Category Archives: Genel

TORUN ZEYNEP’İN HEMŞİN HORONLU DOĞUM GÜNÜNDE AİLE BULUŞMASI; ZEYNEP HALANIN BASA AİLESİ

Geçen hafta, İstanbul’a Zeynep’in 60 yaş partisine katılmak  için gittim. Zeynep, annemin Zeynep Halasının torunudur. Bu doğum günü nedeniyle sülalemizin Basa kolundan biraz söz etmek istedim.

Telatar’lar yani benim annemin sülalesi ile Basa’lar bir şekilde birbirinden ayrılmış, ancak aynı soydan gelen ailelerdir. Her iki ailenin birbirine akraba oldukları konusunda herhangi bir kuşku yok, ancak ayrılık konusunda birkaç farklı versiyon dinledim. Benim kendi kanaatimce, iki aile ferdi arasında mal anlaşmazlığı oldu, toprak paylaşılınca, aile de bölündü.

Sonuçta ne olduysa oldu, zaman içinde bu anlaşmazlık unutuldu, akrabalık bağı unutulmadı. Bu iki aile, aynı zamanda Balta ailesi de çeşitli evlilikler yolu ile (mesela benim anneannem Balta’dır) akrabadır. Sonuç olarak sosyal medyada bile Telatar, Balta, Basa sülalesi olarak guruplarımız var. Kim kimin nesi olur kısmını tam anlamıyla bilen çok kişi olduğunu sanmıyorum ama bir şekilde hepimiz akrabayız.

Zeynep’in babaannesi Zeynep Hala ile benim anne tarafından dedem Cevdet Efendi, öz kardeştir. Öz olmalarının üzerinde durdum, çünkü önceki nesillerde hemen herkes, birkaç kez evlenmiş, dolayısıyla herkesin bir çok öz ve üvey kardeşi var. Bir de bizim bölgede akraba evlilikleri sıktır, bazen iki kişi arasındaki akrabalık derecesini anlamak için uzun uğraşlar gerekir.

Neyse ki Zeynep’le aramdaki kan bağı oldukça yalın. Büyük dedem, Hasan Ağanın ikinci karısından olan çocuklarından biri dedem biri de Zeynep Hala. Benim dedem de Zeynep Hala da hayatlarında sadece bir kez evlenmişler.

Zeynep Halanın eşi Rıza Efendi sülalenin Basa koluna mensup bir ağa, dedemle bir şekilde kan bağının da olması gerekir, ama nedir bilemiyorum. Rıza Efendiye bağlı bir hayli toprak var, ailenin Telatar kolundan gelen topraklar Pazar ilçesinde, ancak Ardeşen ilçesinde de  evlilik yoluyla gelen ciddi miktarda toprağı var, yani oldukça varlıklı bir adam, tam 3 kez evlenmiş, son eşi bizim Zeynep Hala.

Zeynep Hala evlendiği zaman, Rıza efendinin ilk eşi hayatta değilmiş, ancak bizim Cimilli Hala diye bildiğimiz ikinci eşi hala hayatta imiş. Rıza Efendinin 3 eşinden olma çocuklar hep bir arada büyümüşler. Bu gün bile torunlar hiç üveylik bilmeden birbirlerine ruhen çok yakın yaşarlar.

Zeynep Halanın, yaş sırasına göre; Tiraje Cordan, Rauf Suat Basa, Hatice Basa, İnci Hacışahinoğlu, Cihan Şeheri ve Korkmaz Basa isimli 4 kız, 2 erkek, 6 çocuğu var (anlaşıldığı gibi burada evlilik soy isimlerini yazdım).

Zeynep Halanın oğulları Suat ve Korkmaz sırasıyla Melek ve Feraye Kobal isimli iki kız kardeşle evlenmiş. Suat ve Melek çiftinin kızları Tülin ve Zeynep (doğum günü bebesi), Korkmaz ve Feraye çiftinin çocukları ise Sönmez, Sancak, Mustafa Kemal, İstiklal ve Barış.

