Category Archives: Genel

MECBURİ SOSYAL İZOLASYON BİZİM NESLİ BİLE DİJİTAL ÇAĞA GEÇİRDİ, ARTIK ISLAH OLMAYIZ

Bilgisayarlar  ilk çıktığında ben otuzlu yaşlardaydım, bilgisayarların her masaya hatta her kucağa konması, internetin icadı ve yaygınlaşması bir 15-20 yıl daha aldı. Fakültenin amfilerinin alt yapılarının da tamamlanmasıyla, ancak 40’lı yaşlarımda derslerimi bilgisayarda hazırlamaya başladım.

Bizden sonraki nesil çok daha erken yaşlarda sanal dünya ile tanıştı, onların çocukları olan şimdiki bebeler daha doğdukları andan itibaren akıllı telefonlardan müzik dinliyorlar. Bütün haberleşmeler, bankacılık işlemleri, alışveriş internet üzerinden yapılıyor. Hatta evcil hayvanlar için bile dijital oyunlar var.

Doğaldır ki, bizim nesil bu kadar geç yaşta tanıştığı sanal dünyayı bir türlü yeterince verimli kullanamıyor. Hatta biraz da ürküyor.

Ben doçentliğe hazırlanırken bütün kaynaklarımı üniversitenin kütüphanesinden bulmak zorundaydım. Bunun en büyük artısı, tıp dergilerinde basılmış bütün bilgilerin hakemler kurulundan denetlendiğini bilir, literatürden aldığımız bilgilere güvenirdik. Ancak bu olumlu madalyonun diğer yüzünde, kütüphanede, hem de iş saati içerisinde saatlerce literatür tarayıp, tam da bulmayı istediğin sayı dışında binlerce dergiyi karıştırıp, hüsran içerisinde geri dönmek, üstüne işinde bulunmadığım saatlerde biriken işleri yetiştirmek için fazla mesai yapmak vardı.

Şimdi evinde otururken, kucağındaki bilgisayardan, hatta telefonundan bütün dergilere ulaşmak mümkün. Bu durumun olumsuz tarafı ise bir sürü yalan yanlış, denetimsiz bilgiye de bu kolaylıkla ulaşabiliyor olmak.

Evet, sanal ortamda çok kötü ve zararlı şeyler de oluyor,  anladığım kadarıyla, uyuşturucu satabiliyor, fuhuş yapabiliyor, hatta istersen kiralık katil bile bulabiliyorsun. Bu kadar ileri gitmesen bile hiç anlamsız oyunlara takılıp, gerçek dünyadan kopabiliyor, zamanını büyük çoğunluğunu ekran karşısında harcayabiliyorsun. İnternet bağımlılığı artık uyuşturucu bağımlılığı kadar önemsenen bir davranış bozukluğu halini aldı,  tedavisi de hiç kolay değil.

Benim bu dijitalleşmeye başlayan dünyada bir türlü ayak uyduramadığım şey ise dijital kitap okumak. Genç nesil kolayca bilgisayar ekranından kitap okuyor, ama bizim nesil, gözü görse de ekrandan okuyamıyor, okumaya çalışsa da elinde tuttuğu kağıda yazılı kitaptan okuduğu gibi anlayamıyor. En azından ben böyleyim, konuştuğum akranlarımın çoğu da böyle.

Bizim zamanımızda evet, basılı kitap okurduk. Hatta, kitaplarımla aramda tuhaf bir bağlılık vardır, defalarca okumuş olduğum bir kitapta bile asla bir yıpranma, altı çizilmiş satır, yaprak kenarlarında, cildinde bozulma göremezsiniz, gözüm gibi dikkat ederim çünkü. Fakültedeyken, ders kitaplarımı okurken uykuya dalar, sabaha kadar kitabım koynumda uyurdum, gene de hiçbir kitabımı yıpratmadım, hiçbir satırı, kurşun kalemle bile çizmedim. Eğer dikkatimi çekmek istediğim bir bilgi varsa, küçük kağıtlara notlar alır, o notları kitap arasında saklardım. Mutlaka altı çizilmesi gereken bir yerler varsa, kitaptan fotokopi çektirir, fotokopileri çizerdim. Bir başkasının satır altlarını çizdiği kitabı asla okuyup da aklıma sokamazdım. Çünkü dikkatimi çizilen satılar çeler ve diğer bir cümlede yazılan daha önemli bilgiyi gözden kaçırırım diye düşünürdüm. Bu alışkanlığım hala devam ediyor, tekrar okumayacağım kitapları, ikinci el kitapçılara vermek gibi bir huyum vardır, kitabı alan her ne kadar yeni göründüklerine şaşırır.

Benim için sanal dünyadan çekinmek için iki önemli sebepten biri, ekrandan okuduğumu, özellikle de uzun metinleri tam olarak kavrayamamak. İkincisi ise ne zaman internet üzerinden alışveriş yapmaya kalksam ya yanlış ürün aldım, ya da banka kartımın numarasını çaldırıp, bir sürü zarar ettim.

Bütün çekincelerime karşın, gene de sanal dünyayı yaşıtlarıma göre çok daha verimli kullandığımı düşünüyorum.

Birden bire, dünyayı corona virüs pandemisi sardı, bildiğimiz hayat değişti. Aniden evlere kapandık.  Bir çok iş yeri, okullar kapatıldı. Toplu halde sanal dünyanın nimetlerine her zamankinden daha çok muhtaç kaldık.

Okullar derslerini online yapmaya başladılar. Böyle bir şeyin olacağını rüyamda görsem hayra yormazdım, ancak oldu işte.  Aslında birkaç yıl Sağlık Bakanlığının tedavi hizmetleri için 10 yıllık bir plan hazırlamıştık. Ben de sosyal pediatri masasında moderatör idim. O çalıştayda, hastanelerde yatan çocuklar için, tek merkezden yönetilen, online hastane okulu projesi yapmış ve sağlık bakanlığına sunmuştuk. Bu kısıtlı programın bile gerçekleşeceğini hayal sanırken, bir anda bütün ülkede bütün okullardaki eğitim online hale geldi.

Sadece okullar değil, bütün işletmeler de online derse başladı, örnek olarak ben de piyano derslerini online almaya başladım. Ne kadar yoga stüdyosu varsa hemen hepsi online eğitime başladı, ya da evde yapabileceğiniz videolar yaptı. Ben de Trabzon’daki hocalarımın videolarını ile evde yoga yapmaya başladım. Böylece bahçede paraladığım kaslarımı gevşetiyorum.

En çok zorlayan mesele ise eğlence mekanları kapalı, evlerde de buluşamıyoruz. Resmen insansız kaldık. İnsansız yaşam sahası da pek tatsız tuzsuz oldu. Durum böyle olunca sosyal ilişkiler de sanal dünya üzerinden yürümeye başladı. Aynı anda bir çok kişi ile görüntülü konuşabileceğiniz programlar anında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Herkes kendi evindeyken telefondan kına gecesi yapan bile oldu.

Bir çok kişi, konuk davet ederek seri sohbet programları yapmaya başladı. Geçen gün Trabzon Devlet Tiyatrosu sanatçılarından biri olan Duygu Urhan bana telefon edip instegramda  böyle bir canlı sohbet programı başlattığını söyleyerek beni de davet etti.  Tabii hemen kabul ettim. SİS’li günler (Salgın, İzolasyon veya İlham ve Sanat) isimli bir söyleşi yaptık. Ben Çanakkale’de yatak odamda, o ise İstanbul’da evinde iken karşılıklı konuştuk. Dinleyiciler de istedikleri soruları yazarak sordular. Hem biraz bilimsel olarak bu günkü ve tarihteki salgınlardan, salgınların toplumsal düzeni nasıl değiştirdiğinden söz ettim. Daha sonra da bu izolasyon günlerinin aslında bizi istenmeyen sosyal ilişkilerimizden de kurtardığını, bu sessizliğin ruhumuzu ilhama açtığını, bir çok sanatçının benzer izolasyon günlerinde ürettiği sanat eserlerini , herkesin sanat eseri üretemeyecekleri gerçeğinden yola çıkarak en azından kalplerini iyilik yapma ilhamına açmalarını konuştuk.

Aslında 1saat süreceğini planladığımız sohbet genel istek üzerine 2 saate uzadı.

Belki bu yazdıklarımı yıllar sonra okuyan olur, ve ne kadar basit bir teknoloji kullandığımızı düşünür.  Daha önce bir çok canlı radyo ve TV programı yapmıştım, ancak sosyal medya üzerinden interaktif bir program gerçekten çok ‘yeni’ ve farklı oldu.

Galiba bizim nesil de ister istemez sanal dünyayı daha fazla benimsemek zorunda kalacak.

SİTTE-İ SEVR GÜNLERİNDE, SOSYAL İZOLASYONDA YIL DÖNÜMÜ, BAHÇE, İLHAM PERİLERİ VE 23 NİSAN

Güneş, Boğa burcuna girdi ve hemen ardından sitte-i sevr soğukları başladı. Nisan ayının 21’inde güneş, boğa takım yıldızının bulunduğu göksel alana girer ve hemen ardından 6 gün süren soğuklar olur. Bu sene Çanakkale’de 21 nisan yağmurlu geçti, 22, 23 nisan da ciddi poyraz var. Bu bölgede rüzgar, poyraz (kuzeydoğu) ise hava sıcaklığı bir hayli düşük hissediliyor.

Bu hafta köye yerleştiğimin 3. yılı dolmuş oldu. Aklımda şöyle orta boy bir sosyal etkinlik vardı, ancak bu izolasyon günlerinde ne dışarı çıkıp, ne de birkaç arkadaşı eve davet edip evde bir kutlama yapma imkanım yok. Ben de taşınma yıl dönümünde evin perdelerini yıkayarak, hiç olmazsa evin kendisine bir temizlik ritüeli armağan etmiş oldum. Perde yıkayıp, asmanın öyle güzellenecek bir tarafı yok, yorgunluktan başka bir şey değil, ama bu günlerde yaptığım her şeyi bir ritüel edasıyla yapıyorum, böylece günüme anlam atfetmiş oluyorum.

Buraya yerleşeli tam 3 yıl oldu ve ben bu yıla kadar bahçe ile çok az ilgilendim. Bahçe işi Nermin’e aitti, ben ise yılda en çok 3,4 gün yabani ot yoluyordum ama asıl ilgilendiğim, bostan hasadı ve hasat edilen ürünlerin kışa hazırlanmasıydı.

