Category Archives: Genel

SİZİN ARAMA SAĞLAYANINIZ YOK MU?

Galiba iyice yaşlandım, eskiden ‘öz Türkçe’  yani yeni moda kelimeleri kullanınca büyüklerimiz ‘bu nasıl söz’ diye bize kızarlardı. Şimdi artık nesil karşıtlığının yanlış tarafındayım, ben gençlere ‘bu nasıl Türkçe’ diye kızıyorum.

Geçen yıl evde mahsur kaldığımız sürelerde önüme gelen online eğitimi almıştım. Bunlardan biri de fitoterapi eğitimiydi. Bunca eğitim programı arasında hiç memnun kalmadığım ve boşuna para verdim diye düşündüğüm tek eğitim de buydu.

Elimi verdim kolumu kurtaramıyorum. Şimdi ayda bir farklı numaralardan beri arayıp bir başka kurslarına başvurduğum için ‘ARAMA SAĞLADIK’ diyorlar. Oysa ben hiçbir yeni kurslarına başvurmadım, çünkü o kurumdan aldığım tek kurstan hiç memnun kalmadım.

Tamam, anlıyorum eski müşterileri arayıp, yeni programlarını hatırlatmaları, aranan için neredeyse taciz boyutlarına vardığı halde, satıcı firma açısından olağan kabul edilen bir pazarlama tekniğidir.  Ancak şu ARAMA SAĞLADIK lafı nereden çıktı? Kim icat etti? İşte bunu hiç anlayamıyorum.

Benim bildiğim telefon edince aradım demek yeterlidir, arama sağlamak da neyin nesi? Sanki telefon ederek bana keyif bağışlıyorlar. Açıkça taciz  ‘sağladıkları’ için minnettar mı kalmam bekleniyor vallahi hiçbir şey anlamadım.

Her seferinde farklı biri arıyor ve hepsi de aramayı sağlamış oluyorlar. Artık bu nasıl bir söz birliğiyse?

Doğru çizmelerini giyene kadar yalan dünyayı dolaşırmış. Sanırım bir birlerine yalan yanlış konuşma bulaştırıyorlar.

Bundan yıllar önce bir kongreye gitmiştik. Rehberlerden biri otobüsün mikrofonunu eline aldı ve neler yapacağımız açıkladı. Ne yapacağımızı hiç birimiz anlamadık, çünkü kız bizim bilmediğimiz bir gramerle konuşuyordu. Mesela saat onda salonda olmuş olacağız diyor. Her fiili olacağız ile belirtiyor. Gelmiş olacağız, görmüş olacağız, yemiş olacağız…

Olacağız, varacağız, yiyeceğiz, gideceğiz… Türkçe böyle konuşulmaz mı? Hele bir sözü var ki üzerine destan yazabilirim. Otele  DÖNÜŞ YAPMIŞ OLACAĞIZ dedi. Türkçe otele DÖNECEĞİZ denmez mi?

Dönüş yapmak ne demektir? Hele ki dönüş yapmış olmak nereden çıktı? Hangi gramer ormanında kayboldun da yolunu bulamadın?

Sanırım uzun yıllar Avrupa’da yaşadı, o nedenle bu kadar yersiz ve sık ‘to be’ fiili kullanıyor diye düşündüm.

Devamı var; ilk rehberin konuşması bittikten sonra İstanbul’dan bizimle birlikte gelen ve o ana kadar normal konuşan bir başkası mikrofonu aldı. Ve, iki arada bir derede ona da olanlar olmuştu; o da katılmış olacağız, olmuş olacağız, sağlamış olacağız diyerek bizi ‘to be’ bombardımanına tuttu. Yani yanlış konuşmak için, tek sefer yanlış konuşma dinlemesi yetti. Neyse ki ilk rehberle sadece bir kaç saat beraberdik, böylece kongre boyunca geçirdiğimiz birkaç günde bizim kıza to be’yi unutturmayı başardık.

Bir sürü yeni nesil kullanım duyuyorum, çoğu da bir sefer herhangi bir dizide duyulup, canla başla benimsenmiş İngilizce Türkçesi diyebileceğim ya da tamamen uydurukça söylemler.

Mesela kendini başkasıyla tanıştırırken; Ahmet ben. Bu tamamen uydurmaca bir tanımdır. Türkçede adım Ahmet denir. Ahmet ben denmez. Böyle bir kalıp yoktur.

En rahatsız olduğum yeni kalıplardan biri de;  yapmam mı, sevmem mi,  gelmem mi kullanılmasıdır. Sen istersin de ben iki elim kanda olsa bile, yapmaz mıyım? Uzun zamandır görüşmedik, çağırırsın da gelmez miyim? Bu kadar güzel kokan çiçeği sevmez olur muyum? İşte bu şekilde kullanılır.

Son zamanlarda çok sık kullanılan; hayatta en son istediğim şey, seni üzmek gibi bir cümle de yoktur. Türkçede seni üzmeyi asla istemem, hayatta üzülmeni istemem şeklinde söylenir.

Sadece gramer yanlışları değil ki? Sesler de yalan yanlış söylenir oldu. Bütün kızlar ş ve s seslerini birbirinin yerine söylemeye başladı.

Yazarken de bütün bitişik yazılması gereken –de, -ki ekleri ayrı yazılmaya başladı. Şehir de yazılışı, sadece kasaba değil şehir de sular altında kaldı cümlesinde doğrudur, beni arayan şehirde bulur cümlesinde ise bitişik yazılmalıdır. Sen de arabaya binecek misin doğru. Kalem sende mi doğru.

Sende arabaya binecek misin olmaz, kalem sen de mi olmaz.

Biraz insaf yahu.

KENDİ HALİNDE EV AŞÇISI İKEN, YEREL ÖZELLİKLERİ SAVUNMAK ADINA BİRDENBİRE KENDİMİ GASTRONOMİ DERNEĞİ GENEL SEKRETERİ BULDUM

Geçen haftalarda Çanakkale Gastronomi Derneği adı ile yeni bir dernek kuruldu. Birkaç kişi, birkaç aydan beri,  kendi aralarında konuşup, bu şehirde böyle bir derneğe ihtiyaç olduğunu düşünmüşler. Bu çekirdek ekibin içerisinden biri beni tanıdığı için son anda dahil olmamı istedi, ben de derneğe kurucu üye olacak kişilerden bazılarının adını daha önceden duymuş olduğum için hevesle kabul ettim.

Nasıl oldu anlamadan yönetim kuruluna da adımı yazdılar. Böylece son birkaç haftadan beri, ben de diğer yönetim kurulu üyeleriyle birlikte bir valiye bir belediyeye, (gelecek ay artık kim bilir hangi kamu ya da sivil toplum kuruluşlarına bilmem) koşturup duruyorum.

Dernek resmi olarak kuruldu, şimdi geriye üç nalla bir at kaldı.

Bu derneğe katılma sebeplerimin başında hem üyelerin içinde ciddi derecede doğa meraklısı, yerel üreticilerin olması, hem de derneğin özellikle yerelliği savunması.

Globalleşme adı altında ‘tek tipleşme’, ‘aynılaşma’ hareketinden aşırı derecede rahatsız oluyorum. Her şeyde moda var ve sen bu modaya uygun değilsen ayrıksın. Herkes aynı kotu giyecek, aynı estetik ameliyatı olacak, aynı saati takacak, aynı kahveyi içecek, aynı şey yiyecek, aynı mekanda eğlenecek, of be of.

Hadi her insan dilediği gibi yaşamakta özgürdür diyelim, ama bütün toplumlar bin yıllardan beri kendi yaşam şekillerini, yaşadıkları coğrafyayı, sahip oldukları kaynakları, iklimi, inanç sistemlerini ve daha bin bir ayrıntıyı damıtarak, kendilerine en uygun bir şekilde geliştirmiştir. Bu gün ise globalleşme adı altında herkesin benzer şekle girmesi bekleniyor. Çok yanlış.

Daha da vahimi bitkiler ve hayvanlar da yaşadıkları coğrafyaya uygun bir şekilde binlerce yıldan beri evrilerek bu günkü hallerini aldılar. Bir bölgede yüzyıllardan beri en iyi taneler seçile, seçile ulaşılan bir tohum, o bölgenin iklimine, börtü böceğine, toprağının bileşimine en uygun DNA’yı taşımaktadır. Oysa tarımda, glaballeşme adı altında DNA’sıyla oynanmış, kısır, bölgenin koşullarına uyumsuz ve diğer bitkilere saldırarak gen aktaran işgalci tohum kullanılıyor. Bu hem toprağı kırılgan hale getiriyor, hem de üreticiyi dışarıya (emperyalist ülkelere) muhtaç bırakıyor. Hem doğaya hem ekonomiye hem de akla zarar bir tutum.

Bütün coğrafi bölgeler, dağıyla, ovasıyla, deniziyle, rüzgarı, karı, güneşi, bitkisi, hayvanı ile benzerleri olan ancak tıpa tıp aynısı olmayan, dolayısı ile biriciklik özelliği taşıyan çevrelerdir. Her bölgede yaşayan insanların besin elde etme, saklama, pişirme, beslenme alışkanlıkları, hatta sofra adabı   yeme içme (gastronomi) kültürü adı altında yerel kalması ve gelecek kuşaklar için korunması gereken somut olmayan kültürel mirastır. 

Çanakkale bölgesi de bu bağlamda tarihi, coğrafyası ve beşeri özellikleri ile gerçekten de gastronomi şehri olmayı hak ediyor.  Birkaç yıllık gözlemlerime dayanarak tespit ettiğim bazı özellikleri paylaşmak istiyorum.

Bölgenin gastronomi tarihi oldukça renkli; mesela zeytin bolca yetişen bir ürün,  zeytin ağacının olduğu bölgeler neredeyse Roma İmparatorluğunun sınırlarını gösterir, Romalılar da zaten soylarını Truva’ya dayandırırlar. Bundan başka  üzümün ilk kez Bozcaada’da ehlileştirildiğini, Osmanlı Sarayının et ihtiyacını Biga çevresinden karşıladığını, Gelibolu’da on yedinci yüzyıldan beri balık işleme atölyelerinin olduğunu biliyoruz. Bunlar ve daha bir çok ürünle ilgili çok önemli tarihi bilgilerin gün yüzüne çıkartılması gerekiyor.

