalkması ya da hatırı sayılır derecede azalması, aşı yan etkilerin abartılmasına ve oldukça ciddi bir aşı karşıtlığına sebep olmuştu. Şimdi bu aşı karşıtı kitle bir yandan salgına sebep olan virüsün laboratuvarda üretildiğine inanıyor, öte yandan da bu salgını durduracak aşının geliştirilmesini bekliyor.

Ben ise, inandım, iman ettim ki, bu sene doğanın insana haddini bildirme senesi. İnsanoğlunun her şeyin hakimi olduğu, bütün evrenin insan için yaratılmış olduğu sanrısına dur deme senesi.

Bu yıl, bir tek salgın yok ki, her şey son derece sıra dışı, sel, deprem, meteor düşmesi, kum fırtınası yazmakla bitmez.

Bütün bu karmaşa içerisinde gözümden kaçmayan bir olay paylaşmak istedim.

Son yıllarda Doğu Karadeniz bölgesinden başlayıp, batıya doğru hayli ilerleyen bir kelebek istilası var. Bu kelebek, Asya’dan ülkemize doğru girdi ve ülkemizde zararlısı bulunmadığından hızla üredi. Bir türlü çaresi de bulunamadı, sonunda kelebeğin doğal zararlısı da bölgeye yerleşecek ve bir denge oluşacak şeklinde düşünceler gelişti. Çünkü bu kelebek geldiği bölgelerde  böyle büyük zararlar  vermiyormuş, doğa içerisinde dengede yaşıyormuş.

Bu yıl o denli alışılmadık koşullar yaşandı ki, on yıllardan beri Karadeniz bölgesinde her türlü bitkinin canına okuyan bu canavar kelebek bile bu yıl ilk kez zora girdi, kelebeğin zararlısı da artık Türkiye’ye geldi. Bundan sonra kelebek nüfusunun dengeyi bulacağını ve bitkilere, ürünlere bu denli zarar veremeyeceğini umuyorum.

Bölgeye geldikleri zaman kendi nüfuslarını sınırlayacak herhangi bir böcek türü bulunmadığı için yıllarca kendi cennetlerinde yaşadılar, kocaman ağaçları içten içe sömürüp, hayalete çevirdiler. Yıllar içerisinde verdikleri zarar hayal bile edilemez. Bölgede tarım ilacı yaygın olarak kullanılmadığı için ve sadece bu kelebeğe etki edecek ilaç da belli olmadığı için, hep onu dengeleyecek bir türün ülkeye girmesi bekleniyordu.

Bu yaşam öyküsünün içerisinde insan ırkı için alınması gereken dersler yok mu? Çevresinde kendisi ile boy ölçüşecek bir düşman olmadığı için, aşırı çoğalan ve çevresini aşırı talan eden bir tür var. Bu şekilde çoğalmaya devam edebilmesi çok uzun yıllar içerisinde mümkün görünmüyor. Çünkü kendi besin kaynaklarını hızla tüketiyor. Çare olarak ya başka bölgelere göçüp yeni bir yıkım(çevreye)/yaşam(kendi türüne) döngüsü başlatacak, orayı da tüketince bir başka bölgeye atlayacak. Bu seçenek dünya sonlu bir yer olduğuna göre dünya kaynaklarını tüketene kadar sürebilir (eğer yeni bir gezegende koloni yapılmadıysa). İkinci bir seçenek, kendi artıkları ile çevreyi o denli kirletecek ki artık çevreden beslenemeyecek, zehirlenerek, daha fazla üreyemez hale gelecek (bu seçeneği daha ufak bir evren olan mikrobiyoloji laboratuvarlarında her üretme kabında görürsünüz). Üçüncü seçenek ise doğa ana işi ele alıp, kendinden başka bütün türlere zarar veren bu türe zarar veren bir başka türü devreye sokacak. Bundan sonra bu iki tür birbirlerine karşı savaş vererek ve nüfuslarını dengeleyerek, tabiattaki diğer türlerin çoğunun korunacağı yeni bir denge oluşturacak.