Bu sene bahçe ile ilgilenmeye karar verdim. Aslında niyetim köyden işçi çalıştırıp, onunla birlikte ufak tefek işler yapmaktı, ancak şartlar bu şekilde değişince, bahçenin işinin çoğunu yapmaya başladım. İzolasyon günlerinden önce havanın müsait olduğu günlerde, sadece 1,2 saat, o da eğer şehirdeki randevularımdan  fırsat bulabilirsem bahçede çalışmaya başlamıştım. Martın ortasından yani izolasyon başladığından beri, yağmur yağmadığı ya da aşırı rüzgar olmadığı sürece, günde 2-6 saat arasında bahçedeyim. Elimden çapa düşmez oldu. Hem bahçedeki işleri yapıyorum, hem kol ve sırt kaslarım güçleniyor, hem de bu rahvan günleri bayağı da yediğim halde kilo almadan geçiriyorum.

Çanakkale’de köy pazarına gitmek başlı başına bir sosyal olaydır. Pazar kurulduğu günlerde köylerde adam bulamazsınız. Bu yıl kalabalık dolayısıyla köy pazarına gitmek de riskli görünüyor. Pazara sadece Çanakkale’nin köy ve kasabalarından değil, çevre illerden de ürün geliyordu. Seyahatler de kısıtlandığı için pazarın bu yıl pek de zengin olacağını sanmıyorum. Yani bu yıl ciddi ciddi bostan yapmam lazım. Ben de işi daha da ciddiye aldım.

Zeytinleri bu yıl biraz farklı ilaçlattım. Okuduğum ve oldukça bilimsel bulduğum bir kitabın önerisine uyarak, kükürtlü, kireçli, bakır sülfatlı ve bu yıl ayrıca borlu karışımlarla tamamen doğal ilaçlama yaptık.  Tabii gübre olarak da, tamamen köyde serbest otlamış küçük baş hayvan gübresi kullandık.

Geçen yıl bizim zeytinlerin var yılı idi, bu yıl ise yok yılıdır.

Fakat bu yıl kışın ağaç gölgelerini güzelce kazdırdık ve oldukça derin budama yaptırdık, ilaçlamaları zamanında yaptık ve geçen yıllara ek olarak  bor da kullandık. Ağaçların altını bu hafta bir kez de makine ile kazdıracağım, önümüzdeki hafta damla sulama borularını serdireceğim.

Bu yılın verimine bakarak okuduğum kitabı denemiş olacağım. Eğer bu yıl zeytin olursa bundan sonra da bu yıl yaptığımız gibi devam edeceğiz. 

Bostanı ise bu yıl, önceki yıllara göre daha büyük yapmaya karar verdik. Hıdrellezden sonra kışlıkları hasat edip, yazlık fideleri ve tohumları dikeceğiz.

Bu yaz belli ki öyle başını alıp bir yerlere gitmek hayal. Ben de bahçe ile oyalanmayı düşünüyorum. Toprakla uğraşmanın garip bir tılsımı var, insan öğrendikçe öğrenmek, çalıştıkça çalışmak istiyor. Kendi ürettiğini yemenin de tadına doyum olmuyor. Marul yetiştirmeye başladığımdan beri salata yapmaya bile kıyamayıp, tavşan gibi kıtır kıtır yaprak yiyorum, yakında gibi ön dişlerim uzayacak. 

Şifalı ot bahçemin de dilinden daha iyi anlamaya başladım. Daha önce kıyıp da doğru dürüst budayamadığım çalılarımı bu mart başında eni konu budadım. Anladım ki çok yıllık bitkiler budama ile şenleniyor, hiç acımadan makaslayacaksın.

Yeşillendirmeye çalıştığım ve uygun yerlerine sarmaşıklar diktiğimiz duvarlar var. Geçen yaz bu sarmaşıklardan bazıları  bayağı dal çıkardı, budamayı beceremediğimiz için karmakarışık bir şekilde dallar birbirine girdi. Bu yıl onları da başka yerlerde gördüğüm örneklere göre dallarını seyrelterek budadım, iplerle demirlere doladım. Bir şekle sokana kadar da dolamaya devam edeceğim. Bu dolaktan sarkan kolları da duvar boyu budayarak şekillendireceğim, yoksa aman o dal kalsın, yaprak verdi, aman bu dal kalsın çiçek verdi diyerek, bir türlü yeşil duvar yapamayacağız.

Bahçe ile uğraşırken, benim gibi kara cahil isen en basit şeyleri bile ya okuyarak, ya köylüye sorarak, ya da daha önce yapan birinin örneğine bakarak ilerleyeceksin. Bizim köylüler bayağı bilgililer, ancak mesela bu güne kadar hiç bor kullanmamışlar. Ben kullanmak isteyince, ilaçlamayı yapan komşum, kendi zeytinlerine de bor attı. Hep birlikte sonucu göreceğiz.

Köyde hayat devam ediyor. Asıl şehirde dört duvar arasında zaman geçirmek oldukça zorluyor. Herkes, bu günleri bir şeylerle doldurmaya çalışıyor. Bu hafta sonu bir arkadaşımla internetten bir sohbet programı yapacağız. Sosyal izolasyonda zaman geçirmek için bize neler ilham olmalı  konusunda fikir üretmeye çalışacağız.

Dedim ya ben bahçe ile bayağı meşgul olmama rağmen, evde  yaptığım her şeyi bir ritüel duyarlığıyla yapmaya çalışıyorum. Yarın 23 Nisan 2020, yani, Türkiye Cumhuriyetinin, Birinci Büyük Millet Meclisinin kurulmasının üzerinden tam yüzyıl geçti. Gazi, bu günü yarınlara umut olması için Ulusal Egemenli ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmasına karar verdi.

Ne yazık ki bu yıl bu coşkuyu meydanlarda birlikte kutlayamayacağız, ancak millet olarak çok kararlıyız, herkes evlerini bayraklarla donatacağız ve hep birlikte pencerelerden balkonlardan İstiklal Marşımızı okuyacağız.

Bu yalnızlık günlerinde geleceğe umutla bakmak üzerine düşünmeyi de ihmal etmeyeceğiz.

Önceden bayrağı dışarı asıyordum, şimdi kapalı balkonun camının güneşliğine içerden takıyorum. Biraz önce Sermin’le birlikte, büyük bir saygıyla, bayrağı iğneledikten sonra güneşliği yükseltip, basbayağı göndere bayrak çekme merasimi yaptık.

BİR SALGIN YAZISI DAHA, GEÇEN BÜYÜK SALGINLA KARŞILAŞTIRMA, ŞİMDİ NELER OLACAK SORUSUNA CEVAP ARAMA ÇABALARI

Daha pandeminin başlarındayız, henüz tünelin sonunu tam olarak tahmin etmek pek mümkün değil. Dünya tarihinde birkaç çok belirgin hastalık salgını olduğu biliniyor. Bunların çoğu vektörler (taşıyıcılar, mesela veba örneğinde fareler) ve su yolu ile bulaşan (kolera) hastalıklardı. Amerika kıtasını bulan ilk Avrupalılar, beraberlerinde bir çok hastalığı da taşıdılar ve daha önce hiç karşılaşmadıkları mikroplarla karşılaşan insanlar büyük ölçüde kırıma uğradı. Mesela çiçek hastalığı ‘eski dünya’ üzerinde son 50 yıla kadar her zaman büyük problem olmuştur, ancak ‘yeni dünya’ insanları bu hastalıkla hiç karşılaşmamış, dolayısıyla hiç bağışıklık kazanmamıştılar. Kısaca yerliler çiçek hastalığından soy kırıma uğradı demek yanlış olmaz.

Bilinen salgınlardan bu günküne en çok benzeyeni ise birinci dünya savaşı sırasında ortaya çıkan ve İspanyol gribi diye adlandırılan salgındır. Bugünkü salgına sebep olan virüs, o zamanki virustan daha farklı bir virüstür, ancak bulaş şekli ve başlıca solunum yollarını tutması yönleriyle benzerdir.

Damlacık yolu ile bulaş olduğunda hastalık insandan insana yüz yüze yakın temasla ve ya da kapalı alanda birlikte bulunmayla geçer. Bu şekilde bulaşan bir hastalığın bütün dünyayı dolaşabilmesi, daha önceki yüzyıllarda pek de mümkün değildi, çünkü hem dünya nüfusu çok daha azdı, hem de çok daha düşük yoğunluklu topluluklar şeklinde yaşanıyordu, üstelik bu küçük topluluklar arasındaki seyahatler de oldukça kısıtlıydı.

Birinci dünya savaşında grip salgını ortaya çıktığında gençler, kışlalarda, yatakhanelerde, cephelerde (toplu halde) ve savaş koşullarında (yani sağlıksız ortamlarda) yaşadıkları için birbirlerine bulaştırma ve ölüm oranları yüksek oldu.  O salgında ölenlerin sayısı (40-100 milyon)  savaşta ölenleri geçmiş ve süresi 3 dalga halinde 2 yıla yakın sürmüştür.

Bu gün şartlar, o günkünden çok daha farklıdır. Her şeyden önce dünya nüfusu o günlerde 1,5 milyar bile değilken bu gün 8 milyara yaklaşmıştır. Ayrıca o zaman insanların %80’i köylerde yaşarken bugün %60’ından fazlası şehirlerde yaşamaktadır. Yani hem nüfus çok artmış hem de çok daha yüksek yoğunlukla, daha dar alanlarda yaşamaya başlamıştır. Üçüncü bir faktör de o salgında muhtemelen savaşan ordulara lojistik destek sağlayan birlikler ve yeri değiştirilen birlikler dışında pek de yerini değiştiren insan yokken, bugün ulaşım kolaylığı sayesinde sıradan insanlar olarak büyük kalabalıklar halinde dünyayı dört dönüyoruz. Mesela ben, Marco Polo’dan daha fazla gezdim.  

Bir başka önemli faktör de bu gün hem salgın bilimi (epidemiyoloji) hem de tıp bilimi açısından o güne nazaran çok daha üst düzeydeyiz. Dolayısıyla bu kesinlikle bu salgında o günkü kadar çok ölüm olmayacağını biliyorum, ancak süresi ve ilk dalganın ardından başka dalgalar yapıp yapmayacağı konusunda henüz bir ön görüm oluşamadı.

Şu anda hastalık belirtisi gösteren insanlardan sadece testi pozitif çıkanlar istatistiklere giriyor. Testi negatif çıkan ve klinik olarak corona hastası kabul edilip, tedavi gören, iyileşen, ölen bir çok  kişi daha var. Bu gurup hastalar rakamlara yansımıyor, ancak  testin pozitiflik oranına bakacak olursak, sayıları test pozitif çıkanlardan çok daha fazla olmalı.

Benim tahminime göre bu salgında ülkemizde kaç kişinin hasta olduğunu hiçbir zaman net olarak öğrenemeyeceğiz. Ancak yıllar sonra ölüm sayılarına bakıp, bu salgında kaç kişinin öldüğünü hesaplayabiliriz. Bu dönemde trafik kazası ile ölümler oldukça azaldığı için gene de salgından kaynaklanan ölümler yaklaşık olarak hesaplanabilecektir. Ölüm sayılarına bakarak kabaca gerçek hasta sayısını tahmin etmek mümkün olacaktır.