İkincisi coğrafi konumu nedeniyle hem Akdeniz mutfağının hem de Anadolu mutfağının özelliklerini taşıyor. Akdeniz mutfağı deyince akla gelen deniz ürünleri, otlar, şarap ve zeytinyağı dörtlüsünün, dördü de var. Anadolu mutfağı deyince hemen akla gelen hayvancılık, süt ve süt ürünleri, et ve et ürünleri, tarım ürünü olarak buğday, pirinç üretimi  var.

Üçüncü özellik ise  bu şehrin yakın tarihinde mübadeleler çok önemli yer tutuyor. Kısa zaman içerisinde, bu etnik ve kültürel farklılıkların önemini kavradım, hemen her ailenin tarihinde Balkanlardan ya da başka yerlerden göç hikayesi var. Böylece birçok kültürün birleşmesinden meydana gelen, melez bir mutfağı olmalı diye düşünüyorum.

Mesela kahvaltı salçası diye hazırladıkları sos, klasik balkan sosları ile oldukça benzeşiyor. Bölgenin kültüründe çok önemli yeri olan ‘hayır’ yemeklerinin, hatta cami önlerinde, sokaklarda, nohutlu tavuklu pilav dağıtılmasının, Alevilerin ‘lokma’ paylaşımı geleneğinden geldiğini düşünüyorum.

Bölgenin seramik kap kaçak açısından da tarihi değeri çok büyük, tarihin her devrinde seramik üretimi önemli olmuş, mesela Parion antik kentinde dünyanın ilk biberonları ortaya çıkarıldı.  Bu gün bile seramik önemli, şehrin simgelerinden biri hatta ismi bile ÇANAK.

Bu özelliklerin yanı sıra Çanakkale bölgesinin ekonomisi hala büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa bağlı, en büyük sanayi tesisleri balık işleme ya da seramik fabrikaları.

Fakat burada büyük sorunlar var, benim tespit ettiğim bazı sorunlar şu şekilde sıralanabilir.

Tarım büyük ölçüde yabancı tohumlarla yapılıyor. Neyse ki, köylerde halen birçok üründe atalık tohum mevcut, son yıllarda Çanakkale Belediyesi atalık tohum bankası da kurdu.

Tarımda çok önemli bir başka sorun da aşırı miktarda zirai ilaç ve bilinçsiz su kullanılıyor olması. Nedense suyun temizliği de kimseyi ilgilendirmiyor. Ne yazık ki köylerde bütün çöpler derelere dökülüyor, bunun önüne geçmek neredeyse imkansız görünüyor.

Bu bölgenin meyvesi sebzesi çok lezzetli oluyor, talep olunca herkes meyve ağacı dikiyor. Üreticinin en büyük sorunlarından biri de ürününün elinde kalması oluyor. Köylerle yakın teması olan kişilerden aldığım bilgiler, genellikle meyvelerin elde kaldığını gösteriyor.

Bölgede bol miktarda yenilebilir otlar ve aromatik bitkiler endemik olarak bulunuyor. Şimdilik bunların ekonomik değere dönüşmesi de son derece sınırlı.

Önümüzdeki yıllarda ise, boğazdaki köprünün bölgeye aşırı nüfus çekmesi ve tarım arazilerinin şehirlere, eko turizm adı altında turistik tesislere kaydırılması, tarım ve hayvancılığı zora sokacaktır.

Geçen yıl bir karabasan gibi denizlere çöken kirlilik, en büyük işvereni balık işleme fabrikası olan bu kentte nasıl sonuçlar verir görmemek için kör olmak lazım.

Yani gastronomi açısından hem bir sürü avantajı hem de çevre kirliliği, nüfus ve globalleşme baskısı altında bir sürü dezavantajı olan bir şehir.

Bunlar benim kendi  gözlemlerim, şimdi bir de işleri bilen kişilerle bir araya geleceğim. Umarım bu dernekte iyi bir sinerji yakalar ve faydalı projeler yaparız.

LODOSUN YAŞLI GÖZÜ KANAMAYA BAŞLADI

Çanakkale rüzgarı ile ünlü bir kent, öyle ki antik zamanlarda bu bölgenin rüzgarına özel bir isim bile vermişler; adı BOREAS. Ege denizinden gelen gemiler boğaza ulaştığında, rüzgar boğazda ilerlemeye uygun yöne dönene kadar Truva şehrinin limanında beklermiş. Antik dönemde, bu coğrafyanın rüzgarına özel isim verilmesine şaşırmamalı, o zamanın denizcileri rüzgarı adeta gemi motoru niyetine kullanmışlar.

Truva şehrinin bir zamanlar bu denli önemli olma sebebi, iki denizi birleştiren yolun çok önemli bir kavşak noktasında yer almasıdır. Beşeri tarihin o dönemi için dünyanın en önemli su yollarından birine hakim pozisyonda olmanın her açıdan ne kadar değerli olduğunu anlamak için çok düşünmeye gerek yok, benim kendi düşünceme göre Truva savaşları bir erkekle kadının yasak aşkı sonucunda değil, çok önemli ticari kavşağı elde etme ve bölgenin ticaretine hakim olma çabasıyla belki de görünürde çok sudan (belki gerçekten de uygunsuz bir ilişki) bir sebeple çıkarılmış bir savaştır.

Yüzyıllar içerisinde Truva şehrinin çok korunaklı limanı nehrin taşıdığı alüvyonlarla dolduğu için şimdi burada koy değil, verimli bir sulak ova (Çanakkale domatesi bu ovada yetişiyor) bulunmaktadır.

Gerçekten de hemen her gün bazen tatlı, tatlı çoğu zaman kendini hissettirecek şekilde, bazı günler ise amansızca esen rüzgarların iklime damga bastığı bir coğrafya burası.

Kuzey yönünden gelen bütün rüzgarlara (karayel, yıldız, poyraz)  genel olarak poyraz deniliyor ve burada yaşadığım 5 yıl içinde iklimle ilişkili olarak en net anladığım şey; kuzeyden gelen rüzgarlar bölgeye soğuk hava getiriyor ve şiddetli rüzgar ısıyı daha da düşük hissedilmesine neden oluyor.

Güneyden gelen rüzgarlara (keşişleme, kıble, lodos) ise genel olarak lodos deniliyor, lodos elbette sıcak hava ile ilişkili, bu mevsimde esen lodosun ardından yağmur geliyor. Bu nedenle burada lodosun gözü yaşlıdır deyimi var. Genellikle Kasım ayında güneyden esen rüzgarlar yağmura neden olduğunda genellikle yön değiştirip poyraza dönüyor ve kış havaları bastırıyor. Bu yıl bu hava değişimi kasım sonuna denk geldi ve yağışlar Aralık başında başladı.

Gün doğumu ve günbatımından esen rüzgarlar ise çok sık olmamakla birlikte esince boğazda ani fırtınalara, ardından da ani sıcaklık düşüşlerine sebep oluyor.  

Fakat şu var ki, dünya gezegeni birkaç on yıl sonrasında beklediği iklim krizinin içine bir anda düştü ve hazırlıksız yakalandı. Son iki yıldan beri olan her iklim olayı normal sınırlarının oldukça üzerinde ve felaket boyutlarında meydana geliyor. Geçtiğimiz hafta yaşanan meteorolojik olaylar, bölgede normalde de yaşanan lodos, ardından gelen ısı düşmesiydi, ancak alışılagelenden çok daha sertti. Lodos fırtınası, çatıları uçuracak, tırları devirecek kadar güçlü oldu ve maalesef can kayıplarına bile sebep oldu. Ardından gelen yağmurlar eğer eylül ekim ayları kurak geçmemiş olsaydı (toprak kuru idi) sellere neden olacak kadar güçlüydü. Yüksek yerlere yılın ilk karı düştü.

Fırtına dindikten sonraki gün şehre inerken benim bir ton gelen dolayısıyla çok sağlam bir yer tutuşu olan aracım, sözüm ona hafiflemiş rüzgardan yoldan havalanacak gibi etkilendi. Ardından 10 dakika içerisinde sert bir sağanak, bir dakikalık dolu yağışını, ayaz ve güneş izledi.

Bir günde hatta bir saatte dört mevsim geçişini Karadeniz’de çok yaşadım, ancak burada bu denli ani ve sert değişimi ilk kez görüyorum. Gerçekten de beklenen iklim krizinin aniden koynuna düştüğümüzü fark etmemek imkansız.

Bu sene ilk kez hiç olmazsa bazı ağaçları  sararak kış soğuğundan korumayı düşünüyorum.

KALABALIKTAN BUNALDIĞIM BİR HAFTA SONU GEÇİRDİM, BU SALGIN KALAN AKLIMI DA YİTİRMEME SEBEP OLMUŞ

Geçen hafta sonu fakülteden sınıf arkadaşlarımızla birlikte kahvaltı yapacağımız bir toplantı için İstanbul’a gittim. İstanbul’a en son gidişimin üzerinden neredeyse 2 yıl geçti, son gidişim Anadolu tarafındaydı, Avrupa tarafına son gidişimi ise tam hatırlayamasam da sanırım en az 2,5 yıl olmalı.

Son iki yıldır, neredeyse bütün vaktimi köyde geçirdim, aşılandıktan sonra sınırlı sosyalleşme olanağı bulsam da ciddi ölçüde münzevi hayatı yaşadım.

İnsan tuhaf bir yaratık; ya da en azından ben, kendim tuhafım. Bütün hayatım, özellikle de çalışma hayatım boyunca kalabalıktan şikayet ettim.  KTÜ’de çalıştığım 25 yıl boyunca her gün ortalama 500 kişi ile muhatap oluyordum. Bu sayıyı uydurmadım, günlük poliklinik hasta sayımız, onların anne babaları (çok zaman daha da kalabalık olabiliyorlar), serviste yatan hasta sayısı, girdiğim derslerdeki öğrenci sayısı, asistan sayısı, meslektaşlarım derken sadece iş saatlerimde iletişime girdiğim kişi sayısını, minimumda tutarak hesapladım.