Buraya kadar gelince artık akbaba ve sırtlan (leşçilleri) nüfusu yok olursa, ortada kalan leşlerden hastalık bulaşır demeyeceğim. Sürüngenler ve kemirgenler olmasa toprak havalanmaz ve verimli olmaz demeyeceğim. Bunları merak eden başka kaynaklardan okusun.

Benim dikkatim çeken, insanın dünya üzerindeki davranışı ile Karadeniz bölgesindeki kelebeğin davranışının ne kadar örtüştüğü ve tesadüf olduğuna inanmadığım bir şekilde aynı yıl içerisinde bu iki zararlı tür için de nüfus dengeleyici bir başka türün ortaya açıkmış olmasıdır.

Bu salgının dünyaya bakışımızı değiştireceğine dair umutları olanlara ne yazık ki büyük ölçüde katılamıyorum. Bence ölenler ölecek, kalanlar kalacak, bundan bir iki yıl sonra mezarlıkları biraz daha büyümüş bir dünyada kaldığımız noktadan devam edeceğiz. Bence insan türünün sonunu dünya üzerinde bıraktığı çöpler ve bozduğu ekolojik düzen getirecek.

İNZİVA PLANLARIM ARASINDA BEYİN KIVRIMLARIMI KAYBETMEK NİYETİM YOK, KARARIMI BU YÖNDE VERDİM.

Salgın virüsünün resmen Türkiye’ye girdiğinin ilan edilmesi üzerinden 6 ay geçti. Bu süreç içerisinde hastalığın cidden zor geçirildiği ve öldürücü olduğu açıkça ortaya çıktı. Üstelik başlangıçta daha sıkı tutulan önlemler, ekonomik kaygılarla gevşetilince daha da yaygın bir hal aldı. Ancak her nedense hastalık yaygınlaştıkça hastalıktan duyulan korku giderek azaldı. Artık kimse kalabalığa girmekten korkmuyor, maske takmıyor, taksa da uygun şekilde takmıyor, takması için uyaranı da tersliyor. Halkımızın çoğunun kendi gönlü ile her türlü düğün dernek, cenaze, kahvehane, gün toplaşması, tatil mesaisinden vaz geçmediği, kişisel önlemlere inanmadığı açıkça ortaya çıktı.

Ekonomi de bu kadar durgunluğu kaldıramadığına göre yöneticilerin geniş bir sokağa çıkma yasağı koyacaklarına inanmıyorum. Bu durumda artık kişisel korunma ön plana çıktı. Mümkün olduğu kadar insanlardan uzak yaşamaya alışacağız.

Oldukça kritik bir yaşta olduğum ortada. Son dönemlerde Dünya Sağlık Örgütünün hala ‘’genç’’ sınıfına koyduğu, 60-65 yaş aralığındayım. Sokağa çıkması kısıtlanan yaş gurubunda değilim, ama gene de hem kendim hem de ablalarım için oldukça dikkatli olmak zorundayım. Sosyal açıdan bir kelebek sayılmasam da, arkadaşlıklarımdan beslenen bir karakterim var. Birkaç ayda bile bu kadar ıssız hissettiğime göre, salgın bitene kadar arkadaşlarımdan uzak kalmanın uzun dönemde üzerimde yaratacağı tahribatın farkındayım.

Her ne kadar DSÖ, 65 yaş altını genç sınıfına soktuysa da, her zamanki deyimimle yaşanmış yılların etkisi yüzümüzde ve bu kadar belli olduysa iç organlarımızda da kendini göstermiş olmalı. İnsan beyni de giderek gençleşmiyor, aksine giderek durağanlaşıyor, yaşla birlikte ‘becerme, öğrenme, yapabilme’ elastikiyeti de eksiliyor.

Zaman içerisinde, hayatınızda kullanmaya devam ettiğiniz ve işinize yarayan bilgiler çerçevesinde becerilerinizi geliştiriyor ve bir bakıma bu becerilerle hayatınıza bir çerçeve çizmiş oluyorsunuz. Örnek olarak ben bir doktor oldum ve ilgi alanımı, okuma listelerimi, yeni bir şeyler öğrenme çabalarımı bu alana yönlendirdim, becerilerimi tıp uygulamaları konusunda geliştirdim. Bir konuda uzmanlaşmak, merak ve becerilerinizi o konuya sıkıştırmak anlamına da geliyor. Yani bir konuda derinleşmek, aslında derinleşebileceğin farklı konuları gözden çıkarmak anlamına da geliyor.