Bütün bu süreçte belli ki dünyanın yükünü sağlık ve lojistik alanlarında çalışan bir çok görünmeyen kahraman kaldıracak.

Bundan 5 yıl önce olsa ben de şu anda bu savaşta cephede (hastanede) olacaktım, ancak şu anda bana düşen görev,  hastalanmamak ve dolayısıyla hastalığı yaymamak için maksimum özeni göstermek. Yani sosyal izolasyon kurallarına uymak, zorunlu olmadıkça sokağa çıkmamak, çıkmak zorunda kalınca maske takmak ve insanlarla arama mesafe koymak.

Çünkü eğer ben hastalanmazsam, benim bulaştıracağım insanlar da hastalanmayacaklar. Yani bu durumda hastalanmamaya çalışmak, bu salgının kısıtlanması için yapılacak çok önemli bir toplumsal görev.  Bu savaşta en kolay iş bize düştü, sıkıldım demeye, sızlanmaya hakkımız yok.

Aslında en zor günlerde insanı umutlandıran o kadar güzel şeyler de oluyor ki, işte dünyayı bu güzellikleri yapan insanların niyetleri kalkındıracak. Bir çok kişi iyilik gurupları  oluşturdu, evlerinde maskeler dikmeye, yemekler yapıp sağlık çalışanlarına götürmeye, komşusunun alış verişini yapmaya, bakkal borçlarını kapatmaya başladı.

Bu salgın herkesi farklı şekillerde etkiliyor. Evde izolasyonda olanı farklı, hastalığı geçireni, yakınını kaybedeni farklı, sağlık ve lojistikte çalışanı farklı, işini kapatmak zorunda kalanı farklı, ama herkesi bir şekilde etkiliyor ve etkilemeye devam edecek.

Bu günler bize belirsizlikte yaşamanın ne demek olduğunu öğrettiği gibi, toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı da öğretecek. Salgın bittikten sonra öyle sanıyorum ki, akıl sağlığımızı, sosyal ilişkilerimizi, hayattaki önceliklerimizi gözden geçirip, yeni değerlere sahip çıkacağız.

ZORUNLU İNZİVA GÜNLERİ; ZAMAN ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Oldum olası, zamana karşı  garip bir merakım ve farkındalığım  vardır.   

Günün her anında saate bakmadan da üç aşağı, beş yukarı saati tahmin edebilirim. Sabah gözümü açtığımda saatin kaç olduğunu bilirim. Sadece güneş takvimini takip etmem, ay döngülerinin de istemesem bile farkında olurum. Dolunay günlerinde gözüme uyku girmez mesela.

İnsanoğlunun zaman ölçüm birimleri ilgimi çeker. Her konuda onluk sayı sistemini kullanırken neden zaman birimleri bu kurala uymaz,  neden haftada 7 gün vardır, neden yıl 12 aya bölünmüştür, neden hiçbir doğa olayı ile örtüşmeyen bir gün yılın başı kabul edilmiştir gibi soruların yanıtlarını araştırır, bulurum. Okuduklarım çok merakımı daha da uyandırır.

(Zamanın ne hızla geçtiğine dair  matematiksel ölçütler kadar,  kuantum fiziksel ve felsefi boyutunu da düşünürüm. Zaman ne zaman başladı, sonlu mu sonsuz mu,  doğrusal bir şekilde mi geçiyor, yoksa her şey bir anda mı oluyor, evrenini her noktasında aynı hızda mı geçiyor, evren genişledikçe hızlanıyor mu, nedir, ne değildir sorularını da öğrenmeye gayret ederim. Elbette bu konular hakkında  aklımın alabildiğini pek iddia edemiyorum, ancak bir kitap okuduğum ya da bilen birini dinlediğim zaman resmen büyülenirim. Bu mesele gündelik hayatta konu dışı, ancak bu inziva günlerinde merak edenler için muhteşem bir araştırma konusudur.)

Zamanın bir de ruhsal/duygusal bir boyutu vardır ki, bununla da fazlasıyla ilgiliyim. Bazen bir dakika bir saat gibi geçer de, saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamazsınız bile.

Zaman karşı ilgim sadece akademik boyutta değil, örneği bütün hayatım boyunca, günlük hayatımı düzene sokmak için  kişisel ‘zaman yönetimi’  yaptım, zaten kafamda bu tür şablonlar olmasa, hiçbir işimi bitiremezdim.

Gündelik hayatımda, kafamda bir ölçülebilir olan ‘dışsal zaman’ var (seneler, aylar, haftalar, saatler, dakikalar). Bir de  zamanın, kendi içinden geçme süresi var, zamanın hissedilen geçme hızına da ‘içsel zaman’ diyorum.

Örneklendirecek olursak;

Bir şey yetiştirirken dört nala koşan zaman, bir şey beklerken kaplumbağa hızıyla geçer. Oysa kolunuzdaki saate bakarsınız, dışınızdan geçen zaman, içinizden geçenden çok farklıdır.

Zamanın ‘dışından’ geçme hızı ölçülebilir, matematikseldir, profesyonel anlamda işleri yaparken saate önem vermek, planlama gerektirir ve başarı getirir.  ‘İçinden’ geçen zaman ölçüye gelmez, ancak kaliteli geçirdiğin zaman mutluluk ve sosyal başarı getirir.

Bir cerrah olduğunuzu ve bir saat sürecek bir ameliyat yaptığınızı düşünün. Bu durumda, zamana profesyonel anlamda önem verirsiniz, her bir saniyeyi maksimum dikkatle ve teker teker geçirirsiniz. Büyük olasılıkla da bir saatin sonunda bir sorun çıkmadan çabucak bitti diye düşünürsünüz.

Şimdi bir de o ameliyat olan hastanın, ameliyathaneden çıkmasını bekleyen kişi olduğunuzu düşünün. O kapıda beklerken, o bir saniye maksimum dikkat içerisinde değil ama, maksimum kaygı ve beklenti içindesiniz. Bu bir saat, nasıl da uzadı da uzadı değil mi?

Bugüne kadar, çalışma arkadaşlarım tarafından da kolayca fark edilebilen oldukça iyi bir ‘dışsal zaman yönetimi’ kavramım vardı. Bu sayede her sınava girerken hazırlıklarımı tamamlamış olurdum,  işlerim ne kadar çok olursa olsun, günün sonunda yapmayı düşündüğüm çoğu şeyi bitirmeyi başarırdım. Bitiremediklerim de çoğu zaman ya başkalarına bağımlı olan, ya da zamana yayılması gereken işler olurdu.

Ben listeler yapıp ve yaptığı işlerin üzerini çizenlerdenim. Her zaman masamın üzerindeki takvimde, saatimde, gözümün önünde yapılacak işler listeler vardır. Emekli olduktan sonra günün saatlerini bu denli kılı kırk yararak ayarlamadım, ama gene de yapılacak günlük işler listesi kullanmaya devam ettim.

Neredeyse 5 yıllık emekliyim, sabahları öğlene kadar uyumak ya da sabahlara kadar oturmak, evde yatak kıyafetleriyle dolaşmak gibi alışkanlıklar geliştirmedim.  Günümü ve haftamı gene yapılacak işler listelerimle geçiriyorum. Böylece günleri, saatleri karıştırmıyor, yapılması gereken işlerin zamanını aksatmıyorum.

Ancak böyle bir ruhsal disipline sahip olan biri olarak, her zaman bir süreliğine inzivaya çekilip, düşüncelerimi gündelik hayattan koparmak ihtiyacı hissetmişimdir. Hatta yıllar önce bir arkadaşıma takılıp, bir gurubun küçük bir sahil kasabasında yapacakları inziva hafta sonuna katılmıştım.

Oraya giderken toplu taşıma kullanılmamıştı, gurupta arabası olan birkaç kişi arabasına bizleri almış ve motele öylece gitmiştik. Arkadaşım ve ben de dediğim dedik yaşlı bir adamın arabasıyla gittik. O zamanlar daha yeni doçent olmuştum, altımda da yeni kimse yoktu, işim kaldırabileceğimden çok daha ağırdı. Ne gecem ne gündüzüm vardı. 

Giderken yolda adam bize bu inzivadan ne beklediğimizi sordu, ben de telefonum kapalı olduğundan (hastanedekiler de bu durumu biliyordu)  bir hafta sonu, kimse beni bölmeden  kesintisiz uyumak, kafamı dinlemek istiyorum diye cevap verdim. Bu cevabım adamı o kadar kızdırdı ki anlatamam, insan gününü kendi planlarmış, kendine zaman ayıramayan beceriksizmiş, bana saymadığını bırakmadı.

Ancak o inzivada, tanışma sırasında meslekler de söylendi, benim doktor olduğum duyulunca, her bir katılımcı bana derdini anlattı, sorular sordu, nefes bile aldırmadı. Sadece bir ara arkadaşımla kaçıp sahilde biraz yürüyelim dedik, arkamızdan koşarak geldiler, beni geri çağırdılar. Baktım motel sahibi histerik kriz geçiriyor, burnuna kolonya sürüp ayılttım. Uzun sözün kısası o hafta sonunda güya telefonlar kapalı tutulacaktı, hiçbir dışsal uyarı almayacaktık, katılımcılar benim canıma okudular. Giderken bana bir sürü saydıran aksi ihtiyar, dönerken ‘kusura bakma, sen gerçekten dağın başına gidip inziva yapmalısın’ dedi.

Uzun sözün kısası,  inziva yapmaya uygun bir hayat yaşayamadım, ama yapabilmeyi isterdim. Şöyle gerçekten her şeyden ve herkesten uzakta bir hafta geçirmek ne güzel olurdu. Tabii ki olmadı.

Fakat işte bu güne gelindi, pandemi oldu, zorunlu olarak evlerimize kapandık.  Şu inziva (ben karantina demiyorum) günlerinde, hayatımda ilk kez saatleri olmasa da günleri birbirine karıştırdım, çünkü artık zaman ölçütüm, dışımdan geçen zaman değil.

Evde otururken (ne kadar inziva dedikse de gerçekçi olmak lazım) acaba hastalık kapar mıyım diye kaygılanırken, ben şöyle güzelce tefekküre dalayım, varoluşsal meselelerimi düşüneyim, fenafillah olayım demek de pek mümkün değil.

 Bu günlerde en önemli, evde zaman geçirirken, içinden geçen zamanı nasıl olur da kısaltırım, yani ne yaparsam daha kaliteli zaman geçiririm sorusuna yanıt bulmak. Bu sorunun cevabı herkese göre farklıdır. Ama çok rica ediyorum, daha az yiyip, daha fazla hareket yapmanın bir yolunu bulun.