Bir gün boyunca hiç üşenmeyip anlık olarak defalarca, hastane odamdaki kendim dışında kafa sayısı saydım, gün içerisinde 7-14 arasında değişiyordu, bir an bile yalnız kalmıyordum. Kışın en soğuk günlerinde bile bu ufacık odada havasızlıktan ölmemek için pencereyi açık tutardım.

Kimse, ama hiç kimse sıra beklemek istemezdi, ben de aynı anda hem telefonla konuşup, hem hasta sahibine hem de o anda odama dalan asistan, görevli, şikayetçi (Allah o an için artık ne verdiyse) ile konuşmayı başarmayı öğrenmiştim.

Sonra bir anda, ben gene iki kişiyle aynı anda konuşup sorun çözerken, odama baş asistan daldı ve artık aile saadetini tehdit edecek şekilde bunaldığından, asistanların nöbet listelerine yaptıkları itirazlardan bahsetmeye başladı. Hiç unutmuyorum o saniyede birden bire sesler kafamda uğuldamaya ve karşımdaki kişiler bir sis perdesinin ardından görünmeye başladı. İşte bu tek andan sonra, biri konuşurken bir diğeri araya girdiğinde ben bloke oldum, ne yeni konuşmayı ne de devam etmekte olan konuşmayı duyabildim. Bence bu beynimin bana artık tükendiğini söyleme şekliydi. Ben de insanlara artık tek tek konuşun demeye başladım. Bu kez benim anında cevap vermeme alışık kişiler için bu kibir olarak algılandı. Neyse ki bu durumdan kısa bir süre sonra muayenehane açtım ve gerçekten artık odama giren, çıkanı kontrol edebilmeye başladım, böylece işler düzene girdi. Muhtemelen bu yeni işim, oldukça yoğun olmasına rağmen bir şekilde dinlenebilmemi, hastama istediğim kadar zaman ayırabilmemi, akşam eve kurşun yemiş gibi dönmememi sağladı ve beni tükenmişlikten kurtardı.

Sonuç olarak özellikle de çalışma hayatımın son 15 yılında alabildiğim yıllık izinleri (çoğunu yaktım) evde sadece yatarak geçirdim. Bütün bu yıllar boyunca hep, şöyle en azından 3 ay insansız bir adada yaşamayı hayal ettim.

Meğer bu hayallerden bir kaçı eşref saatine denk gelmiş, şimdi kaç 3 aylardır insansız yaşamak zorunda kaldım. Bu kadar yoğun çalışınca sosyal hayatım, hiç son senelerdeki kadar nakıs olmasa da zaten kısıtlıydı, özellikle de gece hayatı hiç bana göre değildir. Ama bu kadar izole olunca da arkadaşsızlıktan içim kurudu. Şu anda sıradan bir misafirlik, bir kahvaltı bana eskiden olduğundan çok daha fazla şey ifade ediyor. Sanırım herkes benimle aynı durumdadır.

Geçen hafta, (nasıl olsa her birimiz aşılarımızı da yaptırdık) büyük bir hevesle İstanbul’daki kahvaltısına katılmak,  önceden gidip birkaç işi halletmek ve biraz da alışveriş yapmak istedim.

İstanbul trafiğine alışık olmasam da ev merkezden uzak, genellikle kendi aracımla gider, şehre inerken metro kullanırım. Bu sefer gidişte ilk şokumu evin kapısını bulamayarak yaşadım, karşımıza yeni hastane açıldı (son gidişimde inşaat henüz başlamıştı), mahallede yollar değişmiş, 3 kere evin önünden geçip siteye ondan sonra girebildim. İstanbul merkezine kendi aracımla gitmemek için bindiğim metroda, alışveriş merkezinde, sokaklardaki kalabalığı görünce gene ödüm patladı, bir an önce köye dönmek için can attım. Özellikle metrodaki kalabalık, insanların maskelerini yalan yanlış kullanmaları beni bayağı ürküttü. Dönüşte taksi kullanmaya karar verdim.

Alışveriş merkezinde dolaşmaktan pek hoşlanmam ama, aylardır, İkea’ya gitmek ve biraz orada vakit geçirmek, birkaç şey bakmak istiyordum. Fakat tam içeri girecekken önünde park etmiş boş bir taksi görünce, belki sonra bulamam endişesiyle, hemen içine atlayıp eve döndüm.

Eğer sınıf arkadaşlarımı bu kadar özlememiş olsaydım, toplantıya falan katılmadan geri dönerdim. Tekrar bir metro hikayesi yaşamamak için toplantıya mecburen kendi aracımla gittim, çantamı da yanıma almış olduğum için, kahvaltıdan sonra derhal dönüş yoluna geçtim. Neyse ki navigasyon beni paralı yollara soktu da trafiğe takılmadan İstanbul’dan çıkmayı başardım.  Tabii sınıf arkadaşlarımı görmek bana çok iyi geldi.

Döndükten sonra kalabalıktan bu kadar bunalmamın sebebini düşünmeye çalıştım. Çünkü neredeyse yetişkin hayatım boyunca yalnızlık özlemi çektiğim kadar son iki yılda kalabalık özlemi çekmiştim.

Anlaşılan bu endişe, yalnızlık, gelecek endişesi, ekonomik zorluklar, sosyal uyarı eksikliği, kendini yenileyememe süreci kalan 3 kuruşluk aklımı da başımdan uçurmuş. Tanıdığım pek çok kişi de benim gibi zorluklar çekiyor. Mesela hayatımda hiç olmadığım kadar vesveseliyim, uyuma zorlukları yaşıyorum, hiç olmadığım kadar derinden fiziksel ve zihinsel konfor alanlarıma bağlıyım. Bu salgının, sadece benim değil, bütün bir nesil olarak hepimizin akıl sağlığı üzerinde kalıcı etkileri olacağı endişesi taşıyorum.

KARADENİZ, SULAR, SELLER, YOLLAR, KÖPRÜLER ve YEREL PİROMAN İŞ BAŞINDA YAZISI

Karadeniz delidir, bir anı ötekine uymaz. Bir bakarsın bardağın içindeki su kadar durgun, bir bakarsın kudurmuş dalgalarla köpük,  köpük. Kudurduğu zamanlar önünde ne liman mendireği durabilir, ne de sahil yolları ne de binalar. Yolları dişleriyle ısırmış gibi söker götürür. Mesela şimdiki sahil yolundan önceki sahil yolunun bizim Pazar’daki evin 5 kilometre batısında bir koydaki 100,150 metrelik kısmının, sürekli deniz tarafından koparıldığını bilirim. Bu yoldan geçerken kim bilir kaç kez dalgaların yola kadar fışkırdığını görürdüm.

Yıl 1999, Şubat ayında bir gece kalmak üzere Ankara’ya gitmiştim. O gece bölgede aniden çıkan ve 2 saat süren bir tufan olmuştu, dönerken uçaktan gördüğüm manzaralar inanılmazdı. Giresun ve Trabzon arasındaki sahil yerleşimleri büyük hasar görmüş, hatta Trabzon limanının mendireğindeki kayalardan biri yerinden oynamıştı. Bu kaya limanın gemi girişine doğru kaydığı için uzun süreyle büyük gemiler limana giremediler.

Kadim zamanlardaki denizciler bu denizden  ölesiye korkardı.  Kaptanlar sefere çıkmadan önce sağ salim dönebilmek umuduyla çeşitli  ritüeller yapardı.  Trabzon’daki Ayasofya Kilisesinin doğu duvarı boyunca yüzlerce gemi, kayık, kadırga resmi ve çeşitli dillerde duvar yazıları vardır. Bu deniz öyle bir deniz ki, yüzyıllar boyunca gemi mürettebatı, denize açılmadan evvel sağ salim dönebilmeyi ya da başlarına bir ey gelirse en azından bu dünyada biz iz bırakmayı umarak bu duvarlara gemilerinin resimlerini ve dillerindeki duaları yazdılar. Gemilerini o denli ayrıntılı çizdiler ki sadece bu resimlere bakarak bu yüzyıllarda Karadeniz’e  açılan gemilerin 4 ana şekilde yapıldığını anlayabiliyoruz.

Bana kalırsa biz de korkmalıyız, ama gözlerimizi inşaat tekniklerimize duyduğumuz hayranlık kör etti, suyla oyun olmayacağını unuttuk, yeneriz sanıyoruz. (Bu cümleyi biz olarak yazma sebebim insanoğlu anlamında, yoksa birçok kişi tehlikenin farkındadır).

Modern hatalar yazmakla bitmez, Rize’de Trabzon’da birçok dolgu alan inşa edildi, üzerlerine adeta yani şehirler kuruldu, bu da yetmezmiş gibi sahil yolu olduğu gibi deniz dolgusu üzerine yapıldı. Mesela Trabzon stadyumu, Giresun Ordu havalimanı dolgu alan üzerine kuruldu. Şimdi yapılmakta olan Rize Artvin havalimanı da deniz doldurularak yapılıyor. Bütün bu inşaatları bir saatte yutmaya muktedir bir denizden söz ediyoruz. Bütün bunlar ne kadar akıllıca yatırımlardır, iyice düşünmek lazım.

Karadeniz; sadece bir durgun bir azgın sularıyla deli değildir, bir doğal afet (tufan) şeklindeki oluşumu ile de, yüzeyden 200 metre derinlerdeki zehirli varlığı ile de, insanı ile de delidir.

Yani nerden bakarsanız bakın delidir.

İşte bu deli denize dökülen sular da ondan aşağı kalmayacak şekilde delidirler. Çoğu yerde denize paralel dimdik dağlar bir set gibi denizin önünde sıralanırlar. Bu dağlar sayesinde denizlen gelen nemli hava yağmur olarak yağar ve dağları yemyeşil bir hale sokar, hatta ülkedeki yegane yağmur ormanları da bu bölgededir. Buna karşılık bu sert yamaçlarda toprak derinliği çok azdır ve bölge erezyona oldukça dayanıksızdır. Hemen bütün derelerin boyları  sadece bu dağların denize bakan yüzleri kadardır, yani oldukça kısadır,  derin vadilerden kanyonlardan geçerek denize ulaşırlar. Her biri senede en az bir kere hatta bazıları birkaç kez taşar, bu taşkınlar eğer ölümlü değilse haber değeri taşımadığı için duyulmazlar. Mesela son yıllarda adı çokça duyulan ve Çayeli ilçesinin içinden denize ulaşan Şairler deresi üzerinde bulunan Ağaran Şelalesi yılda birkaç kez taşar, görseli çok görkemli olduğundan son yıllarda paylaşılıp duruyor, ancak Çayeli için çok ciddi tehlike potansiyeli gözden kaçırılmamalı.