Benim için tıp dışı konular, mesela mühendislik konuları büyük bir gizem. Şu anda tıpla ilgili bir makale okusam kolayca anlarım, oysa bir mühendislik makalesini okumaya bile kalkışmam. Hadi bu yaştan sonra mühendis olmama gerek yok diyelim, ama bunu örnek olarak verdim. Aslında kolayca başarabileceğim yeni şeyleri de sırf alışık olmadığım için öğrenmeyi ret etme yaşındayım. Bizim beynim de kendi kuşağımın geneli gibi, etkin bir şekilde internet kullanmayı ret ediyor, çok gerekli şeyler dışında kullanamıyorum.

Yaşlılığın tanımı da tam olarak bu işte.

İnsan öğrendiklerini günlük hayatta kullanmaya başladıkça deneyim sahibi oluyor. Deneyimlediğin bir şey tekrar ederken sonuçlarını aşağı yukarı tahmin edebildiğin ve kendini rahat hissettiğin bir alan oluyor. Zaman içerisinde deneyimlerinden bir ‘’konfor alanı’’ edinmiş oluyorsun, yeni şeyler denemek artık sana gereksiz ve belki de korkutucu geliyor.

İşte buyur, durumun buysa yaşın kaç olursa olsun, yaşlandın. Elbette 60 yaşında başına kaskını takıp motosiklete atla demiyorum (canın istiyorsa neden olmasın) ama daha az riskli olup da daha önce denemediğin şeyleri deneyemiyorsan yaşlandın. Örnek olarak, her gün yediğin yemeğin yeni bir baharat katılmış halini kabul edemiyorsan, konfor alanından çıkamıyorsun. Yeni bir insanla  arkadaş olamıyorsan, okuduğun gazeteyi değiştiremiyorsan, yaz tatilinde hep aynı yere gidiyorsan, hep aynı kahvede oturup, hep aynı markete gidiyorsan, evet yaşlandın.

Hep aynı anıları tekrar tekrar hatırlıyor, yerine yenilerini koyamıyorsan, evet yaşlandın.

Beynin ve zihnin konfor alanından çıkmak istemiyor, doğrudur istemez. Bu durumda eğer iradeyi, yani istemli bilinci devreye sokmak gerekli diye düşünüyorum.

Çünkü beyin aynen kas gibi bir organ kullanmadığın yerler küçülüyor. Mesela kol kemikleri kırılırsa, alçıya alınır, birkaç hafta sonra kemik iyileşip, alçıdan çıkınca kaslar kullanılmadığı için hacim kaybeder, o kolun kalınlığı azalmış olur, diğer kolla kıyaslama yapılabildiği için bu durum açıkça görülür. Beyin de aynen böyle işte kullanmadığın kısımları küçülüyor.

İnsan beynini en çok çalıştıran şeyler, diğer insanlarla sosyal ilişkiler, bedensel çalışma ve yeni şeyler öğrenmektir.

Bedensel çalışma oldukça önemli bir nokta çünkü sadece el baş parmak hareketlerini kontrol ve idare etmek için bile oldukça geniş bir beyin alanı kullanılıyor. Yani hareketsiz bir yaşam tarzı, beynin oldukça büyük bir (motor hareket alanı) kısmını gözden çıkartmak anlamına geliyor. Hareketsiz yaşam beden sağlığı üzerinde de çok olumsuz etkiler bırakıyor. Mesela obezite, diyabet, yüksek tansiyon, depresyon, kolesterol yüksekliği, felç, kalp krizi gibi hastalıkların her biri hareketsizlik ve ‘’metabolik sendrom’’ ile ilişkilendirilmiştir. Metabolik sendrom; (öğrencilerime çağımızın seri katili) diye tanımladığım, en çok can alan hastalıklarına zemin hazırlayan bir durumdur.