Her iki çiftin çocukları da o kadar yakın büyütüldüler ki, şimdi hepsi 2 annesi, 2 babası varmış gibi hissediyorlar ( Her iki baba da rahmetli oldu). Her ne kadar kardeş olmasalar da genetik olarak kardeşler zaten, çünkü dedeler, neneler ortak.

Korkmaz Amcanın, Şafak isimli üvey kardeşini de hesaba katarsak, çocuklarının isimleriyle İstiklal Marşının sözlerini tamamlamak istediğini anlamak mümkün. Barış küçük yaşta bir kaza geçirip, beyin ameliyatı olmak zorunda kalınca bu çok çocuk sevdasından vaz geçti sanırım, öyle olmasa İstiklal Marşından daha bir çok isim çıkarmayı başarırdı.

Ben Ankara’da okurken, Tülin’ler de Ankara’da idiler. O zaman Suat Amca da sağdı, Melek Anne ve kızlar hepsi Ankara’da yaşıyordu. Tülin, Hıfsıssıa Laboratuvarında çalıştığı için, öğlen aralarında buluşmamız bile mümkün olabiliyordu. Ben yurtta kaldığım için onların evinde de sık sık kalırdım.

Sonra zaman içerisinde Korkmaz Amcanın çocuklarının lise ve üniversite zamanları geldikçe, onun çocukları da sırayla gelmeye başladılar. Öyle ki Melek Annelerin evi okul yurdu gibiydi, içinde her yaştan çocuk vardı. Evdeki genç çocuklar Melek Anne dedikleri için, herkes gibi ben de Melek Anne demeye alışmıştım.

Melek Anne o zaman da oldukça kilolu, iştahlı ve çok güzel yemek yapan bir kadındı. Halis Hemşin kızı olduğu için çok bol tereyağlı kuymaklar yapardı,  o kuymağı yedikten sonra yerimden kalkamazdım. Çocuklardan birisiyle bir otobüs yolculuğu yapacağı zaman birkaç saatlik yol için, haftalar sürecek bir kuşatmaya yetecek kadar kumanya hazırlamıştı. Tülin’le aramızda bayağı dalga geçmiştik. Ben uzmanlık sınavına girecekken, hocalara ve arkadaşlarıma ikram etmem için koca bir tepsi su böreği açmıştı. Çok güzel gözleri olan çok tatlı bir kadındır. Şimdi dizlerinden dolayı yürümekte bayağı zorlanıyor, ancak maşallah gayet iyi durumdadır. Ve evet,  kendi doğurduğu, doğurmadığı bir çok çocuğun annesidir.

Feraye Teyzeye gelince, Zeynep Hala ile en uzun süre aynı evde yaşayan gelin, o. Zeynep Halanın anlattıkları hala belleğinde çok taze, inşallah günün birinde sırf bunları dinlemek için yanına gideceğim. Bu hatıraların unutulmamasını Feraye Teyze de çok istiyor.

Tülin’le ruhdaşlığımız hiç eksilmesi hala devam ediyor, mesela benimle ilgili bir rüya görse, ya da ben onunla ilgili bir hisse kapılsam mutlaka doğru çıkar, hiç şaşmaz.

Zeynep çok yakın bir tarihte emekli oldu. Bu yıl da 60 yaşına girince, Tülin ona sürpriz bir parti yapmaya karar vermiş, bana da haber verdiler.

Toplantı İstanbul’da Anadolu yakasında yapılacaktı. Benim Üniversiteden arkadaşım Gülçin’in evine de oldukça yakın bir mekan ayarlamışlar. Ben de arabama atlayıp hafta sonu için Gülçin’e gittim. Hem genişletilmiş bir akraba toplantısına katılmak mümkün oldu, hem de gençlik arkadaşlarımla felekten bir hafta sonu çalmış oldum.