Sonuç olarak bu oldukça yüksekten çok kısa bir zamanda alçalan bu dereler, çok ciddi taşkın potansiyeli taşırlar, kolayca ele avuca sığmazlar, öyle duvarla filan ıslah edilemezler ve sel zamanında da durdurulamıyorlar. Üstelik hemen hemen her 500 metrede bir sel yatakları vardır, sadece yağmur yağdığında şelaleler şeklinde akarlar.

Bu durum bölgenin coğrafi bir gerçeği olduğu için, eski köyler ve yerleşimler genellikle hem derelerin hem de denizlerin kıyılarından uzakta yapılırdı. Eğer uçakla Trabzon’a giderken dikkat ederseniz, bölgede Anadolu’da olduğu gibi toplu yerleşim gösteren köyler yoktur. Evler genel olarak bir sırtı takip ederek tren gibi birbiri peşi sıra dizilmişlerdir. Kıyı yerleşimleri de genel olarak derin bir limanı ve kıyıda bir tepesi olan özel coğrafi bölgelerde,  başka kıyı kentlerine benzemez şekilde sırtını denize dönmüş bir halde gelişmiştir.

Tarihi yollar, dereden hayli yüksekte yamaçların eğimlerini takip eder. Köprüler ise vadinin iki yakasının birbirine yaklaştığı ve kıyıda köprü ayaklarını sağlamca tutacak kayaların olduğu yerlere ve su tahliyesini asla engellemeyecek, yüksek kemerli olarak inşa edilmiştir.

Sonuç olarak eskiden insanlar doğanın güçlerine saygı duyulması gerektiğini bizden daha iyi biliyorlardı.

Şimdi yapılan hataları saymakla bitmez, herkes HES’leri suçluyor, ama bu sadece yapılan yanlışlardan biri.

Bölgede bütün dere yatakları yollar, evler, camiler, resmi binalar, her çeşitten binalarla dolduruldu. Elbette bu binalar aşırı hallerde sel yatağının önünde set oluşturarak,  büyük felaketlere neden oluyorlar.

 Sorsan dereler ıslah edildi. Oysa suyun yatağını daraltan bütün duvarlar sel tehlikesini artırır, dereyi ıslah etmeyeceksin, sel yatağının dışına yerleşeceksin, işte o kadar.

Bu da yetmezmiş gibi sahil yolu yapıldı, böylece boylu boyunca her türlü akıntının önüne set dikilmiş oldu. Dere ağızlarına da ortalama menfezler koyuldu, bu menfezler bol su akımını kaldıramadıkları için hemen her sene birkaç kez şehir sokakları su altında kalıyor.

Yapılan her köprü de dere yatağını iki kenardan daraltarak sadece orta bölgede suyun akmasına izin verecek şekilde inşa edildi. Yani köprü uzunluğu derenin yatak genişliğinden kısa tutuluyor.

Bütün bunlar bir araya gelince ve iklim krizi sayesinde aşırı hava koşullarıyla daha sık karşılaşınca sonuç budur.

Şimdi orta Karadeniz’de olan selin aynısı, 1990 yılında doğu Karadeniz’de olmuştu. Yani bölge sadece kısıtlı, tek bir derenin taşkını sonucunda olan seller kadar, kilometreler boyunca akan her derenin taşkınlarına da açıktır. İşte 31 yıl ara ile, benim 60 yıllık hayatım süresinde bu tanık olduğum ikinci hipersel, 1-2 derenin taşmasında ise hiç söz etmiyorum.

Bu kadar sık sel olan bir bölgede hala dere yataklarını doldurarak iş yapmak nasıl bir iştir? Ben de işte bunu anlayamıyorum.

Önce yangınlar sonra sel derken beynimiz döndü.

Bu arada son 10 gün içinde Çanakkale’nin bir köyünde 8-9 yangın çıktı. Muhtemelen orman yangınları oradaki bir kişinin içinde bir şeyleri tetikledi ve içindeki ‘piroman’ meydana çıktı.

ÇOK TUHAF, NE OLUYORSA İLLA BÜYÜK BİR FELAKET BOYUTUNDA OLUYOR, ŞİMDİ DE ORMAN YANGINI FIRTINASI ÇIKTI.

Geçen yıldan beri salgındır, deniz sümüğüdür, sellerdir, kuraklıktır, depremdir, meteor düşmesidir, akla gelen gelmeyen ne varsa başa geldi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de muhtemelen ülkenin yaşadığı en yaygın orman yangını salgınını yaşadık. Bizler yangın alanlarından bu denli uzakken gökten başımıza küller yağdı.

Yangın fırtınası da halkı, yangınların iklim krizinden ötürü inanılmaz sıcak geçen havaların sonucunda çıktığına inananlar ve sabotaj neticesinde çıktığına inananlar şeklinde ikiye böldü.

Bence felaket boyutlarındaki sıcaklık ve kuraklık neticesinde çıktı, çünkü yangınlar sadece bizim ülke ile sınırlı kalmadı. Neredeyse bütün kuzey yarım küre bu yangın fırtınalarından nasibini aldı.

Ancak mutlaka insan elinin de felakete katkısı var, çünkü kasten yakılmamış olsa bile ormana atılan her cam parçası, her şişe potansiyel bir yangın çıkartıcıdır. Biz orman kenarlarında mangal yapmayı, çöplerimizi oracığa terk etmeyi seven bir milletiz.

Ayrıca eşeğimizi asla sağlam kazığa bağlayıp, sonra Allaha emanet etme huyumuz yoktur. Önlem almayız, başımıza gelen afetler için hemen görüş açımızın bize ters gelen köşesinden bir ya da birçok suçlu buluruz, hem yardım hem de afette hatası olanlar için, hemen kendi sorumluluğumuzu Allaha havale ederiz. Oysa Allah bize akıl verdi, kullanın diye, ama biz kullanmayı hiç beceremeyiz.

Komşu Azerbaycan’dan yardım geldi, yardım konvoyuyla birlikte ‘olağan üstü haller bakanı’ yani afet bakanı da geldi. Koskoca ülkemizde, üstelik dünyanın en oynak fay hatlarından birkaçının üzerinde olan ülkemizde afet bakanlığı yok. Oysa ülkeyi tehdit eden sadece deprem değil ki, kuraklık, iklim krizleri, seller, orman yangınları gırla gidiyor. Nasıl olur da her yıl tekrarlanan bu afetler için adam akıllı bir seferberlik planı olmaz aklım almıyor.

Evet, her felaket anında afet bölgesine halktan gönüllüler, yardımlar sel gibi akıyor, elbette bu çok güzel bir şey, zorluklar karşısında hemen toplum olarak kenetlenmek ve aynı duygularla yardımlaşmak, gelecek için müthiş bir umut sağlıyor.

İyi ama bu gibi durumlarda gönüllü ordularını sevk ve idare etmek bile devletin görevi değil midir, ya da neden değildir? Son yangınlar o denli geniş alanlarda oldu ki böyle koordinasyonun şart olduğunu gösterdi. Öyle ya gönüllü olarak yardıma gidiyorsun, ya da bir şeyler gönderiyorsun, nerede ne zaman ne kadar ihtiyaç var en azından bu bilinmeyince organizasyon nasıl başarılı olur? Yangına insan gücü lazım ama kendini yakmamak, yangını nereden nasıl durdurmanın gerektiğini gibi teknik bilgileri bilmek lazım değil mi?  Deprem, sel yahut bambaşka bir şey oldu. Bütün bu  senaryolar için eylem planlarının, lojistik ve makinelerin hazır olması gerekmez mi?

Kendi konumdan örnek verecek olursam; herhangi bir felaket anında sahra hastanelerinin nerede kurulacağından tutun, hangi hekimin, hemşirenin nerede görev yapacağına kadar eylem planlarının hazırda durması, hatta görev alacak kişilerin de aralıklarla eğitim alması gerekmez mi?

Ne bileyim çok mu hayal kurdum? Ancak her an hemen her yerinde devasa boyutlarda deprem olabileceği bilinen, her yıl sel, orman yangını, çevre kirliliği, bir sürü afeti olan bir ülkede yaşıyorsam bunları devletimden beklemek hakkım değil mi? 

Ben şimdi kalkıp yangını söndürmeye gitsem, bedensel olarak yeterli olamam, bir de  muhtemelen  düşer, bir yerimi kırar,  bir yerlerimi yakar,  dumandan zehirlenir, yardım edeceğime millete baş belası olurum. Ancak bir felaket halinde hekim olarak seferber edilsem, gör bak nasıl canımı dişime takar, çalışır, 10 kişilik iş çıkarabilirim.

Madem bu kadar çok afeti olan bir ülkeyiz, adam akıllı bir hareket planının da olması ve afet durumlarında büyük bir titizlikle uygulanması lazım.

Biraz da gelelim orman yangını ve orman köyünün köylüsünün bilgeliğine; geçtiğimiz günlerde, yangından evvel, bir yörük kadının keçiler ormana girmezse otlar aşırı büyür ve bu kuru otlarla ormanlar her an yangın tehlikesi ile karşı karşıyadır diye  yaptığı  konuşmayı, şimdi herkes yayınlıyor. Evet, ben 4/5 yıldan beri bir orman köyünde yaşıyorum. Köylülerin bilgeliğine kulak vermek gerek.