Hareketsiz yaşam; sadece metabolik sendroma zemin hazırlamıyor, yani sadece beden sağlığımızı bozmuyor, aynı zamanda endorfinleri (vücudun salgıladığı mutluluk hormonları diye tarif edebilirim) azaltarak isteksizlik, bezginlik, can sıkıntısı yani depresyona zemin hazırlayarak ruh sağlığını da bozuyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, beynin bedenin hareketlerini kumanda eden geniş bölgesinin de daha az çalışmasına sebep oluyor. İşte bu nedenle bunamadan korunmak ya da en azından bunamayı ötelemek için düzenli hareket öneriliyor. 

Çok çeşitli nedenlerle insan hayatı uzadı ve uzamaya da devam ediyor. Sonuç olarak yaşlı nüfusun sağlık meseleleri giderek daha çok görünmeye başladı. Benim kendi düşünceme göre her bir bireye kendi beyin sağlığını korumak üzerine daha çok görev düşmeye başladı. Ben çocukken benim şimdiki yaşımdaki kadınların çoğu, çoktan dul kalmışlardı, köşelerine çekilmiş sevdiklerine kavuşacakları günü bekliyorlar olurlardı. Şimdi bizim nesilde hala önümüzde yaşanacak uzun yıllar var gibi duruyor. Herkesin en çok korktuğu şey bizim kültürümüz için, hastalanıp de diğer insanlara yük olmamaktır. O halde kasıtlı olarak bunamamak için özel çaba sarf etmeliyiz.

Yani hareket etmek zorundayız.

Öyle evinin konforu içinde, mutfakta sağa sola devinip iki yemek karıştırmakla, köşedeki kahveye kadar yürüyüp arkadaşlarla tavla çevirmekle hareket yapmak olmaz.

Haftada en az 3 kez, en az 30 dakika olmak koşuluyla orta tempoda yürüyüş yapmak öneriliyor. Ben kendi aklımla bu yürüyüşün net bir şuurla (şimdi farkındalık deniliyor) yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü insan yürürken, eğer çok alışık olduğu bir güzergahı takip ediyorsa, ya da bir yürüyüş cihazında yürüyorsa, zihin, her zamanki çalışmasına devam ediyor.

Benim fikrime göre insan zihni şeytanın çalışma odasıdır, hiç boş bırakmaya gelmez, hemen her türlü melanet zihnin karanlık köşelerinden ortaya çıkıp serbest dolaşıma geçer. Yürüme zamanı yarım kalmış yaşam hesaplarının çözüm zamanı değildir, eğer bir çözüm gelecekse zaten kaliteli bir yürüyüş zamanından sonra sezgisel olarak gelecektir.

Ben yürüyüş yaparken son zamanların moda deyimiyle ‘anda kalmak’ için doğada yürüyüş yapma taraftarıyım. Çünkü toprak zeminde yürürken, bir ağaç köküne, taşa, hayvan dışkısına ya da hayvana basmamak için her adımına dikkat etmek zorundasın. İşte bu kendiliğinden (spontane) dikkat insanı, bir gemiyi suyun üzerinde sabit tutan bir çapa gibi, doğa içerisinde ve yaşadığı anda tutan bir şey.

Eğer bir metropolde yaşıyorsanız, en azından spontan dikkati her an etrafta bulundurabilmek için farklı yollarda yürümek bir çözüm olabilir. Böylece farklı mahalleleri de tanımış olur insan, çünkü içinde yaşarken, aparmanın yanındaki tarihi eserden  habersiz olabiliyoruz, yeni bir yerde böyle ayrıntılar fark edilecektir.

Evde kalmak zorundaysan gene de hareket etmek mümkündür. Yoga, anda ve bedende kalmayı sürekli hatırlatan bir sistem olduğu için önerebileceğim bir hareketlenme şeklidir. Şimdi sanal ortamda hatta sandalye üzerinde yapılabilecek ücretsiz yoga dersleri bulmak mümkün.