CIRTCIRTLI BİR MUSİBET GELDİ, KENDİ AYAKLARI YOK AMA İNSANLAR ÜZERİNDE DÜNYAYI DOLANIYOR. ONU DURDURMAK İÇİN, SİZ DURUN, EVİNİZDE OTURUN.

Daha önceki bir yazımda sözünü etmiştim, corona virüsler kabaca bir RNA ve üzerinde çıkıntıları olan bir zarftan ibaret virüsler. Virüsler cansız ortamlarda çoğalamadıklarından çoğalmak için mutlaka canlı bir hücrenin içerisine girmeleri gerekiyor, bir kez hücre içerisine girince de, hücrenin kaynaklarını kullanarak kendi genetik materyalini (corona örneğinde RNA) aktive ediyor ve bir çok yeni virüs ortaya çıkıyor. Bu süreç içine girdiği hücrenin ölmesi ile sonuçlanıyor.

Corona virüsün  zarf ya da zar dediğimiz dış kısmı küçük çıkıntılarla dolu, sırf bu görüntü bile bana canlı hücreye yapışma özelliğinin ne kadar fazla olduğunu gösteriyor.

Şu anda, ayakkabıdan giysiye son derece sık kullanılan cırt cırtlar, neredeyse düğme ve fermuarların yerlerini tamamen aldı. Bu tip kapat aç mekanizmasının keşfi aslında 1948 yılında George de Mestral tarafından yapılmıştır. İlhamını ise doğadan almıştır, bir gün köpeğini gezdirirken tüylerine yapışan dulavratotu tohumlarından almıştır. Herkes bilir ki dulavratotu tohumları dış kısmında ince ve yapışkan çıkıntılara sahiptir, dokulu bir yüzeye yapıştı mı kolayına bırakmaz.

İşte bu corona virüsler de aynen dulavratotu tohumu gibi cırt cırtlı. Canlı hücre zarına bir yapıştı mı bırakmıyor anlaşılan. Aslında bu cins virüsü Ebola, SARS, MERS gibi salgınlardan tanımaya başlamıştık. Şimdi de COVID 19 pandemisi ile gündemde.

Daha önceki nispeten coğrafi sınırları içerisinde kalan salgınlarda çok daha saldırgan bir formdaydı. Çok kısa sürede hasta ediyordu ve öldürme oranı da çok daha yüksekti. Bu tip mutasyonlar uzun sürede virusun varlığını devam ettirebilmesi için müsait değildir. Bu durumda daha az saldırgan mutasyon gelişti, böylece virüs bütün dünyayı dolaşabiliyor, çünkü şimdi çok daha uzun sürede kişiyi hasta ediyor, böylece bulaştırıcılık oranı çok yüksek oluyor. Diğer formlara göre daha az öldürücü, ama hasta sayısı çok fazla olduğu için çok fazla ölüm görüyoruz.

Bu durumda bize düşen görev, hastalığın hızlı yayılmasına engel olmamak için bireysel olarak toplumdan soyutlanmak. Çünkü bu cırt cırtlı musibet, esas olarak damlacık yoluyla bulaşıyor, diğer bulaş yolları ise çok sınırlı. Yani kimseyle ağız ağıza gelmemek lazım. Bu tip bir bulaşa engel olmak için fiziksel bariyerler, ayni yüz maskeleri oldukça işe yarar.

Ben de çok yakında konunun uzmanlarının artık herkese sokağa çıkarken maske kullanmasını önereceklerini düşünüyorum. Evet, maskeler birden bire çok pahalı hale geldi, ancak ev yapımı maskeler de işe yarar, emin olun.

Çıkmak zorunda kalanlar lütfen yüz maskesi kullansın.

Bu cırt cırtlı musibeti oradan oraya gezdiren at/araba olmasın.

Dün 12 gün üzerine elzem ihtiyaçlar için şehre indim. Hastalanıp da hiç kimseye sebep olmamak için maske taktım.

Eczanede kapıyı bir masa ile kapatmışlardı, sokakta reçetemi gösterip, ilaçları öyle aldım.  Marketlerde ise ya içeriye sınırlı sayıda müşteri alıyorlar, ya çalışanlarına korunaklı yüz maskeleri dağıtmışlar, kapılara el dezenfektanları koymuşlar. Hazır dışarı çıkmışken kış lastiklerini değiştirmek istedim, kapıdan girerken ateşimi ölçtüler.

Bütün bu önlemler yeterli olacak mı?

Ben maalesef hiç sanmıyorum. Henüz bir çok kişi,  işin ciddiyetini anlamadı diye düşünüyorum.

Mesela dün şehirde oldukça fazla insanın, maskesiz öylece gezinip durduğunu gördüm.

Mesela dün Trabzon’da tetkik edilmekte olan bir hastanın oğlu tarafından hastaneden kaçırıldığını duydum.

Mesela dün İstanbul’dan arabasına atlayıp yazlıklarına göçen insanların Bodrum, Marmaris gibi yazlık yerlerin girişlerinde yaptıkları araba kuyruklarının resimlerine baktım.

VİRÜS KENDİSİ DOLAŞAMAZ, DOLAŞAN ONU BEDENİNDE TAŞIYAN  BİZLERİZ.

BİR DURUN, BİR OTURUN EVİNİZDE.

BU DÖNEMDE HAYAT BOYU OTURMADIĞIMIZ KADAR ÇOK EVDE OTURUYORUZ, TELEFON TRAFİĞİMİZ ARTTI, TEV’DEN DE BİR TELEFON ALDIM.

Şu günlerde herkesin canı çok sıkkın, ne yapayım, insan dediğin sosyal bir yaratık, göz göze bakmak, yüz yüze konuşmak istiyor. Şöyle dostlarla bir arada oturup, iki lafın belini kırmak ne büyük zenginlikmiş zor yoldan anladık. Bari yeniden bir araya gelince gırtlak boğaz kavga edilmese, ancak insan zihni nisyan ile maluldür (insan unutur) derler, eminim ki bu günler de unutulur, derhal gündelik hırslar ortaya çıkar, gene herkes birbirini yemeye devam eder.

Bu salgın ve karantina günlerinin tarihsel önemi olduğunu düşünerek yazmaya devam ediyorum. Şu anda inanılmaz bir savaş veriliyor. Birkaç yıl önce olsaydı, bu savaşta çarpışan gurubun içerisinde olacaktım, şimdiyse evde oturan guruptayım. Bize düşen görev, hastalanmamak için bütün önlemleri alarak, toplumu ve sağlık ordusunu riske atmamak.

Çocukken ‘Anna Frank’ın hatıra defterini’ okuyup inanılmaz etkilenmiştim. İçinden geçtiğimiz şu günlerin de hiçbir şey yapılmadan geçiyormuş gibi görülmesine karşılık yazılması gerektiğini düşünüyorum. Kişisel tarih yazarak sivil tarihe bir ışık tutma bilinciyle bu bloğu yazmaya başlamadım mı ben?

Doğal olarak bu günlerde, telefon trafiğim oldukça arttı. Hem akraba ve arkadaşlarımın sağlık haberlerini alıyorum, hem de bazılarının paniklerini azaltmaya gayret ediyorum.

Tanıdıklarımdan bazıları daha fazla önlem alıyor, iyice kafayı bozmuş durumda (şimdiki halde bu durum, hiç aldırış etmeyenlerden iyidir elbette). Bunlarla sohbet genel olarak marketten alacaklarını nasıl seçtikleri,  kuryeyi ve paketleri nasıl karşıladıkları, nasıl ekmek pişirdikleri, nasıl temizlik yaptıkları doğrultusunda geçiyor.

Diğer bazılarının merakları aşırı bilimsel oluyor, ben ne virolog ne de epidemiyolog değilim ancak TV ekranlarından özellikle de sevgili Mehmet Ceyhan’dan duyduklarını bana teyit ettirmekle geçiriyorlar. Ben de okuldan ve  kısa süren Halk Sağlığı eğitimimden hatırladıklarımın da yardımıyla cevaplar vermeye gayret ediyorum.

İlginç olan telefonlardan biri de kuzenim Tülin ile yaptığımdı. Tanıdığı amatör bir astroloğun ön görüleri üzerine uzun uzadıya konuştuk. Bu kadar mı doğru öngörü olur, hayretler içerisindeyim. Dediklerinin kalan kısmı da doğruysa daha bu 2020’nin elinden çekeceklerimiz bitmedi.

Bu telefonlardan biri diğerlerinden farklı ve hem içerik, hem de teknoloji kullanımı açısından oldukça özeldi.

Hatırlayanlar olacaktır, emekli olup da Çanakkale’ye yerleşmeye karar verince, Trabzon’da oturduğum evi, Türk Eğitim Vakfına bağışlamıştım. Hayretle, Trabzon şubesinin, bu bağışı nasıl kabul edeceğini dahi bilemediğini fark etmiştim. Çünkü daha önce hiç kimse böyle bir bağış yapmamıştı. Aslında veren el alan eli bilmemelidir kuralına inanıyorum, ancak ben, belki insanları bağış yapmaya teşvik olur diye, bu bağış sürecini bloğumda paylaşmıştım. Bu yazıyı, TEV çok değerli buldu ve birkaç kez ulusal medyada kullandı.

Bu hatırlatmalardan sonra, Trabzon TEV şubesinde çalışan Emrah Nebioğlu’nun aşağı yukarı 2, 3 ayda bir beni arayıp, hal hatır ve bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorarak beni unutmadıklarını zarif bir şekilde göstermeye devam ettiğini de söylemeliyim. Bahsettiğim özel telefon Emrah’tan geldi. Görüntülü bir aramaydı, bir TEV bursiyerini de bağladı, üçümüz farklı yerlerden telekonferans gibi birbirimizle konuştuk.

Meğer TEV bağışçılarının hepsi 65 yaş üzeri olduğu için (ben en genç bağışçılardan biriyim), salgın sırasında duygusal destek vermek amacıyla,  bursiyerlerle konuşturuyorlarmış.

Fakat tabii bizim duygularımızı belli etme şeklimiz diğer bir çok millete benzemiyor. Sözüm ona beni sevindirmeye çalıştılar. Karşımda hemşirelik öğrencisi olan pırıl pırıl bir genç kızı görünce birden bire ağlamaya başladım. Ağlamak da gülmek gibi bulaşıcı galiba, göz yaşları sel oldu, hem Emrah’ı hem de Sümeyye’yi de ağlattım. Belki birkaç yazımı okuyup, birkaç olay karşısında nasıl ağladığımı yazdığımı hatırlayan olur, kimse beni sulu gözlü sanmasın, gerçekten çok az ağladığım için önemseyip yazmışımdır, yoksa kolayına ağlayamam.