Evden toplantı için çıkarken düğüne gider gibi süslendim. İyi ki öyle yapmışım, aramızda büyük elçiler filan da olduğu için erkekler papyon, takım elbise, kadınlar tuvaletli idiler. Bayağı düğün yapar gibi, 100 kişilik bir toplantı oldu.

Kimleri görmedim ki? Melek ve Feraye teyzeler, Korkmaz Amcanın bütün torunları, Cimilli Halanın torunlarından bir çoğu, Pazardan eski dostlar. Cimilli Halanın torunu Rıza’yı 30 yıldan daha uzun süredir görmemiştim. Benim çocukluğumda Pazarın diş hekimi Dursun Amcanın çocuklarından ve torunlarından bir kaçını da yıllar üzerine gördüm. Mustafa Kemal’in çocuklarını ilk kez canlı olarak gördüm, daha önce sadece resimlerini görmüştüm. Yani benim için çok hoş bir ‘geniş aile’ gecesi oldu.

Bu aralar sosyal medyada ‘gelsun mi’ videosuyla ortalığı dağıtan, Rakkani horon gurubu da toplantıya geldi. Birden bire ortaya tulum ve horon kurucusu çıktı. Zaten horon kurmak için başka kimseye ihtiyaç yok, aniden bizimkilerde ne devlet adamlığı, ne iş adamlığı kaldı, ceketlerin atılmasıyla, her birinin içindeki Hemşinli ortaya çıktı. Kocaman bir halka yapıldı, oyun kurucunun inanılmaz becerisi, oyuncuların iç ritimleriyle ortaya muhteşem bir Hemşin Çiftayak horonu çıktı.

Aman ki aman. Zaten dünyanın neresine gidersen git, folklor oynayanlar, eğer yerel insanlar ise, ortaya çıkan sinerji bir oyundan çok daha fazlası oluyor. Otantik horon bir oyun değil, insanların gelenekler yoluyla ata kanına bağını temsil eden bir ritüel. Çok anlamlı bir hafta sonuydu.

SOldan sağa üst sıra Zeynep, ben, Tülin, oturanlar solda Melek , sağda Feraye teyzeler

DEPREMLER PEŞPEŞE GELİYOR, BÜTÜN ÜLKE HATTA BÜTÜN DÜNYA SALLANIP DURUYORUZ

Dünyanın tam ortasında ve en güzel yerinde, muhteşem  bir ülkemiz var. Sadece coğrafi olarak değil, tarihi de son derece olağan üstü olan bu topraklar insan uygarlığının başladığı topraklardır. Biz tarih Sümerlerle başlar diye biliyorduk, ancak Göbeklitepe ve çevresindeki buluntular,  uygarlığın başlangıcını Yukarı Mezopotamya’ya çekmeye başladı. Güney Doğu Anadolu bölgesinde gerçekten çok önemli ve çok eski arkeolojik keşifler ortaya çıkıyor.

Ülkemizin üzerinde bulunduğu topraklar, bugünkü bilgilerimize göre, tarihsel açıdan, tartışmasız  uygarlıkların beşiğidir. Şu var ki, coğrafi olarak da beşik gibi sallanmaktadır, çünkü çok aktif fay hatlarına sahiptir. Artık herkesin kafasına sokması gereken, Orta Anadolu’daki birkaç il hariç her yerde ciddi deprem tehlikesi olduğu gerçeğidir.

Şu günlerde, Elazığ, Malatya, Manisa, ve Marmaris açıkları sallanıp duruyor. Elazığ ve Malatya’da olan depremler oldukça korkutucu, çünkü hem can kaybı oldu, hem de uzun süreden beri suskun duran Doğu Anadolu Fay hattının hareketlenmeye başladığını gösteren bir deprem oldu. Bu deprem hattı, Kuzey Anadolu Fay hattı ile Bingöl Karlıova civarında makas yapmaktadır.