Zorunlu sosyal izolasyonun duygusal yoksunluk boyutunu en aza indirmek için, görüntülü konuşmalar ve toplantılar bir parça da olsa işe yarayacaktır diye düşünüyorum.

Yalnız geçen ilk bahar ayları boyunca tahminime göre ben dahil pek çok kişi, geçmiş travmalarının üstesinden gelme gayreti içerisindeydi. Mesela benim ve sınıf arkadaşlarımın çoğu, daha önce düşünmeye pek de fırsat bulamadığımız, gençliğimizi karartan terör olaylarının üstünden geçtik, umarım biraz olsun şifa bulmuşuzdur.

Önümüzdeki sonbahar ve kış ayları salgının daha da büyüyeceği çok açık, bu dönemdeki izolasyondan sağlam kafa ve bedenle çıkmak için çaba sarf etmek gerekecek. Sanırım artık geçmiş yaralarımızın üzerinde durmamız gerekmeyecektir.

Sonuç olarak herkes eğer şimdiye kadar yapmadıysa, aile büyüklerine görüntülü konuşma konusunda bir kurs versin. Bundan sonra artık konken partilerini bile sanal ortamda yapmanın çarelerini arayacağız.

Sanal ortam bize ayrıca uzaktan eğitim fırsatı da sunuyor. Ben kendime 2 farklı konuda eğitim programı buldum. Yani evde oturup kafamı körelteceğime, biraz sıkıntıya katlanıp yeni bir şeyler öğrenmeyi seçtim.

Yani önümüzde sanal ortamı tepe tepe kullanacağım bir dönem var. Vira bismillah diyeyim. 

BU YIL EYLÜL AYI, İNZİVA KIŞINA HAZIRLIK AYI OLDU

Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize yazılmıştır. Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bakara suresi /216

Şimdi Eylül ayına girdik. Nedense hep hüzün, hazan gibi kelimelerle tarif edilir, ancak benim kendimce bütün yıl içerisinde en çok sevdiğim aydır. Uzun eğitim ve çalışma hayatım boyunca her zaman yeni bir eğitim yılına başladığımız ay olduğu için benim zihnimdeki takvimde yılın başı, yani başlangıçların ayıdır.

Aylarla ilgili şiir, şarkı gibi eserlerin çoğu Eylül ayı için yazılmıştır, çünkü renklerin çoğaldığı, doğanın uykuya geçme zamanının başladığı gizem dolu bir zaman dilimidir. Bazı yıllar bu araf zamanda yaz mevsimi devam eder, bazı yıllar ise ayaz başlar.

Eylül ayı, aynı zamanda çok çalışmanın ayıdır. Üzerinde yaşadığımız topraklar, insan neslinin toprağı işlemeye başladığı, yerleşik hayata geçtiği kadim topraklardır. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar, genlerine işlenmiş bilgelikle bu ayı önlerindeki soğuk kış mevsimine hazırlık yapmakla geçirirler.

Bu ay hasat mevsimidir. Hasat edilen sebzeler kurutulur, salçalar, tarhanalar, bulgurlar, turşular, reçeller yapılır.

Balık avı mevsimi açılır. Balıkçılar için çok daha farklı bir anlamı var, ama benim için artık bol balık yeme zamanıdır.

Köyde yerleştikten sonra, Eylül ayı benim için de kışa hazırlık ayı anlamına gelmeye başladı. Elbette kendi çapımızda.

Bu sene belli ki salgın devam edecek ve sosyal hayattan oldukça uzak kalacağız, hatta muhtemelen işlerimi haftada sadece bir gün şehre gidecek şekilde ayarlayacağım.

Bu düşünceyle evde sıkılmadan, daha uzun zaman geçirmek için kendime yapılacaklar listesi hazırladım. Çünkü pandemi başladığından beri bahçede oldukça uzun zaman geçiriyorum ve bu beni bir hayli oyalayıcı bir uğraş oldu, hadi sonbaharda da birkaç iş yaptım diyelim, ama kışın bahçe işi yok. Hem de günle kısa, geceler ise bitmek bilmiyor. Bu zamanlarda yapılacak kaliteli iş lazım diyerek açık öğrenime başvurdum.