Daha sonra Emrah bu görüşme sırasında çektiği resmi beğenmediği için, ikinci bir görüşme yaptık ve ben de nihayet aklımı başıma devşirip genç meslektaşıma, sağlık çalışanı olmak nasıl bir şeydir onu anlatmaya çalıştım. Sosyal dayanışmanın ne denli önemli olduğunu herkesin anladığı böyle bir dönemden geçmekteyken, sosyal dayanışma ruhunun en yüksek olduğu bir mesleği seçtiği için kendisini tebrik ettim. Bir de mutlaka kendisinin de ileride en az bir öğrenciye burs vermesini istedim.

Elbette gençlerin bana evde otur, sosyal izolasyon yap demeleri gerekmedi, ben onlara, hastalanmamak için neden en yüksek özeni göstermeleri gerektiğini anlattım.

Daha sonra iznimi alıp bu görüşmeyi de yerel medyada ve TEV’in sosyal medya hesaplarında kullandılar.

Ev günlerinde elbette TV izleme, sosyal medya kullanma sürem de inanılmaz arttı.

Herkes dünyada olan biten her şeyi bir kenara koyup, salgına kilitlendi. Kendini koruma işini obsesyon düzeyine çıkaran da, akılcı önlemler alan da, hiç aldırmayan da var. Salgınla ilgili TV kanallarında konuşan bilge doktorların çoğu sınıf arkadaşım ya da yakın tanıdığım, onları bu zor dönemde halkı aydınlatmak üzere bu kadar gayretle verdikleri uğraştan ötürü kutluyorum. Bütün konuştuklarıma, onların verdikleri bilgilerden başkasını önemsemelerini öneriyorum.

Corona salgını çıktığından beri sosyal medya kullanan herkesin sanatçı yönü ortaya çıktı. Corona üzerine atma türküler mi atılmadı, şiirler mi yazılmadı, karikatürler mi çizilmedi, özlü sözler mi söylenmedi. Bu ağır gündem içinde mizah çok önemlidir, tabii mizah işi hafife almak anlamına gelmemeli.

Benim en çok hoşuma gidenlerden biri de corona virusun komünist olduğu söylemi, evet çok doğru ne zengin dinliyor, ne fakir dinliyor, ne kraliçe dinliyor, ne çöpçü. Bütün insanları birbirine eşitledi.

İngiltere tahtının varisi olan Prens William, daha geçen hafta bir hastane ziyaretinde öksürünce, ‘şimdi Cambridge dükü size corona virüs bulaştırıyor, sizce de bu işi basın biraz abartmadı mı’ diyerek gülmüştü. Üzerinden bir hafta geçmeden ilk sıradaki veliaht prens olan kendi babası Charles’ın ve hatta muhtemelen kraliçenin de testleri pozitif çıktı. Bu hafta başında Prens William’ın çocuklarının sağlık çalışanlarını alkışladığı bir video yayınladılar. Karısıyla kendisi de halka moral veriyoruz diye telefon başında poz verdiler.

Daha geçen hafta İngiltere başbakanı da biz karantina filan yapmayız, hastalığı geçire geçire atlatacağız demişti, bu hafta hasta sayısını görünce sosyal izolasyona başladılar. Hatta bizzat kendisi de pozitif çıktı, şimdi kraliyet ailesi de İngiltere başbakanı ve sağlık bakanı da karantinada.

Bir de herkes ekmeğini evinde yapmaya başladı. Sanırım corona sonrası bir de obezite salgını baş gösterecek.

Bu resimde hepimiz ağlıyoruz, ancak Emrah suratının ortasındaki telefonun karizmasını çizdiğine karar verdi.
İkinci telefon haberli gelince ben de TEV teşekkür yazısının önünde poz vermeye fırsat buldum

KIYAMET HAZIRLIKLARI EĞİLİMİ, ANCAK SORUN BİYOLOJİDEN ÇIKTI, BİR ISSIZ ADAM MODELİ, ACABA KÖYLERE GERİ Mİ DÖNÜLECEK?

Geçtiğimiz yıllar içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinde ciddi bir ‘kıyamete hazırlanma’ akımı başladı. Bir çok kişi ve aile, insanlığın sonunun geleceği günlerin yakın olduğunu düşünüp, bu son günlerde, hayatta kalmak ve kendi kolonisini yaşatmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Bazıları sadece kendi çekirdek ailesini kurtarma peşindeyken, diğerleri daha geniş bir sosyal ağ kuruyor. Bir şekilde kötü günler geçince, daha az kalabalık bir dünyada yaşama devam etmeyi düşünüyorlar.

Bu insanlardan bazısı, dünyada bir çevre felaketinin olacağını, suyun biteceğini, atom bombası atılacağını, biyolojik savaş çıkacağını, uzaylıların dünyayı istila edeceğini ya da daha gerçekçi olarak kalabalıktan artık yetişmeyen kaynakları paylaşamayan, yeryüzü halklarının başlatacağı bir savaşın, bütün  toplum kurallarını alt üst edeceğini düşünüyor.

Kıyamete hazırlanma konusunda talep olunca arzı karşılamak için bu konunun ticareti de kuruldu, milyonlarca dolar harcandı bile. Hatta isterseniz yaptığınız hazırlıkların yeterliliğini onaylatabileceğiniz bilirkişi kurulları bile oluştu. Gelip hazırlıklarınıza bakıp, zayıflıklarınızı bildiriyorlar, siz de onları tamamlayıp yeniden kontrol ettiriyorsunuz. İş ciddi yani.

Genel olarak hazırlıklar, oldukça izole bir yerde toprak sahibi olmak, ya da şehirde bir sığınak bulup, yaşayacağınız güvenli bir mekanın oluşturulması ile başlıyor. Daha sonra bu mekana yıllarca yetecek dayanıklı yiyecek ve sarf malzemeleri yığınağı yapıyorsunuz. Biraz doğa bilinciniz varsa sürdürülebilir bir enerji ve besin kaynağı için gereken düzenlemeleri yapıyorsunuz. Bu kaleme güvenli su kaynağı bulmak, güneş ya da rüzgardan elektrik elde etmek, kümes hayvanı bakmak, avlanma, çiftçilik yapmak gibi şeyler dahil. Bir çok aile gerçekten izole alanlarda, sürdürülebilir çiftliklerini kurdu bile.

Bir başka kalem de bazen sadece onun içerisinde yaşayabileceğiniz, ya da felaket olduğunda acilen ana kampınıza gideceğiniz, ya da koloniden başkalarıyla buluşacağınız ya da avlanacağınız bir araca sahip olmak. Sırf araç modifiye etmek için binlerce dolar harcıyorlar.

Son olarak da güvenlik önemli elbette diyerek, resmen silah ve mühimmat yığıyorlar, kendileri ve iş birliği yapacaklarını düşündükleri koloniden kişilere hem silah kullanmayı, hem de bedenleriyle savaş tekniklerini öğreniyorlar.

Şu günlerde dünya genelinde, hiç de dünya dışı olmayan gerçek bir istila var ve gerçekten de olabildiğince izole yaşamamız gerekiyor, üstelik bu durumun ne kadar süreceği de bu günden belli değil. Bu hazırlıklar o kadar da mantıksız değilmiş gibi görünmeye başladı gözüme, ancak çok merak ediyorum acaba o ağır silahlarla ve dövüş sanatlarıyla virusla nasıl savaşacaklar?

İnsanlar, ülkeler birbirleriyle savaşma fikrine o kadar yatkın ki, bu yetmiyor gibi, dünya dışı yaratıkların gelmesini ve onlarla da savaşmayı ciddi ciddi bekliyor. Oysa viral salgınlar son derece gerçektir. Viruslar aşağı yukarı, her 100 yılda bir büyük, 50 yılda bir daha ufak, 10 yılda bir daha da ufak mutasyon geçirerek salgın yaparlar. Yüzyılda bir olan büyük mutasyon, geçen yüzyılda ‘İspanyol Gribi’ olarak bilinen pandemi (dünya salgını)yi meydan getirdi. O zaman dünya bir de I. Dünya savaşıyla perişan haldeydi. Bu savaşı bitiren önemli sebeplerden biri de gribin 50 milyon olarak tahmin edilen oldukça genç bir nüfusu yok etmesiydi. Yani savaşacak genç kalmamıştı. O pandemi 3 yıl kadar sürdü, eğer savaş olmasaydı, belki daha lokal kalması mümkündü. Ne de olsa o zamanlar hayat şartları çok farklıydı. Normalde insanlar lokal üretim yapıp, kendi yaşadıkları yerden pek de uzaklaşmadan yaşıyorlardı. Eğer savaş olmasaydı, bu kadar büyük bir nüfusun dünyanın orasından burasına gitmesine gerek yoktu. Yine de pandeminin bu kadar uzun süreye yayılmış olmasının sebebi, savaş koşullarında bile bu günkü kadar insan hareketinin olmaması diye düşünüyorum. Çünkü o salgında da virüs damlacık yoluyla bulaşan bir virüstü.

Bu günkü pandeminin bu kadar kısa sürede bu kadar yayılmasının sebebi ise bugün dünyanın nerdeyse bir köy kadar organik bağlarla birbirine bağlı olması de dünya nüfusunun yarıdan fazlasının artık kalabalık şehirlerde deyim yerindeyse yığınlar halinde yaşaması.

Sosyal izolasyon ise bulaş hızının azaltılabildiği çok açık. Ülkelerin yapmak istedikleri, salgının bir anda patlayıp, bir çok ülke örneğinde olduğu gibi, sağlık sistemlerini çökertmemesi. Yani insanların azar azar hastalanıp, salgının daha uzun süreye yayılması gerekiyor.

Akla, insanın bugün değil de 4 ay sonra hastalanmasının kişiye ne faydası var diye soru gelebilir. Hatta bir çok kişinin bağışıklık kazanmak adına bir an önce geçirmek gibi bir düşüncesi bile var.

Oysa gerçek farklı; her şeyden evvel solunum cihazına ihtiyaç duyan hasta sayısının, solunum cihazından fazla olmaması lazım. Bu uç bir örnektir. Çünkü mesele sadece cihaz değil, test kitlerinin, laboratuvarların, maske vs sarf malzemelerinin, servislerin, ilaçların ve personelin de sınırının aşılmaması lazım. Filyasyon çalışmalarının yapılabilmesi ve karantina gereksinimlerinin yapılabilmesi lazım.

Sağlık çalışanlarının en büyük risk altında olduklarını net olarak biliyoruz. Onlara bulaşı azaltabilmek için hasta sayısının başlarından aşmaması gerekiyor.

Ayrıca aradan zaman geçtikçe virusun kuvvetini kaybetmesi, aşının, ilacın bulunması gibi olasılıklar da var.