Geçen sene bizim köy aşırı yağış aldı ve ilimizde birkaç kez sel oldu. Bu arada bizim evin etrafındaki duvarlardan birinde ufak bir hasar oldu. Bu duvarın yerine bir perde duvar yapmak istedik, temel atmak için toprağı kazınca, bizim arazinin hemen 1 metre dışında, yüzeyden 3/4 metre aşağıda bir yeraltı deresi olduğunu keşfettik. Komşumuza bizim duvara çok güvenmemesini, kendi toprağının kaymasını engellemek için kendi arazisine bizim yaptığımız gibi taş yığarak yamacı güçlendirmesini söyledim. Hayretle anladım ki komşu kadın oradan bir yeraltı suyunun geçtiğini ve bu suyun sadece çok yağış olan yıllarda yamaca zarar verdiğini zaten biliyor.

Bundan önce köylünün koskoca ormandaki her bir ağacı, suyun akma yönünü, her aracı, domuzu, karacayı bilmesine şaşırırdım, toprak altında akan suyu bile biliyorlarsa, toprağın üzerindekini mi bilemeyecekler? İnanılmaz bir bilgelikleri var. Mesela gözleriyle hava tahmini yapıyorlar (bunu ben de biraz öğrendim, ama önümüzdeki birkaç günü anlıyorum, oysa onlar gelecek mevsimi tahmin ediyorlar).

Yani demem o ki, orman köylüsünün yaşadığı ormanı kimse onlar gibi bilemez. Neredeyse DNA’larına kazınmış, inanılmaz bir bilgelikleri var.

Orman köylüsünü küstürmemek lazım, yangına müdahale edebilecek modern bilgiler, hızlı haberleşme ve lojistikle donatılması lazım.

Bir de elbette, vay orman yandı, çok korkunç görünüyor diye toprağı kazıyıp, olur olmaz ağaçlandırmamak lazım. Yanan ormanlar kendi haline bırakılsa birkaç yıl içerisinde güzelce yeşerir, tabiat kendini yeniler, yeter ki insanoğlu daha fazla zarar vermesin.

Aslında yangınları aşırı sıcak ve kuru havaya bağlamak istiyorum, ama geçen bir hafta içerisinde Çanakkale’nin turistik bir köyünden üçü ardışık günlerde olmak üzere tam 4 tane yangın çıktı. Bu kadar tesadüfe de insan artık inanamıyor. Neyse ki, yerel yönetim çok uyanık davranıyor, hemen yangın helikopteri ve itfaiye araçları yetişiyor, yerel gençler de iyi organize oldular,  hemen koşup bir çırpıda yangını söndürüyorlar. Sonuç olarak artık ısı mı desem yoksa başka üç harfliler mi, ormana musallat olanlara şöyle ağızlarının tadıyla bir orman yaktırmıyorlar.

Unutmamak gereken bir gerçek, artık öyle alışık olduğumuz iklim koşulları hatıralarda kaldı, her ne oluyorsa aşırı uçlarda oluyor. Yağmur yağınca sel, yağmayınca kuraklık. Ormanları tehdit eden sadece yangın değil ki, yer altı suları da gün geçtikçe azalıyor, gerçekten göz açıp kapayana kadar çocuklarımıza ‘biz gençken bu yamaçlar hep meşelikti’ diyerek kuru kayalıkları gösterebiliriz.

Ben Elazığ’da mecburi hizmet yaparken bu sözü çok duymuştum.

İKİ YIL ÜZERİNE ACI TATLI BAYRAMA BENZER BİR BAYRAM

Geçen hafta tam 1,5 yıl üzerine ilk kez Çanakkale’den ayrıldım. Tam 1,5 yıl önce en son İstanbul’a Zeynep’in doğum günü için gitmiştim, hemen ardından salgın çıktı evlere kapandık. O günden beri ilk kez geçen hafta bir yoga tatili için Muğla’ya gittim. Zaten kış boyunca Trabzon’daki yoga stüdyosunun online derslerine katılmıştım, yaz kampına da onlarla katılmak istedim.

Gitmeden üçüncü doz aşıyı da olmuştum, ancak gene de toplu taşıma kullanmak istemedim ve kendi aracımla yola çıktım. İzmir’den (Zerrin Pulathaneli) arkadaşımı da alacağım için bir gece onlarda yatmaya karar verdim. İyi ki molalı bir yol düşünmüşüm, çünkü, Çanakkale’den İzmir’e varmam neredeyse 9 saati buldu, kıyıdan giderek yollarda oyalandım, ama gecikmemin asıl sebebi uzun yol şoförlüğünü unutmuşum,  oyuncak araba sürer gibi acemi, acemi sürdüm.

İzmir’e vardığımda gerçekten de bir hayli yorulmuştum.

Ertesi gün ise yolları bildiğini iddia eden Zerrin’e uyduğum için defalarca yanlış yollara girip, geri dönerek bir sürü vakit kaybettik ama sonunda Gökhan’ın nereden bulduğunu bir türlü anlayamadığım ücra bir köydeki kampa ulaştık.

Buraya kadar her şey daha önceki yoga kamplarımıza benzese de bu yıl gittiğimiz kamp diğerlerinden çok farklı idi. Elbette gene her seferinde olduğu gibi doğa ile iç içe ancak bu kez odalarda temiz yataklar, kapılar, sallanmayan tuvaletler, modern banyolar ve klima vardı.

Yenice vadi adı altında susuz bir vadide kurulu, vadinin mermer karışık muhteşem taşlarının, camın ve ahşabın çok dengeli kullanıldığı güzel modern bir mimariye sahip, en az 20 dönüm araziye kurulmuş bir oteldi. En çok da peyzajla uğraşılmış, kendini doğal yollardan temizleyen bir gölet, lavanta bahçeleri, ahır ve sebze bahçesinden oluşan, vadinin kendi florasından da faydalanarak yapılmış, çok başarılı bir bahçe ortaya çıkmış. Tam yogacılara göre bir yer, çok güzel bir yoga platformu vardı. Hava ve toprağın zaten bol bol bulunduğu ortama su elementi de eklenmiş, bahçelerde sık sık ateş yakılacak ocaklar kurulmuş, sıcak havaya rağmen özellikle birinde her gece ateş yakılıyordu. Böylece hava, su, toprak ve ateş olarak 4 elementi de bolca barındıran bir ortam vardı.

Üstelik internet de çok zayıftı. Böylece yogilere doğal bir meditasyon ortamı sunuluyor olsa da modern hayatın gerekleri için internet artık olmazsa olmaz. Örnek olarak para ödemek için kartı verdiğinizde, resepsiyonda internet çekmediği için, post cihazını kapının dışına çıkarıp, bir ağacın dalına takıyorlar, dalda ödeme gerçekleştiriyorsunuz.

Bizim programda her gün sabah yedide bir hata yoga, akşam altıda bir yin yoga dersi vardı. Sözüm ona gün içinde de sakin kalıp, düşünceye dalmak, meditasyonlar yapıp gelecek günler için içsel enerji toplamak gerekir. Biz ise artık 1,5 yıldan beri sakin kalmaktan helak olmuştuk, aradaki saatlerde soluğu en yakın deniz olan Gökova körfezinde alıp saatlerce denize girdik, hatta bir gün tekne kiralayıp, koylarda dolaştık.

Bu yıl müsilaj nedeniyle Lapseki’de (bize en yakın plajlar) denize girmek istemediğimiz için deniz tatili de çok iyi oldu.

Dönerken biraz olsun acemiliğim ortadan kalkmıştı, ancak bu sefer de inanılmaz bir bayram trafiği vardı. Bir de neredeyse Babakale’de  (Sokakağzı plajı) tatil yapan Zafer ve ailesine uğramak istediğim için yolu bir hayli uzattım, birkaç saat de yemek yedik. Uzun sözün kısası bu kez Muğla’dan eve tam 13 saatte geldim.  Bütün İstanbul sanırım Edremit körfezi kıyılarında tatil yapıyor, o kadar kalabalık vardı.

Ertesi gün arife günüydü, bu bayramda 2 yıldan beri ilk kez hem bayram ziyareti yapacağız, hem de bize gelen olacak, ben de tatlı börek vs hazırlık yaptım. Biz çok uzun yıllardan beri kurban kesmiyoruz, bağış yapıyoruz. Ancak bu yıl Serdar (evin yapım ustası) ve ailesi hem kendi aldıkları zeytinliğe bakmak hem evin tadilatını yapmak üzere geldiler. Sonuç olarak yıllardan beri ilk kez, dün ellerimizle kurban etini böldük, kestik, kavurmalar yaptık.

Mezarlık ziyaretlerini arife günü yapmıştım. Çünkü eniştemin mezarı Lapseki’de, Semra’nınki Çanakkale’de, yani arada bir hayli mesafe var, bayram sabahı telaş etmek istemedim.

Çünkü evde misafir ağırlamayı da unuttum, 20/ 30 kişilik temalı partiler hazırlayan ben, bir çay masasında ne yapacağımı şaşırmaya başladım.

Kurban bayramı olunca ilk gün kurbanın telaşı oluyor, gene de iki yıldan beri ilk kez bayram ziyaretine gittim.

İkinci gün ben ziyaretçilerimi bekleyeceğim, bize gelecek herkese ikinci gün gelin dedim.

Üçüncü gün ise Gelibolu’ya geçip oradaki ziyaretleri yapacağım. Maalesef bayram öncesi bir çocukluk arkadaşımı daha kaybettim, annesini ziyaret edeceğim. Umarım bayramın tam ortası olduğu için feribotta çok beklemeyiz.

Bayram sonrasında ise dayımın oğlu birkaç günlüğüne geliyor, onun gidişinden sonra da ben İzmir’e düğüne gidip, kısa bir deniz tatili yapacağım.

Bir yandan da bütün hızıyla evin işleri yapılıyor. Bu kış kırılan su olukları tamir edildi, dış cephe boyandı, bayramdan sonra zedelenen duvarın tamiri yapılacak.

Yetmezmiş gibi, bütün derslerimden geçtiğim halde açık öğretimden yaz okulunda da 2 ders aldım, ders de çalışıyorum.

Sonuç olarak sanki ufaktan tefekten hayatın ritmini yakalamaya başladım.