Ben de herkes gibi araştırmaya çalışarak ülkemizdeki depremlerin meydana geliş şekillerini araştırmaya çalıştım.

Bu iki fay hattı ülkemizde meydana gelen bir çok depremden sorumlu tutuluyor.

Doğu Anadolu’da, Afrika Kıtasının alttan itmesiyle sıkışma kökenli depremler meydana geliyor. Ege Bölgesindeki depremler ise, iki önemli fay hattının itmesiyle, kuzey güney yönünde gerilme sebebiyle meydana geliyor.

Çanakkale oldukça önemli fay hatları olan ve deprem riski çok yüksek bölgelerden biridir. Kuzey Anadolu Fay hattı, Marmara Denizi boyunca ilerleyip, Gelibolu Yarımadasının kıstağından Ege denizine geçiyor ve Saroz Körfezi boyunca yarımadanın kıyısından devam ediyor. Diğer bir fay sistemi ise Erdek’ten başlayıp,  Biga, Çan, Ayvacık’ı geçerek, Edremit körfezine ulaşan ve kıyı boyunca ilerliyor. Tabii bu temel sistemler dışında da daha küçük fay hatları mevcut.

Biz de Çanakkale’ye daha düşük deprem beklentisi olan Karadeniz bölgesinden geldiğimiz için burada evi yaptırırken depreme dayanıklılık konusuna çok özen gösterdik. Sağlam zemin, depreme dayanıklı bina, perde duvar, bina temeli  ne demektir, ben o zaman öğrendim. Galiba, bu evi yaparken 8/10 katlı bina yapabilecek kadar çok yapı malzemesi kullanıldı. Tabii daha çok para harcandı. Şimdi resim asmak için, duvarlara çivi bile çakmak pek mümkün olmuyor. Ancak artık depreme karşı kendimizi Allah’a emanet etmeye hakkımız var. Her zaman uyarıldığı gibi, depremden çok binalar öldürüyor, ne yazık ki.  Çürük bir bina yaptırıp, sonra kendini Allah’a emanet etmek çok garip bir düşünce, ne yani deprem dalgası senin bulunduğun nokrayı atlayıp öyle mi devam edecek? Böyle bir düşünce olabilir mi?

Buraya taşındığımız ilk aylarda (2017 nisan/mayıs) Ayvacık’ta 2 aydan fazla süren bir deprem fırtınası vardı, daha sonra Ayvacık, Biga, Çan, sadece Çanakkale toprakları (Biga Yarımadası) üzerinde bir çok deprem oldu. Bunlardan,  bazılarını hissettik, bazılarını hissetmedik. Tabii Balıkesir, Manisa gibi yakın illerde olan büyük depremleri de hissettik.

Benim kişisel gözlemim sürüngenlerin gerçekten de depremleri 1-2 gün önceden fark edip, kendilerini topraktan dışarıya attıklarıdır. Depremden önce değiştiği söylenen diğer hayvan davranışlarını ise fark edemedim.

Fakat Uranüs gezegeninin, Boğa burcunda olduğunu ve 2017/ 2023 arasında 7 yıl boyunca boğada kalacağını biliyorum. Boğa toprakla ilgili bir burçtur, Uranüs de ani değişimleri simgeleyen bir gezegendir. Uzun sözün kısası bu 7 yıl, hatta öncesi ve sonrası ile biraz daha uzun bir süre, astrolojik olarak deprem açısından yüksek riskli olduğuna inanılır.

Astroloji elbette bir pozitif bilim değildir, ancak Jeoloji pozitif bir bilimdir. Bütün jeologlar, gezegenlerin nerede olduğundan bağımsız olarak Türkiye’nin nasıl bir deprem toprağı üzerinde olduğunu anlatıp duruyorlar. Nerede kaç şiddetinde deprem beklentisi olduğunu gayet net bir şekilde belirtiyorlar.