Açıkçası benim kendimi eve kapatmamda en büyük etken, şu anda toplumun geneli için kendi hayatlarını riske atan sağlık çalışanlarının, yani bu biyolojik savaşta cephede olan insanların yüklerini artırmama sorumluluğudur. Öyle sokaklarda gezip de sen neden evinde oturmuyorsun diye sorana sana ne bu benim hayatım demekle olmaz. Sen kendin hastalanmayacaksın ki başkalarını da hasta etme.

Son yıllarda bir başka eğilim de insanların özellikle emeklilik çağlarını daha az kalabalıkta, köylerde ya da en azından daha ufak kasabalarda geçirme isteğidir. Bazı insanlar hiç duygusal hazırlık yapmadan anlık bir kararla çok ıssız yerlere yerleşip, en çok 2 yıl içerisinde pişman olup geri dönüyor. Bizim de içinde olduğumuz bir başka gurup ise, alışık oldukları kent yaşamını da hayatlarında tutarak, banliyölerde yaşamayı tercih ediyor, bu durumda sosyal ihtiyaçlarına da kolayca ulaşabildiği için yeni hayata gayet güzel adapte oluyor.

Bir de benim sınıf arkadaşlarımdan birinden örnek vereceğim, resmen Robinson hayatı yaşayıp da mutlu olanlar da var.

Çanakkale, emeklilerin tercih sebebi olacak kentlerden biri, benim tanıdığım pek çok kişi emeklilikte buraya yerleşti, en azından yılın birkaç ayında da olsa burada yaşıyor.

Bu arkadaşlarımdan Bozkurt ise diğerlerinden ayrılıyor. Çünkü o bir kıyı kasabasına yerleşti, ancak bu kasabaya da arabayla en az yarım saat,  en yakın köye 5 km mesafede oldukça ıssız bir kıyıda, bir kulübede yaşıyor. Burada yazın 3,5 kişi olsa da, kışın tamamen insansız bir bölge. Dün acaba nasıldır diye telefon açtım, kasabaya inişini iyice sınırlamış, evde ne yaptığını sordum kulübesinin içini seraya çevirmiş, fide hazırlıyormuş, odun kesiyormuş, köpeklerine bakıyormuş, günün nasıl geçtiğini bilmiyormuş da geç saatlerde biraz sıkılıyormuş. Yani sosyal izolasyonu tam olarak yapabiliyor.

Bize gelince, biz de köyde, sosyal izolasyon konusunda oldukça rahatız, çünkü havalar da toprakla uğraşmaya pek müsait değil, bizim köyde herkes sosyal mesafeyi koruyor, dün köyün içinde yürüyüş yaptık, kediler bile ortalıkta değil, mamalarının başında sakince yiyorlar. Geçen yıl kar altında mahsur kaldığımız zaman bile böyle ıssızlık, böyle araç eksikliği yoktu. Şehirde yaşayan ve bu dönemde hava almak seçeneği balkonda oturmak olan kişilere göre çok daha az kolostrofobik bir artamdayız.

Kim bilir belki de yeniden köylere dönmek lazım.

CORONA GÜNLÜKLERİ; EVDE OTURMANIN 50 RENGİ, BAKALIM NE ZAMAN ‘CABIN FEVER’ GEÇİRECEĞİM, YA DA YORGUNLUKTAN ÖLECEĞİM?

Corona salgını yüzünden bu hafta başı itibarıyla ‘Evde kal, Türkiye’ sloganıyla mecbur olmadıkça evden çıkmamamız önerildi. Bir çok işi yeri, kahveler, ibadethaneler kapatıldı. Sürekli salgına ve korunma yöntemlerine dair bilgilendirici TV programları var.

Biz hem emekli olduğumuz için dışarı çıkma zorunluluğumuz yok, hem de yaş gurubu olarak her birimiz 60’ı devirdiğimizden bir haftadır evde oturuyoruz. Bütün hafta boyunca 1-2 kez ilaç ve gerekli malzemeleri almak dışında evdeyiz.

Bizim köy Çanakkale’ye oldukça yakın olmasına karşılık oldukça izole sayılabilecek bir alanda bulunuyor. Çanakkale Lapseki karayolundan sapılarak, 6 km sonra bizim köye ulaşılır. Aşağımızda her ikisi de bize 4 km uzaklıkta olan iki köy ve yukarımızda 2 km uzaklıkta olan bir köy daha ve 5 km ötemizde de bizim köyün bir mahallesi var. Bütün bu alanda yaşayan kişi sayısı ise 1000’den az.

İlk gün kimse sokağa çıkmayın uyarısını anlayamadı, ancak ertesi gün jandarma gelip de aşağı köyde umreden gelenleri karantinaya alıp, bütün köy kahvelerini ve camileri de kapatınca, herkeste şafak attı.

Bizim Sermin aylardır, köyden 2 kadına okuma yazma öğretmeye gayret ediyor, her gün 1 saat birlikte çalışıyorlardı. Bu durumda kadınların kocaları, bizim yaşımızı da düşünerek eşlerini bir süre bize gelmekten men etmişler.

Çanakkale’de Cuma pazarları oldukça önemli bir sosyal olaydır. Cuma günleri köyde kimseyi bulamazsınız, herkes ‘Kale’dedir. Bu Cuma günü ise kimse pazara bile gitmedi, inanılır gibi değil.

Evin içinde ise durum şu; Nermin en kalın kıyafetlerini giymiş, sıkı sıkıya sarınarak, Sermin her zamanki gibi telefonu elinde yayılmış oturuyor. Nermin zaten özellikle felaket haberlerine pek düşkündür. Mesela bir uçak kazası, sel ya da deprem felaketi olsun, dünyanın herhangi bir yerinde yanardağ patlasın, günlerce döne döne aynı haberi bütün kanallardan izler. Bu da yetmez İngilizce kanallardan izler, geceleri sabahlara kadar uyumaz, sürekli aynı görüntüleri izler.

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin her yerinden deprem haberleri, Van’daki çığ felaketi, İdlip’ten gelen şehit haberleri derken TV koltuğuna zaten yapışık yaşıyordu. Salgın haberleriyle de yakından ilgiliydi, ancak yumurta kapıya dayanınca başka hiçbir şey düşünemez oldu.

Bana gelince evde otur otur nereye kadar deyip kendimi bahçeye attım.

İngilizce konuşanların, cabin fever dedikleri, kulübe humması diye Türkçeye çevirebileceğimiz bir durum var. Eskiden Amerika kıtasına ilk yerleşen kolonicilerin bazıları, oldukça kuvvetli kışı olan bölgelere yerleşmişler. Tabii o zaman kırsalda nüfus da oldukça az ve insanlar mümkün olduğu kadar tarımla uğraşıyorlar, kışları ise kulübelerinde geçiriyorlar. Kış geçip de artık tarlalarla uğraşma zamanı geldiğinde bazı ailelerden hiç haber alınmadığı olurmuş. Sonra bu evlere gidip, toplu cesetlere ulaştıkları ve bu toplu katliamın aileden biri tarafından gerçekleştirildiği anlaşılırmış. Daha sonradan bu durumu uzun süreli sosyal izolasyon ve kapalı alanın meydana getirdiği ağır bir ruhsal çöküş olarak tanımlamışlar. Halen Alaska kırsalında izole yaşayan aileler, bu duruma karşı önlem alırlarmış.

Her ne kadar kış yoksa da benim sosyal izolasyona ne kadar dayanabileceğim meçhul. Kulübe humması olasılığına karşılık bir silah da edinemeyeceğime göre evin sınırlarını bahçenin sınırlarına kadar genişlettim. Bahçeyi bahar otları bürümüş, zaten önceden de onları temizlemeye başlamıştım, ancak evde oturma faslı başlayınca bahçe çalışmalarına hız verdim. Günde 4-6 saat elimde çapa bahçede çalışıyorum.

Yaban otlarını bahçeden temizlemek öyle pek kolay iş değil. Birkaç yıl üst üste bıkmadan yorulmadan, mümkün olanları kökünden çekerek, mümkün değilse de henüz tohum atmadan derinden kopararak almak gerekiyor. Böylece, birkaç yıl sonra yaban otları daha az çıkmaya başlıyormuş.

Bu arada daha önce yaban otlarının isimlerini öğrenmeye başlamıştım. Her bir otu mümkün olduğu kadar kökünden çekmeye çalışırken, bir yandan da her otun adını hatırlamaya çalışıyorum.

Bu bölgede geniş sulak alanlar var. Buralar doğal olarak aynı zamanda kuşların da uğrak alanları. Bu alanlardan biri bizim köye oldukça yakın olan Umurbey beldesinin kıyı şeridi, Umurbey çayının suladığı alan. Burada ne zamandan beridir gezmek istiyordum, bu güne nasipmiş. Kemikalanı köyüne arabayı bırakıp, kıyı boyunca toprak yolda yürüdük. Sadece bir balıkçıl görmüş olsak da güzel bir yürüyüş yapmış olduk. Bu bölgeyi seçme nedenimiz ise çok tenha olması, gerçekten de, biz yürürken yolda hiç kimse yoktu. Köyden birkaç kadınla uzaktan selamlaştık.

Bu arada Nevruz da karambole gitti. Kimse hatırlamadı bile. Ben ise köyde yaşarken minimum çöp ilkemize uyarak kağıt çöpleri yakıp, küllerini de bahçe toprağını zenginleştirmek üzere kullanıyorum. Ateş yakma işini tam da 21 Marta denk getirdim,  nevruzun hiç olmazsa bizden bir ateşi olsun diye.

Akşamları da örgü örüp, çeşitli kitaplar okuyorum. Özellikle de zeytincilik üzerine bir kitap almıştım, ondan bir hayli şey öğreniyorum. Mesela bor kullanılması gerektiğini bu kitaptan öğrendim ve bu yıl uygulayacağız.

Herkesi telefonla aramaya çalışıyorum. Bir de elbette sosyal medyayı daha sık kullanıyorum. Watsup guruplarımız corona paranoyası ile tamamen işgal edilmiş durumda. Bizim sınıfta birkaç Türkiye çapında ünlü, bir kısmı da bakanlığın salgın bilimsel kurulunda olan enfeksiyoncu arkadaşımız var. Artık onların sözlerinden başka kimselere inanmamak gerektiğini düşünüyorum.

Ben emekliyim, baba evden çıkma deniliyor, ancak benim yaşımda, hatta daha yaşlı olan arkadaşlarımızın izinleri kaldırıldı.