Salgının hemen sönümleneceğini hiç düşünmüyorum, çünkü aşı olmayı ret eden çok insan var. Ben ilk 2 aşıyı attenüe aşılardan olmuştum, üçüncü aşı ise mRNA aşısı oldum, umarım bu aşıdan ikinci doz için de izin çıkar da olurum.  Çünkü belli ki bu aşı direnci devam ettikçe salgın da devam edecek, bari bireysel korunmaya devam edelim.

Şimdilik sosyalleşme açık havada yaptığımız bir faaliyet.

KORKUYA VERİLEN BEDENSEL CEVAP TİPLERİ, KORKUNUN BEDENDE BIRAKTIĞI (BELKİ DNA’ DA BİLE) KAYITLAR

Bu günlerde ‘Beden Kayıt Tutar’ isimli bir kitap okuyorum, kitapta yaşanmış travmaların (korkutucu deneyimler) bedende nasıl kayıt edildiği ve çeşitli hastalıklara zemin hazırladığından söz ediliyor.

Kitabı okudukça ‘korku’ deneyiminin insan üzerindeki etkileri, daha da çok korku duygusu ve kendi korku deneyimlerim üzerine düşünüyor ve bazı çıkarımlarda bulunuyorum.

Korku duygusunun ortaya çıkması başlıca iki şekilde oluyor. Korku; içinde yaşadığımız anda meydana gelen gerçek bir tehlike karşısında ya da herhangi bir tehdit yokken, görünürde korkutucu bir şeyler bulunmazken ortaya çıkabiliyor.

Gerçek bir tehlike karşısında ortaya çıkan korku organizmanın hayatta kalmasını sağlayan oldukça sağlıklı bir duygudur. Tehlike anında (çok kısa bir özetle) sempatik sinir sistemi aktive olur, adrenalin ve benzeri homonlar salgılanır ve bedende ‘savaş ya da kaç’ şeklinde fizyolojik cevaplar silsilesi meydana gelir. Kan basıncı artar, kaslara kan (ve şeker) hücum eder ve koşmaya ya da savaşmaya başlarsınız.

Mesela yakınlarda bir yerde elinde silahla sağa sola ateş eden birini gördünüz, freni patlamış bir araç üzerinize doğru geliyor, aniden patlayıcı bir ses duydunuz, bu gibi durumlarda korkmak en sağlıklı duygusal cevap olacaktır. Çünkü organizmanın hedefi hayatta kalmaktır.

Gerçek tehlike karşısında hormonların verdiği yanıt tektir, ancak her insan bu hormonal değişikliğe aynı şekilde tepki vermez. Adrenalin artmasına verilen fiziksel cevap KAÇ/SAVAŞ gibi özetlenebilse de hiç de azımsanmayacak bir gurup DONAKALIR. Hareket edemez, ses çıkaramaz (çok meşhur bir örnek olarak, karatede siyah kuşak sahibi bir kadının vahşi tecavüze uğraması sırasında saldırgana saldıramamasıdır).

Korktunuz ve adrenalin salgıladınız. Acaba fizyolojik cevabınız savaşmak mı, kaçmak mı, donakalmak mı olacak?

Genel olarak her insanın kendi adrenaline karşı verdiği fizyolojik cevap tek tip oluyor, bir insan savaşçıysa savaşıyor, kaçıcıysa kaçıyor, donucuysa donuyor. Yani bir insan stres karşısında bir gün donarak, diğer gün kaçarak ya da savaşarak cevap vermiyor.

Bu cevabı nasıl yaşadığınız (birçok hastalığın temelinde yatan ana nedenlerden biri olmalı) sizin daha önceki yaşam deneyimlerinize, genel ruh halinize, bedeninize ve hayatınıza bakış açınızla ilintili olacaktır.

Örnek verecek olursam, birçok kadın hissettiği ani bir korku karşısında çığlık atar (bu bir savaş mekanizmasıdır, yüksek ses düşmanı korkutabilir). Birçok erkek kendini tehdit altında hissettiği zaman sesini yükseltir, ayağa kalkar, kollarını açar (fiziksel bedenini olduğundan büyük gösteriyor) ya da gerçekten kavgaya tutuşur, bu da bir savaş durumudur.

Bazı insanlar ise tehlike sezdikleri ortamlardan uzaklaşır, başına iş çıkaracağını düşündüğü sohbetlere katılmaz, korktuğu kişiye fazla görünmez, bu gibi durumlar modern zamanda sempatik sistemin tetiklediği kaçma cevabıdır (ne de olsa eskiden olduğu gibi peşimizden yaban hayvanları kovalamıyor).

Donakalanlara gelince (hayvanlar da saldırıya uğradıklarında ölü taklidi yaparak bazı durumlarda avcıdan kurtulabiliyorlar), çığlık atamaz, kendilerine bir haksızlık yapıldığında cevap veremez, sözlü sınavda tutulur, hatta üzerine doğru gelen arabadan kaçamaz, öylece bakakalır.

Ben donakalırım, donmanın daha iyi anlaşılması için kendi deneyimlerimden örneklendireceğim.

Şehirlerde şiddetli ve sürekli terör yaşandığı bir dönemde üniversite okudum, bir olay patlak verdiğinde olduğum yerde kalakalırdım,  mümkün değil ayaklarım yerden kalkmazdı, bu sayede herkes koşarken geride kalırdım ve ben hiçbir hareket yapmadan tehlike benden uzaklaşmış olurdu. O zamanlar bu durumu ‘korkusuz’ olmama bağlamıştım.

Bu son cümle içinde de korkunun bir kaç önemli özelliği barınıyor. Bunlardan birincisi insan yaşadığı duygunun korku olduğunun farkında olmayabilir, korku hayatımızda düşündüğümüzden çok daha fazla yer kaplıyor.

Bir başka özellik de mesela savaşlar ya da aile içi şiddet gibi, eğer korkutucu durum çok uzun süreli olursa kişi kronik adrenalin deşarjına karşı tolerans geliştiriyor, fiziksel belirtiler bu kadar şiddetli hissedilmiyor.

Bu donakalma hadiselerimden birini ayrıntılı anlatayım. Mecburi hizmetteyken, bir akşam evimde misafirlerim vardı, o akşam, bekar evimdeki neredeyse bütün tabak çanağımı yıkamış ve tezgahta düzenlice dizmiştim. Ertesi gün yemek yedikten sonra çıkan bulaşığı  yıkadım, niyetim bunları kurulayıp dünden kalan tabak çanak yığınını da  toplarlayıp hepsini her zaman yaptığım gibi  duvarda asılı bulunan dolaba kaldırmaktı. Fakat kendi tabağımı yıkarken, içime  derhal mutfaktan uzaklaşmamı gerektiren garip bir his girdi (deprem öncesi hayvanların ne hissettiklerini biliyorum sanırım).

Elimdeki tabağı evyeye atıp kapıya yöneldim, tam çıkarken mutfaktan bir çıtırtı geldi geri baktım.  Ve bundan sonrası yavaşlatılmış çekim gibi, gözlerimin önünde mutfak dolabı duvardan koptu, önce musluğa çarptı, musluğu koparıp, yarım takla atıp, tezgahtaki bütün tabakları süpürerek yere düştü, bundan sonra taklasını tamamlayarak, karşı duvara yaslı duran buz dolabının kapısını göçerterek durdu.

Bu sırada kamyon kazası olabilecek bir gürültü çıktı. Ben mutfak kapısında öylece bakakaldım. Gürültü o kadar büyüktü ki bütün komşular koşup kapıma geldiler, kapıyı açtım ve  sadece parmağımla mutfağı gösterip ‘şey oldu’ diyebildim.

O kadar donuktum ki, komşum hemen evini açıp beni kendi evine itekledi, kızı süpürge faraş evime dalarak temizlik yaptı. İyiyim demem aldırmayıp, bileklerime kolonya sürdüler, şekerli sular içirdiler, biri nane yağı koklattı. Meğer korkudan donan bir insan için yapılabilecek en iyi şeyi yani sosyal desteği vermişler.

Korku eğer görünürde bir tehlike yokken ortaya çıkıyorsa, muhtemelen herhangi bir durum, daha önce yaşamış olduğunuz korku deneyimi tetikler ve bedeniniz o anda aynı tehlike karşısındaymışsınız gibi yanıt verir.

Şimdi anlatacağım bu tip ilgili bir deneyim.

Geçenlerde evde temizlik yapılıyordu, ben de köyde yürüyüşe çıkmıştım, temizlikçi kadın telefon açıp evde elektrik olmadığını söyledi. Jeneratör var, ama sadece köyün elektriği kesilince devreye giriyor, evin sigortası atması durumunda devreye girmiyor. Kadına sigorta atmıştır dedim ama hayır baktım sigorta atmamış dedi.

Ben birden bire donakaldım, eve dönmek istiyorum ancak bacaklarıma sanki taş oturdu, bacaklarımı adım atmaya bilinçli bir şekilde komut verip, yürümeye zorlayarak, perişan halde eve döndüm. Normalde kilometrelerce yürüyüş yapabilirim ama o 500 metre bacaklarımı mahvetti, 3 gün ağrıdan merdiven inip çıkamadım.

Çünkü, köye ilk taşındığımız günlerde köyün elektrik trafosuna yıldırım düşmüştü ve elektriğe takılı her şey bozulmuş, eve günlerce tamirciler gelip gitmiş, oldukça sıkıntı çekmiştik. Hatta elektrikli cihazlardan birinin bozuk olduğu ilk anda fark edilmemiş olduğundan bu olaydan aylar sonra ciddi bir yangın tehlikesi atlatmıştık.

Kadın bana sigorta atmamış dediği andan itibaren beynim sadece sigortanın attığını, kadının alt kattaki genel sigortaya bakmadığını söylemesine rağmen, bedenim bu zor durumu hatırladı ve korkuya verdiğim donma reaksiyonunu verdi. Sonuç olarak, beden korkuyu kayıt ediyor, tehlikeyi sadece hatırladığında da aynı tepkiyi veriyor.

Şimdi anlatacağım ise çok daha farklı bir şey. Sizin hiçbir zaman karşılaşmadığınız, karşılaşma imkanınızın çok düşük olduğu durumlara karşı da korku geliştirebiliyorsunuz. Mesela sürüngen, kemirgen, örümce, böcek korkusunun, hayatında gerçek fare, yılan görmemiş, apartman dairelerinde yaşayan insanlarda bile ne kadar yaygın olduğunu görünce, çok eski dönemlerde insan genlerine epigenetik olarak işlenmiş bir şey olduğunu düşünüyorum.