Son yıllarda ikinci üniversite adı altında, üniversite bitirmiş kişilerin sınavsız başlayabildikleri bir usul çıkardılar. Birçok arkadaşım felsefe, sosyoloji, fotoğrafçılık gibi bölümler okudu. Ben de her zaman içimde kalmış arkeoloji merakımdan ötürü kendime müfredatında bol, bol arkeoloji olan bir bölüm buldum, ona başvurdum.

Şimdi 5 yıldan beri emekliyim, daha dingin yaşamayı seçtim ya bu süreçte anladım ki, artık iyice tedavülden kalkmışım, zaman ve teknoloji akıp gitmiş ben ayak uyduramamışım.

Yıllar önce, bir ara gene uzaktan okumak istemiştim. O zamanlar henüz ikinci üniversite diye bir kavram yoktu, yeniden sınava girmiş, oldukça da iyi bir puan almıştım. Trabzon’daki büroya bizzat başvurmuş, kitaplarımı almış, hatta ilk yarıyıl sınavlarını başarıyla vermiştim. Fakat bundan sonra bütün sınav dönemleri benim kongre zamanlarıma denk gelmişti ve sınavlara girememiş, sonuç olarak okuldan atılmıştım. Zaten girdiğim bölümü de hiç sevememiştim.

Şimdi nasıl olsa kongre yok, bu yıl öyle geziye filan da gidebileceğimi sanmıyorum. Üstelik tam da istediğim gibi bir bölüm bulmuşum. Kendimce bu konuda tecrübe sahibiyim ya, işlere başladım. Anadolu Üniversitesinin, Çanakkale’de bir bürosuna gidip kayıt için neler lazım diye sordum, bir problem çıkmadıkça büroya gitmeme gerek yokmuş, bütün işler artık internet üzerinden hallediliyormuş.

Bu sanal başvuru bile ufkumu açtı, mesela vesikalık resmi nasıl sanal bir evrak üzerine yapıştıracağımı öğrendim. Ayrıca bunca yıl, hem en uzun tahsili yapıp, hem de hep Üniversitede çalıştığım halde çağ dışı kaldığım bir yazılım olan YÖKSİS i duydum. Benim üniversite mezuniyetim artık paleolitik çağda kaldığından, öğretim üyesi kimliğim bir yana diplomam bile sisteme kayıtlı değilmiş.

Büronun burada faydası oldu, mezun olduğun okulu arayıp, diplomanızın sisteme girmelerini isteyin dediler. Elbette Hacette öğrenci işlerinin telefonu sürekli meşgul çıktı. Ben de sınıfımızın muhtarı Ayşegül Tokatlı’yı arayıp, ondan rica ettim, anında kaydımı yaptırdı. Teşekkürler muhtarım.

Bu aşamayı da geçtikten sonra, bu kez bir türlü ödemeyi yapamadım. Sonunda kredi kartımın internet alış verişine kapalı olduğundan işlem yapamadığımı anlayıp, kartımı internet alışverişine açtım. Yani bu konuda da çağ atladım, gerçi bizim köye kargo gelmiyor, ama bir arkadaşın adresini vererek, internet alışverişi yapabilirim artık.

Eğitim her yaşta lazım demek ki, sadece başvuru yapabilmek böyle, artık okuyunca halimi düşünemiyorum.

Geçen ay bazı şeyler yaşadım. Bunlar için de birkaç sözüm var.

Başımıza gelen ve kötü olarak nitelediğimiz olaylar, uzun vadede hayırlı olacaktır.

Bir kapı kapanırsa, bu diğer bir kapıyı aramak için bir bakış açısı yaratır. Bir şeyi kaybedersen, geride kalan boşluğu farklı ve tamamen farklı bir şeyle doldurma seçeneği ortaya çıkar.

Yani hayatından gidene gönül rahatlığı ile hoşça kal deyip, gelecek olana yer açmak lazım.

Bu Eylül elimizden geçici süre ile de olsa giden sosyal hayatımızın yerine dolacak hayırların zamanı olsun.

Show Buttons
Hide Buttons