Durum oldukça vahim görünüyor. İtalya geçen hafta 80 yaş üzeri hastaları artık tedavi etmiyordu. Bu hafta bazı bölgelerde tedavi etmeme yaşını 60’a düşürmüşler. İngiltere geçen hafta biz hastalığı geçire geçire toplum olarak direnç kazanacağız diyordu. Bu hafta ise, 3 hafta boyunca sokağa çıkmayı ciddi derecede kısıtlamışlar. Almanya şansölyesi Merkel kendini karantinaya aldı. Bizde salgın nasıl gidecek hep birlikte göreceğiz.

Geçen gün 65 yaş üzerinin sokağa çıkması kısıtlandı. Biz zaten izole yaşıyoruz. Dün evdeki 65 yaş altı tek kişi olarak bazı şeyler almak için şehre indim. Bizim köyler evde oturma işini ciddiye almış. Musa köyden geçerken, loca dediğim bir duvar dibi vardır, burada sanırım bir hava akımı var, yaz kış, gece gündüz orada duvar dibinde sandalyede oturan 3,5 kişi olur. Bunlar yoldan geçen arabalara da hiç aldırmazlar, onları korumak şoförün görevidir.  İşte dün onlar bile ortada yoktu.

Sadece tarlalarda birkaç kişi var. Çünkü tam da bahçe işi yapma zamanı, yabani otlar alınacak, zeytinler ilaçlanacak, fideler hazırlanacak. Bir de elbette hayvanlar ve çobanları var.

Köylerde bu işler duramaz. Durursa her şey durur.

Fakat hem yaya hem de araç trafiği köylerde çok seyrek.

Şehirde ise durum biraz daha farklı. Sokaklarda yaya trafiği bayağı azdı. Bir çok kişi maskeliydi.  Market içi tenhaydı, sosyal mesafeyi korumak mümkün oldu. ATM’den para çekerken de aralıklı sıra vardı ve ben eldiven kullandım. Sokaklarda yaya trafiği oldukça az olmasına karşılık  şehir içi seyirde bir çok araba vardı. Sanırım herkes araç içini güvenli buldu.

Ancak herkesin bu kadar duyarlı olduğunu söylemek pek mümkün değil. Asıl büyük şehirlerde insanları evde tutmak çok zor oluyor.

Bu hafta yağmur yağacak dolayısıyla ben evin içerisine çekilmek zorunda kalacağım. Bakalım ne zaman ‘kulübe humması’ geçireceğim diye düşünüyorum, ancak arkadaşlarım ve dostlarım hastanelerde yoğun risk altında çalışırken, evde can sıkıntısı humması geçirmeyi de şımarıklık olarak düşünüyorum.

Herkes sarmış ya temizlik yapıyor, ya da yemek.

Allah sonumuzu hayretsin.

Boğaz gezisi, arkamda köprünün ayakları görünüyor
Ör ör ör
Oku oku oku
Yol yol yol, çapala çapala çapala
Çakma Nevruz ateşi

MODERN ZAMAN PANDEMİSİ, BAKALIM KISA VE UZUN VADELİ SONUÇLAR NE OLACAK?

Son birkaç aydan beri dünyada oldukça ölümcül bir salgın var. Bu salgına sebep olan virus aslında son yıllarda, MERS (Orta Doğu Solunum Sendromu), SARS (Ciddi Ani Solunum Sendromu) gibi salgınlarla adını sıkça duyurmaya başlamıştı.

Bu son salgın, corona virusların 2019 yılı sonunda yeni bir mutasyon geçirerek meydana getirdikleri bir salgın. Virusa, COVID 19 (co=corona, Vi= virüs, 19=2019 yılı) adını verdiler. Sadece bu isim bile bundan sonrası da geliyor, artık özel isim vermiyoruz, salgın meydana geldikçe sonundaki rakamı değiştireceğiz gibi bir çağrışım yaratarak can sıkıyor.

Aslında virusların 10/12 yılda bir ufak bir mutasyon, 50/100 yılda bir ise büyük bir mutasyon geçirerek, her 10 yılda bir ufak salgınlara, 50/100 yılda bir ise büyük salgınlara neden olduğu biliniyor. Zaten insanlık tarihinde vebadan, çiçekten, koleradan ölenlerin sayısı her zaman savaşlarda ölenlerden fazladır. Elbette bu salgınlara ait istatistiksel veriler yok, ancak mesela Avrupa’da veba kurbanlarına adanmış, pek çok kilise ve katedral vardır. Eski savaşlarda ölen insanlardan bir çoğu da ya cephedeki ya da yaralandıktan sonra yattıkları hastanelerdeki koşullardan ötürü enfeksiyondan öldüler.  Cephe gerisindekiler de ekonomik sıkıntılardan, beslenme yetersizliğinden ve yine enfeksiyonlardan öldü.

Çarpıcı bir örnek olarak dün 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşları zaferinin 105’inci yıl dönümüydü. Çanakkale Savaşında, kalabalık yaşam ve siperlerde hijyen koşullarını sağlayamamaktan ötürü, bir çok bulaşıcı hastalık çıktığını ve özellikle de dizanteri gibi ishalle giden enfeksyon hastalıklarından ötürü bir çok can kaybı olduğunu biliyoruz. Tetanoz ve anaerob mikroplarla da ölümlerin sayısını bilemiyoruz.

Bu yılın salgını, klasik griplerin pek çoğu gibi bir solunum yolları salgını, hastalık solunum yolları ile alınıyor ve en büyük tahribatı da solunum yollarında yapıyor. Bu tip salgınların genel karakteristiği, enfeksiyon etkenini alan pek çok kişinin hiç belirti vermeden, bazılarının grip belirtileriyle geçirmesi, ufak bir bölümünün ise hayatını kaybedecek derecede hasta olmasıdır.

Genellikle en büyük risk altında olan küçük çocuklar, yaşlılar, hamileler ve kronik hastalığı olan kişilerdir. Bu salgının birkaç özelliği var. Bunlardan en önemlisi sanırım, bu gribi çocuklar kolay atlatıyor ama yaşlılar ve kronik hastalar büyük risk taşıyor.

İkinci özellik ise bulaştırıcılık oranı çok yüksek.  Normal grip olan her insan ortalama 3/4 kişiye bulaştırabilirken, bu salgında bu sayı çok daha yüksek. Çünkü virüsü aldıktan sonra hastalık olarak ortaya çıkma süresi ve hastalık süresi, yani bulaştırma süresi çok uzun.

Yüksek bulaştırıcılığın farklı sebepleri de var, çünkü dünya nüfusu hiç olmadığı kadar kalabalık. Örnek olarak bundan önce 1918 yılında (tam da Birinci Dünya Savaşı) ortaya çıkan ve İspanyol Gribi olarak bilinen salgın sırasında dünya nüfusu bir milyar civarındaydı. Şimdi bu sayının neredeyse 8 katına ulaştık.

Bir başka sebep de, artık dünyanın uzak bir noktası kalmadı, dünyanın her yeri birbiri ile bağlantılı, insanlar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sık ve çok seyahat ediyorlar.

Ne kadar fazla nüfus, o kadar kalabalık yaşam ve viruslar için o kadar müsait bir ortam, ne kadar seyahat virusa o kadar serbest dolaşım.

Çünkü viruslar tabiri caizse ‘yarı canlı’ yaratıklardır, çoğalmak için mutlaka canlı bir hücrenin içine girmeleri gerekir. Kendi varlıkları aşağı yukarı bir DNA ( hatta corona virusta olduğu gibi sadece RNA) ve bu genetik materyali saran ve canlı bir hücreye girmeyi sağlayacak bilgiye sahip bir zardan ibarettir. Corona virusun adı da dış zarındaki çıkıntıların taca (corona latince taç demek) benzetilmesi nedeniyle verildi.

Viruslar, canlı bir hücreye girdikten sonra dış zarından kurtulur ve hücrenin rezervlerini kullanarak kendini çoğaltır. Tabii bu arada hücreyi, bazen de bütün canlıyı öldürür.

Bu salgın, Çin’de başlayıp, büyük bir hızla bütün dünyaya yayıldı.  Şu anda özellikle İtalya ve İran oldukça kötü durumda.

Yoğun bakım gerektiren hastaların çokluğu şu anda hiçbir dünya ülkesinin bu salgına hazır olmadığını gösterdi. Bu durumda da bir çok ülke bulaşma hızını yavaşlatmak için oldukça alışılmadık yöntemlere baş vurdu. Bütün amaç insanların bir biri ile temasını azaltarak bu salgının ülke sağlık sitemini çökertecek kadar hızlı bir şekilde toplumun üzerine çökmemesi.

Bu nedenle bu hafta Türkiye’de okullar, ibadethaneler, köy kahveleri dahil toplu bulunulan yerler kapatıldı. Bir çok ülkeye uçak seferleri iptal edildi. İnsanların sosyal izolasyon sağlamak için evlerinde kalmaları önerildi.

Bu önlemler dünyanın pek çok ülkesinde alınırken İngiltere gibi bazı ülkeler, biz salgını doğal yollardan geçirerek atlatacağız dediler.

Bir yandan da aşı ve ilaç çalışmaları son hızla devam ediyor.  Son yıllarda, yukarıda anlattığım salgınlardan hiç haberi olmayan, aşı karşıtı büyük bir gurup peyda oldu. Corona aşısı çıkınca bakalım onarın tavrı ne olacak?

Bu salgında en büyük risk altında olanlar ise sağlık çalışanları. Bizim ülkemizde son yıllarda giderek yükselen ve artık vahşet boyutlarına varan bir doktor düşmanlığı gelişti. Öldürülen hekimler için öfkelenen bir çok arkadaşım sosyal medya hesaplarından ‘doktorsuz kalın’ diyerek beddua ettiler. Galiba ne dediğine dikkat etmek lazım, şimdi şu durumda en büyük risk altında olan gene doktorlar ve diğer sağlık çalışanları. Umarım bu salgında meslektaşlarımızdan çok kayıp vermeyiz. Çünkü bu günlerde işe gitmek aktif savaş cephesine gitmekten farksız.

Biz de evde kalanlardanız, hiç oturmaya alışık değilim ama canım sıkılıyor deme lüksümüz yok, mecburen evde oturacağız. Üstelik köyde yaşıyoruz, açık alan aktivitesi yapmamız şehirde yaşayanlara göre çok daha kolay. Bu sosyal izolasyon günleri de çok ilginç bir hayat deneyimi oluyor, onu da bilahare yazacağım.

Bu evde kalış süresi ne kadar olacak? Sanırım salgın pik yapıp bir plato çizmeye başlayınca, bilimsel kurullar tarafından toplumun artık yeterli oranda bağışıklık kazandığına karar verilince, artık evlerinizden çıkın diyecekler, çünkü bu kadar ekonomik durgunluğa hiçbir ülke dayanamaz.