İnsanların korktuğunu kolayca anlayamamalarının bir diğer sebebi de korkunun midede, kalpte ya da başka organlarda ağrı ya da rahatsız edici duygularla ortaya çıkmasıdır.

Korku, dozunda ve yerinde yaşandığı zaman sağlıklı bir duygu olmasına karşılık, beyin ve beden üzerinde kalıcı etkiler bırakıp, adeta ruhunu damgalayarak insanı zapt  edebilir. Bu hastalık hali akut, tekrarlayıcı ve kronik olabilir.

Acaba hastalık geliştirme riski daha yüksek olan bir fizyolojik cevap tipi var mı? KAÇ/SAVAŞ gibi aksiyon alarak cevap verenler daha şanslıdır, DONAN ise hastalık geliştirmeye, kapanmaya, sosyal izolasyona daha yatkındır diye düşünüyorum.

O anda yaşanılan tehlike, ya da daha önceki bir deneyime atfen ortaya çıkan korku karşısında insanın bilinçsizce verdiği kaç, savaş, don şeklindeki cevabını değiştirebileceği güvenilir bir yöntem var mı, bilemiyorum.

Son olarak cesaret korku duymamak değildir, riski hesaplayarak göze almaktır. Risk hesabı yapmadan ortaya atılmak başka bir şeydir (akılsızlık, kendine zarar verme isteği…).

GEÇEN GÜN LAPSEKİ PAZARINI GEZDİM, BİR DOLU HATIRA CANLANDI, NOSTALJİNİN DİBİNE VURDUM

Geçen hafta aylar hatta bir yıldan daha uzun süreden beri ilk kez doya doya Lapseki pazar yerini gezdim.

Hayatta gezmekten en çok keyif aldığım yerler üreticinin kendi ürününü sattığı pazar yerleridir. Muhtemelen insanların içinde bir yerlerde şehirde yaşamanın getirdiği anlatılmaz yaşanır bir özlem var ki, tanıdığım hemen herkes üretici pazarlarında gezmeyi sever.

Çocukken, Trabzon’da, Kunduracılar caddesinde yaşardık, o dönemde, pazara gittiğimizi pek hatırlamıyorum, ancak pazarı aratmayacak tazelikte sebze meyve satan bir bakkalımız olduğunu ve ondan alışveriş yaptığımızı hatırlıyorum.

Bakkal aldıklarımızı, her esnaf gibi, eski usul terazi ile ölçerdi. Bu terazide ölçü yapmak için üzerinde kaç gram olduğu yazan demir ağırlıklar vardı, bir kefeye sebzeyi koyar, diğer kefeyi de bu ağırlıklarla dengelerdi, zaman içinde göz kararları gelişmiş olmalı ki, genellikle aldığın malzemeyi dengelemeyi çok kısa sürede başarırlardı. Aldığın sebzeyi ise ham kağıttan yapılmış, birleşim yerleri alçı gibi bir şeyle yapıştırılmış, kese kağıtlarına koyarak bize verirlerdi. Bizde de ipten örülmüş file olurdu, bu filelerle eve taşırdık. Zaman zaman evde birikmiş gazete kağıtlarını bakkala götürür, kese kağıdı yapması için verirdik.

Alışveriş dönüşü ambalaj çöpü diye bir kavram yoktu.

Çocukluktan hatırladığım ilk köy pazarı ise, Annelerle (anneannemiz) yazın, Rize’nin Pazar ilçesinde gittiğimiz köy pazarıdır. Biraz daha büyüyünce yazlarımızı, Trabzon ile Akçaabat arasında bulunan Yıldızlı köyündeki doktor evlerinde geçirmeye başladık. O zaman da Annelerle, Akçaabat’ta pazara gittiğimizi hatırlıyorum.

Anneler bu pazarlardan canlı tavuk alır, bu tavukları iki hafta kendi eliyle besledikten sonra keserdi. Tavukların tüylerini yolmasını, ince tüyleri tütsülemesini bu gün gibi hatırlıyorum. Bu tavuklar şimdiki çiftlik tavuklarından çok farklıydı. Hem pişmesi inanılmaz derecede zordu, hem etleri çok daha koyu renkliydi, hem de çok daha farklı bir lezzeti vardı.

Akçaabat’taki pazarda ‘zaguda’ pazarı denilen bir kısım vardı. (Karadeniz bölgesinde de, Marmara ve Ege kadar olmasa da zeytin ağaçları vardır. Trabzon’da yeşil zeytinin taşla kırılmış, suda bekletilerek acısı alınmış şekline zaguda denilir.)

Daha sonra Trabzon’da küçük Ayvasıl kilisesinin olduğu sokağa yerleştik, böylece ‘Pazarkapıya’ çok daha yakın oturmaya başladık. Pazarkapıda bir sürü manav, bakkal dışında bir de kapalı köylü pazarı vardır. Bu pazarda haftanın  her günü, kadınlar kendi ürettikleri ürünleri satarlar. Bu pazardan alışveriş yapmayı çok severdim.  

Boztepe’ye taşındıktan sonra en çok bu pazarı özlemiştim, daha sonra birkaç sokak öteye Pazar günleri köy pazarı kurulmaya başlandı. O dönemde her pazar sabahı mutlaka bu pazara gider, haftalık alışverişimi yapardım.

Aslında hiçbir şey almasan bile pazar yerlerini gezmenin, insanı mutlu eden, tuhaf bir büyüsü vardır.

Dünyada bir çok memlekete turist olarak gittim, hemen her ülkenin köy pazarlarını gezdim. Şimdi beni bir Pazar yerine koysanız, pazarın şeklinden, ürün çeşitlerinden hangi memlekette olduğumuzu kabaca söylemem mümkündür.

Mesela Avrupa’daki pazarlar, genel olarak sınırları oldukça belirgin bir alanda, küçük bir parkta ve onu çevreleyen sokaklarda kurulur.  Satıcıların önünde neredeyse seyyar bir dükkan denilebilecek, tezgahlar bulunur. 

Satılan ürün eğer sebze, meyve ise küçük şeffaf plastik kaplar, hatta bardaklar içerisinde, bazıları dilimlenmiş şekilde, tane işi olanlar da neredeyse sayılabilecek kadar az miktardadır. Ürünlerin çoğunluğu, işlenmiş et (salam, sucuk, pastırma), pasta, ekmek gibi hamur işleri, dondurma ya da atıştırmalık alabileceğiniz yiyecek tezgahlarıdır. Bu pazarlarda genellikle canlı çiçekler de bulunur.

Eğer mesela Uzak Doğu’da bir Pazar gittiyseniz, burada egzotik meyveler, balık ve su ürünleri ön planda olabilir. Eğer eski Sovyet topraklarındaysanız, ürünler bizim pazarlara benzer, ancak sergilenişi çok daha düzenlidir. Bir kere pazar yerleri bayağı tanzim edilmiş, sırf bu işe ayrılmış alanlarda kurulmuştur, ikincisi de ürünler tezgahlarda neredeyse askeri nizamda dizilidir, üçüncü olarak benzer ürünleri satan tezgahlar bir araya toplanmıştır.

Beni en çok etkileyen pazar yeri ise Peru’da gezdiğim ve hala unutamadığım pazardır. Burada şehirde, ucu bucağı olmayan, tanıdığım, tanımadığım her türlü sebze meyvenin her  çeşidinin olduğu bir pazar, köylerde ise daha ufak ve yöresel ürünlerin satıldığı bir sürü pazar gezmiştik. Papaya, ejder meyvesi, ananas, adını bilmediğim bir sürü tuhaf meyve, bir sürü kök sebze görmüştüm. Ayrıca bildiğimiz her türlü meyve de vardı, üstelik bin bir çeşitlerdi. En çok aklımda kalan ise mısır ve patateslerdeki renk, şekil  ve boy farklılıklarıydı. Oradan getirdiğim mısırları üretememiştik, yıllar sonra gene güney Amerika kıtasından getirdiğim domates ise bizim bahçede şekil değiştirdi.

Türkiye’de ise bölgeden bölgeye satılan ürünler değişiyor, Ege bölgesi malum çeşit çeşit otları ile ünlü. Doğu’da bir pazara gitseniz, tahıl, peynir, salçalar gibi ürünler dikkatinizi çeker.

Çanakkale bir tarım havzası, pazarlar gerçekten sosyal hayatta hayati önem taşıyor, her iş köy pazarlarına göre ayarlanıyor. Örnek olarak Cuma günleri bizim köyde hiç kimseyi bulamazsınız, çünkü herkes şehirdeki köy pazarındadır. Pazarlar, sadece alışveriş alanı değil, sosyal hayatın vaz geçilmezi, diğer köylerden ve kasabalardan haber alınmasını sağlayan kadim bir gelenektir.

Hemen her kasabada özel Pazar yerleri yapılmıştır, ancak Gelibolu ve Lapseki’de pazarlar hala sokaklarda kuruluyor. Şimdi karantina nedeniyle şehirdeki sebze ve tuhafiye pazarı günleri ayrıldı, ama önceden birlikte olurdu.

Biz salgın öncesinde hemen her hafta Çanakkale’deki, arada Lapseki’deki, zaman zaman da Çan, Biga, Ezine, Gelibolu pazarlarına giderdik. Bir kere de Bayramiç pazarına denk geldik, eski köy pazarlarına en fazla benzeyen galiba oydu. 

Lapseki pazarı da, eski köy pazarlarına şehirdekine göre çok daha fazla benzer. Geçen gün Lapseki’ye yürüyüş için gittiğimde, pazara denk geldim. Yolun deniz tarafındaki sokaklarda kıyafet, kumaş filen satılan kısım kurulmuştu, havludan, payetli şalvar kumaşına kadar her şey satılıyordu, eski usul kara lastik bile vardı, nostalji yaparak bahçede giymek için kendimize kara lastik ayakkabı aldım.

Yolun yukarısındaki sokaklarda daha da büyük nostalji yaptım, her türlü sebze meyve, kadınların evde pişirdiği ekmek vs vardı. Ancak iki şey var ki beni hatıraların dibine vurdurdu.

Hani eskiden açıkta satılan, kesme şeker diyemeyeceğiniz kadar büyük, sert mi sert çay şekerleri olurdu, hatta bunları istediğiniz ölçüde kırmak için özel  kıskaçları olurdu. İşte yıllar sonra bu şekerlerden buldum ve aldım.

Daha da inanılmazı canlı civciv bile vardı. Hem tavuk hem de ördek, ya da kaz civcivi satılıyordu. Bir de bu bölgede beçtavuğu bir hayli yetiştiriliyor. Bu tavukların yumurtaları beyaz olmuyor, aksine mavi, yeşili kahverengi, sarının her tonu rengarenk oluyor. Bu renkli yumurtalardan da gördüm.

Bu şehirde bir de Giresun, Ordu taraflarından alışık olduğum, zamanları geldiğinde yerel mantar görmek de mümkün. Kültür mantarı ise her zaman satılıyor. İzmir pazarlarındaki kadar çok yabani ot satılmasa da her pazarda hangi otun zamanıysa bulmak mümkün.

Yerel tohumlar aslında arz kürenin, o noktasındaki toprağın, suyun, havanın birleşiminden oluşan doğal çevreye en  uygun haliyle milyonlarca yıldan beri evrimleşmiş, yöresel DNA bankasıdır. Bir bakıma o coğrafi bölgenin ‘Levh-i mahfuz’udur.  Umarım bizden sonraki nesiller de bu biyolojik çeşitliliği görme şansına sahip olur.

Bu yıl denizdeki salyaları gördükçe dünyaya neler yaptığımızı ve daha ne kadar zarar verebileceğimiz düşünmeden edemiyorum. Pazar yerini gezerken duyduğum sevinç, şimdi yazarken yerini kaygıya bırakıyor.

Perudan çeşitli patatesler
Peru gördüğüm en güzel pazar diyebilirim
Dijon pazarı
Dijon pazarı, kulağımdan Emre çıkıyor
Beçtavuk yumurtası

KÖYDE HER ŞEY KENDİ ZAMANINDA AKIP GİDERKEN ARAYA ADRENALİN DOLU İKİ GÜN SIKIŞTI.

Bu yıl bahçede amelelik yapıyorum. Bu kadar bahçeye vakit ayırınca bir takım yenilikler yapmayı düşündük. Mesela bu yıl hayvan gübresinden vaz geçip, leonarit, bor, bakır, kükürt gibi doğal malzemelerden oluşmuş organik gübrelere geçtik. Bu yıl bir diğer yenilik olarak sebzeleri naylonla kapatıp, malçlayacağız.

Bahçeyi mini bir ekositem olarak görmek lazım. Çünkü mesela bir yıl önce dikilen marul, pazı, kara lahana, kişniş gibi bazı şeylerin tohumlarının bazıları, rüzgarla uçup, kendi kendine dikiliyor, ertesi sene olmadık yerlerden çıkıyorlar. Bu yıl biz hiç marul dikmedik, avlu içinde bile bir sürü marul yetişti.

Bunun dışında evdeki soğanlar çimlenirse bunları toprağa oturtunca bayağı verimli bir şey oluyor. Bu yıl bu şekilde oturttuğumuz soğanlar sayesinde hiç pazardan taze soğan almadık. Son dönemde bir şey daha keşfettim, özellikle de soğan tohuma durmaya başlayınca, ortadan çıkan cücüğü dibinden kesip yemeklerde kullanıyorum, zavallı soğan kendine yeniden tohum yapma gayretiyle yeniden taze yaprak çıkarıyor. Bu şekilde oturttuğumuz 5 adet soğanı yiye yiye hala bitiremedik, diğerlerini baş soğan almak için bekletiyorum.

Patateslerin de köklenmeye başlayan kabuklarını derince kesip toprağa gömüyoruz. Böylece bir hayli patates fidesi meydana geldi, arada bir yanlışlıkla minik minik patatesleri çektiğimiz oluyor, ama asıl ürünü bitki çiçeklendikten sonra alacakmışız. Son dönemde aldığımız patatesin cinsine göre faklı alanlarda dikmeyi akıl ettik de bir alandaki fidelerin mor kabuklu çıkacağını biliyoruz, diğer bölgedeki patatesler ise artık anası ne renkse o renk çıkacak.

Bahçede neyin olup neyin olmayacağını ise deneme yanılma yöntemiyle buluyoruz. Örnek olarak havuç, brokoli, karnabahar, kereviz,  mercimek gibi şeyleri tekrar dikmekten vaz geçtik. Turp cinsleri, soğan, sarımsak, bezelye, pırasa, bakla ise gayet güzel oluyor.

Bu kış havalar çok dengesiz gittiği için kış sebzeleri çok az oldu. mart ayında güllerden çelik yaptık, bunlar da tuttuğu halde ardından dondular ve bu yıl onlar da olmadı. Seneye gül çelikleme yaptıktan sonra mart ayını ev içinde geçirtmeye karar verdik.

Yaz sebzeleri ise gayet güzel oluyor. Domates, biber, kabak, patlıcan, kavun, karpuz, balkabağı gibi bitkilerin bazılarının fidelerini,  Nermin mink serasında, tohumdan büyüttü, diğerlerini ise Lapseki’den ya da Çanakkale’den alıyoruz. Bu son karantina döneminde yaz sebze bahçesini epeyce toparladık.

Yılın ilk kişniş ve nane hasadını da tamamladım, hatta naneleri kuruttum bile.

Ekosistem derken şaka yapmıyorum, evin çatısında kalıcı kukumav ailemiz var. Serçeler ve kırlangıçlar da yuva yapıyorlar. Bazen yuvaların dibine kuş yavruları düşüyor. Kısa bir süre sonra bu ölü kuşlar ortadan kalkıyor, artık hangi hayvanın aldığını hayal etmek istemiyorum. Burada oldukça zengin bir yaban hayatı var.

Bu arada kırlangıçlarımız da geldiler ve muazzam yuvalarını yaptılar. Bütün inşaat aşamalarına şahit olduğum için mühendislere ders verecek kadar inşa tekniği bildiklerine karar verdim.

İnşaat deyince bu yıl köyde bir inşaat çılgınlığı var, hem köy içinde hem de çevresinde bayağı ev yapılıyor. Hatta karantina öncesinde evlerden birinin su basmanı seviyesini aceleyle tamamlayıp, üzerine çadır kurdular ve karantinayı köyde geçirdiler.

Köyde zaman kendi ritminde akıp giderken geçen hafta 2 heyecanlı gün geçirdik.

Perşembe günü öğleden sonra saat 3 gibi arkadaşımla buluşmak için şehre inerken yolda daha önce hiç görmediğim bir olayla karşılaştım. Köy yolu üzerinde, bizim evden 1,5- 2 kilometre uzakta, yan yana 3 adet ev var. Bunlardan birinin önünde 8-10 araç ve 25-30 insandan oluşan bir kalabalık vardı.

Araçların çoğu İstanbul plakalı sivil görünümlü binek araçlarıydı, ancak bir çekici ve bir de üzerinde gezici karakol yazan minibüs vardı. kadın ve erkeklerden oluşan insanlar ise sivil giyimli olmalarına rağmen, filmlerdeki FBI ajanlarını hatırlatan bir tavır içindeydiler. Bu evin sahibi aniden zenginleşip, sonra da çakma bir iflasla yurt dışına kaçtığı için mali bir suç araştırması diye düşündüm. Daha sonra ise Çanakkale’de, FETÖ operasyonu yapıldığını öğrendik, sanırım bu operasyon kapsamındaki bir baskına denk geldim.

Saat 6 gibi dönerken, bu kez eve 500 metre uzaktaki bir tarlada ilkinden daha da büyük bir kalabalık vardı. Bu tarlaya bir artezyen açılıyor, kuyu açılırken yanında kaygan bir maddenin bulunduğu ayrı bir havuz oluyor. Bu havuz sonradan kapatılıyor. O gün kuyuyu açan firma sahibinin oğlu bu havuza düşerek ölmüş. Benim gördüğüm de savcıdan, kurtarma ekibine, haberciden, aileye ve onların araçlarından oluşan büyük kalabalık imiş. Çok üzüldüm.

Fakat macera bitmedi, Cuma günü de ta Ayvalık’tan başlayıp, Çanakkale’nin Ege sahilinde etkili olan fırtına ve yağmur ile uyandık. Öğlen saatlerinden sonra felaketin boyutları ortaya çıktı. Sahildeki tekneler karaya oturdu, minareler, elektrik direkleri yıkıldı, sulama göletleri taştı, bir köye 1,5 metre yükseklikte dolu yağdı. Barajlar son kapasite doldular. Şehir ve köylerdeki bir çok cadde sular altında kaldı. Geniş bölgede elektrik kesintisi oldu.

Sadece binalarda değil tarlalarda da büyük hasar var.

Bizim köy fırtınanın kıyısında kalmasına karşılık bir hayli yağmur ve rüzgar aldı. Gün boyu son derece karanlık ve kasvetli bir hava vardı, evde can sıkıntısından, depresyondan yerimden kalkamadım.

 Bizim bahçede yağmur sularını hasat etmek için sarnıç ve bu sarnıca akan su olukları var. Her büyük yağmurda bu olukların ızgaraları  yaprak, toprak, dal gibi şeylerle tıkanıyor, onları açmazsak geride su birikimi oluyor. Cuma öğleden sonra bahçenin çeşitli noktalarına su basınca, yağmur altında bu ızgaraları açmak zorunda kaldım.  Böylece sebze bahçesini büyük ölçüde kurtarmış oldum. Bir de hazır yağmur varken, ağaçlara besleyici gübre koydum.

Üzerimde naylon yağmurluğa rağmen iç çamaşırıma kadar ıslandım. Bende galiba adrenalin bağımlılığı var, bütün bu aktivitelerden sonra ufunetim dağıldı, kendime geldim.

Show Buttons
Hide Buttons