KOŞUN, KOŞUN ŞENLİK VAR , PALYAÇOLAR ÇOCUKLARI GÜLDÜRÜR

Trabzon’dayken Devlet Tiyatrosu sanatçılarının pek çoğunu tanırdım, bazıları ile dostluğum hala devam ediyor. Sanatla uğraşan insanların iç dünyaları sıradan insanlara göre daha renkli ve daha zengin oluyor.

Benim tanıdığım tiyatrocu sanatçılarının her biri kamu yararına olan projelerde, hele de çocuklarla ilişkili projelerde rol almaya çok hevesliydi. Sağ olsunlar, ne zaman çocuk yuvasında ya da hastanede bir faaliyet yapmak istesem, beni hiç kırmadılar, emekleri karşılığında tek bir kuruş bile talep etmeden, hatta yol masraflarını filan kendileri karşılayıp, büyük bir hevesle  talebimi yerine getirdiler.

Bu faaliyetlerden biri, planlanan faaliyetin çok ötesine geçtiği için yazmaya değer buldum. Yanılmıyorsam 2000’li yılların başlarıydı, çünkü ben henüz Ana Bilim dalı başkanı olmuştum.

O zamanlarda bizim yeni doğan servisi hariç 18 yataklı süt çocuğu servisi ve yine 18 yataklı daha büyük çocukların yattığı adolesan servisimiz vardı.

Bazen serviste çok ağır hastalar yatar, oldukça karamsar günler yaşanırdı. Tiyatrocu arkadaşlarıma güvenerek bir moral günü yapmayı düşündüm. Elbette hemen destek buldum. Benden yaş gurubumu öğrendiler, sonra müzik aleti çalabilen iki arkadaşlarını palyaço kıyafeti ile göndermeye karar verdiler. Çocukların genel havasına göre, serviste odadan odaya geçerek, hasta yataklarının başında, okul şarkıları söyleyecekler, canlandırarak masal anlatacaklar, biz de servisi balonlarla süsleyecek ve çocuklara hazırladığımız hediyeleri dağıtacaktık. Eğlence tarihini de yanılmıyorsam bir Cuma öğleden sonra olarak belirledik.

O hafta Salı günüydü galiba, bir hastayı taburcu etmek istedim, çocuk ağlayarak yatak örtüsünü yüzüne kapattı, ne yaptıysak çocuğu mutlu edemedik. Bu oldukça garipti çünkü daha önce eve gideceği için ağlayan çocuk görmemiştim. Sonunda derdini anladık, palyaçolar gelince hastanede olmak istiyordu. Bu olay üzerine ağzımdan, bu hafta taburcu olan çocuklar da eğlenceye katılsınlar diye o anda çok mantıklı gelen,  talihsiz olduğunu sonradan anladığım bir söz çıktı.

Sonuç olarak toplamda 40 değil de hadi bilemedin 60/70 oyuncak alıp bu işi toparlarız diye düşündüm.

O tarihte henüz yuvarlak hastane binasının inşaatı devam ediyordu, bütün birimler eski binalardaydı. Şimdi yuvarlak bina ile 11 katlı yüksek binanın arasında uzanan yassı bina genellikle polikliniklerin, laboratuvarların, idari birimlerin olduğu kısımdı. Zemin katta ve birinci katta iki bina arasında asansörlerin olduğu koridordan geçişler vardı. Uzun binada ise servisler bulunuyordu.

Pediatrinin mevcut polikliniklerinin hepsi birinci kattaydı. Aynı katta, bizim polikliniklerle, uzun binanın birinci katında olan servisimizin arasında, diğer birkaç bölümün daha poliklinikleri ve şimdiki Gastroenterolojinin yerinde bulunan başhekimlik vardı.

Cuma günü, gelecek olan tiyatrocu arkadaşları benden başka tanıyan olmadığı için, eğlence saatinden biraz daha önce servise yöneldim. Ancak ortada bir sorun olduğu görünüyordu, koridorlar insan kaynıyordu. Önce başhekimlerin başı dertte diye düşündüm. Çünkü daha önce de bir kez sosyal sigortalar kanununda bir değişiklik yapılıp da, bir çok hastanın paraları ödenmesinde problem çıktığı zaman, başhekimlik önünde böyle bir mahşeri kalabalığın toplandığını görmüştüm.  Kim bilir gene başlarında nasıl bir dert var diye düşünerek, asansörlere doğru yürümeye çalıştım.

Sadece yürümeye çalıştım diyorum, çünkü kalabalıktan yol almam mümkün değildi. Neyse ki kalabalıktan, hastaneden çalışan ve beni tanıyan  birkaç kişi çıkıp bana yol açtı da servisin kapısına varabildim. Servisin içi başka bir hikaye, çünkü ortalık insan kaynıyor. Ne oluyor demem kalmadı, servisin sorumlu hemşiresi bütün bu kalabalığın birim eğlence için toplandığını söyledi. Meğer başı dertte olan bizmişiz.

Bu kadar kalabalık nasıl toplandı diye sorunca, ben hani bu hafta taburcu olan çocuklar da gelebilir demiştim ya, bunu bu güne kadar bizim servisten taburcu olan herkes gelebilir diye algılamışlar. Bizim eski hastalar da yetmemiş, komşular duymuş,  Kalkınma mahallesinde ne kadar çocuk varsa, anneleriyle birlikte, soluğu hastanede almış. Sadece onlar da değil, hastaneden çalışan ne kadar temizlik işçisi varsa, çocuğunu kapıp getirmiş, çocuğu olmayan da merakından gelmiş.

Üstelik de her çocuk bayrama gelir gibi giyinip, süslenip gelmiş. Ortalık hevesle bekleyen çocuk ve daha da fazla yetişkinle insan kaynıyor.  Hiç saymadım ama çoluk çocuk en az 500 kişi var. Benim servise girdiğimi gören koridorlardaki herkes de servise hücum edince serviste adım atacak, nefes alacak yer kalmadı.

Oysa ben hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Bu kalabalığı görünce çok tedirgin oldum, çünkü günlerden beri solunum cihazında yatan bir hastamız vardı. Şu sırada çocuğa bir şey olsa, insanları yarıp yanına bile gidemeyiz. Bende bu şans varken kesin tam da bu karmaşada çocuk can verir diye paniğe kapıldım. Eğlenceyi iptal etmeye karar verip, tiyatrocu arkadaşlara telefon açtım, ki telefon kulağımın dibinde çınladı. Meğer tam da o anda, onlar da kalabalığı yarıp yanıma ulaşmayı başarmışlar.

Üzerlerinde palyaço kıyafeti olmadığı halde, çalgıları ve kıyafet çantalarını görüp gelenlerin, beklenen tiyatrocular olduğu anlaşılmıştı. Kalabalıktan inanılmaz bir heyecan yükseldi.

Artık geri dönüş yoktu.

Mecburen gençlere kıyafetlerini değiştirecekleri odayı gösterdim. Bir tarafım da çok huzursuz, öyle ya solunum cihazındaki çocuğa o anda bir şey olmasa bile, ben o çocuğun ailesi olsam, benim çocuğum ölürken, serviste eğlence yaptılar diye ömür boyu unutamam.

Palyaçolarımız odadan çıkarken ellerimi kaldırıp, kalabalığı susturdum ve çok da bağırmadığım halde, servisin her yerinden duyulabilen bir sesle, servisimizde yatan çok ağır bir hastamız var, şimdi sizden izin istiyorum, sessizce bekleyin, çünkü önce o hastanın yanına gideceğiz, daha sonra odadan çıkıp sizin için eğlenceye devam edeceğiz dedim.

Kollarımı kaldırarak bu sözleri söyleyince, asasını kaldıran Musa Peygamberin denizi yarması gibi, kalabalık önümde yarıldı, bana ve arkamdan gelen palyaçolara bir kişinin geçebileceği kadar yol açtılar ve biz hastamızın odasına görkemli bir giriş yaptık. Cihazda yatan çocuk 10 yaş civarında şu anda hastalığını hatırlamadığım ama günlerdir, bilinci kapalı bir şekilde yatan hiçbir ümidimizin kalmadığı bir hastaydı. O anda yanında 20 yaş civarında olduğunu düşündüğüm ablası refakatçi kalıyordu. Palyaçolardan birinin elinde bir gitar, diğerinde de flüt vardı. Gençler, sanki günleri hastalar arasında geçiyormuş gibi, hiçbir tedirginlik göstermeden çok yumuşak ve güzel bir ezgi çalmaya başladılar.

Bu sırada inanılmaz bir şey oldu, günlerden beri hiçbir hayat belirtisi göstermeyen çocuk, müziği duyunca, soluk borusundaki boruyu sabit tutan bantların arasından açıkça görülecek şekilde gülümsemeye başladı. Çocuğun güldüğünü görünce ablası ağlamaya başladı. Servis sorumlu hemşire arkadaşımla ben de önce gizlice sonra artık açıktan açığa ağlamaya başladık.

Dışarıdaki kalabalıktan da bir sabırsızlık belirtisi gelmediği için, gençler yarım saat kadar bu çocuğun başında çaldılar.

Daha sonra dışarı çıktılar. Aman ki aman, sanki serviste en meşhur bir pop yıldızı konser veriyor. Meğer herkes ne kadar eğlence meraklısıymış, hastanedeki temizlik personeli, mahalleli kadınlar, çocuklarla birlikte okul şarkılarına eşlik ediyor, el çırpıyorlar. Bu coşkuyu gören tiyatrocular da coştukça coştu, istek almaya bile başladılar, türküler, şarkılar söylemeye başladılar. Millet ayağa kalkıp yer bulamadıkları için oldukları yerde horon bile tepmeye başladı. Ortalık yıkılıyor, resmen kıyamet kopuyor.

Biz, bir hemşire arkadaşla, solunum cihazındaki çocuğun odasında nöbet tutarken, çocuğun ablası da dışarı çıkıp coşkuya katıldı.

Eğlence saatler boyu sürdü. Sonunda nihayet palyaçolar gitti, herkes istemeden de olsa dağıldı. Bize gelince gözlerimiz kıpkırmızı, başımız ağrıyarak, şükür bitti diyerek ayrıldık.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra çocuğumuz vefat etti. Aradan bir ay filan geçmişti ki bir gün ablası beni ziyarete geldi. Elinde çocuğun palyaçolarla birlikte çekilmiş resimleri vardı. Kardeşimi son anda güldürdünüz diyerek, ağlayarak teşekkür etti. Onu düşündükçe hep o son gülüşünü hatırlayacakmış.

O gün iyi ki eğlenceyi o çocuğun yatağının başında başlatmışım.

Bundan sonra akıllandık, bu tür eğlenceleri amfide yapmaya başladık. Ancak bir daha ne bu kadar kalabalık toplandı, ne de bu kadar eğlenceli oldu.

Show Buttons
Hide Buttons