Zaten depremler de bir o taraftan bir bu taraftan vurarak, ‘kör kör parmağım gözüne dercesine’ sürekli bir şekilde varlığını hatırlatıyorlar. O halde kimse bu gerçeğe gözünü kapatarak yaşamamalı. Her şeyden evvel sağlam zeminli, sağlam binalarda yaşamaya çalışmalı, bu olmazsa olmaz şartı sağlasa bile gene de bir acil durum planı olmalı.

Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et.

HAYRETTİN KARACA, TOPRAK, YENİ İŞLER, HOBİLER, YENİ OKULLAR, HERKESE HAYIRLI EMEKLİLİK DİLERİM

Geçen hafta Hayrettin Karaca’yı, sevgili toprak dedemizi kaybettik.  Hayrettin Karaca, neredeyse 100 yaşındaydı ama öyle örnek, öyle lider bir ruhtu ki, öldüğünü duyunca hepimiz derin üzüntüye kapıldık. İlaç gibi bir adamdı, toprağın yaralarını sarmak için kolları sıvamış, insanlara doğa bilincini yerleştirebilmek için canla başla uğraşmıştı. Ben, artık arkasından ağlanacak çok da adam kalmadı diye düşündüm, ne yalan söyleyeyim.

Gene de adamın arkasından ağlamayıp, topluma katkısının üzerinde durmalıyız.  Şimdi Kaz Dağlarında, Cerattepe’de, Eğirdir gölünde, İstanbul’da daha adını saymadığım bir çok yerde insanlar, dünyanın geleceğini düşünerek, yapılan doğa kıyımına karşı duruyorlarsa, bütün bunlarda Toprak Dedenin parmak izi yok mu? Hepimizin üzerinde yaşadığımız topraklara karşı görevi var, büyük küçük fark etmez. Önemli olan zarar vermemek, hatta doğa için hiçbir şey yapamayan da, bari şuurlu davransın ve bir şeyler yapana da engel olmasın.

Tabii bir de Hayrettin Karacanın sanayiciliği bırakıp, hayatını bir başka yönde tamamen doldurması meselesi var. Yani ‘iyi emeklilik’ diye tarif ettiğim bir yönü var. Bunu da örnek almak lazım diye düşünüyorum.

Mesela, özellikle de bina içinde uzun süre çalışıp emekli olan insanlar için, emeklilikte toprakla uğraşmak çok güzel ve tatminkar bir şey. Toprak ufak bile olsa, ayağını toprağa basıyor, sırtında güneşi hissediyor ve arada birkaç taze yaprak yiyorsun. Daha ne olsun? Hiçbir şey olmasa bile kemiklerin daha sağlam kalır, depresyon senden uzak durur.

Buraya geldiğimden beri fark ettiğim bir şey var. Mecburi hizmet ya da herhangi bir sebeple buraya tayin olan doktorların pek çoğu başka bir yere gitmiyor, buradan emekli oluyor.

Zaten buralı olanların pek çoğunun aileden kendi arazisi var, dışarıdan gelenler de zaman içerisinde, özellikle de toprak fiyatları çok uygun iken, bir hayli toprak satın almışlar. Bir kısmı bu toprakları yatırım amacı ile almış ve satılığa çıkarmış, diğer kısım ise ciddi ciddi çiftçilik yapıyor. Mesela üzüm bağı yapıp, bayağı güzel şarap imal eden mi ararsın, meyve, sebzecilik yapan mı ararsın, hayvancılık yapan mı? Hepsi var. Bir kısmı ise daha mütevazi boyutlarda toprak almış, üzerine bir konteyner koymuş, ya da bir kulübe yapmış ve hafta sonlarında hobi bahçeciliği yapıyor.

Şimdi gözlerinizi yumup düşünün, meslek hayatınızın son 5/10/20 yılında bir yandan da çiftçilik yapıyorsunuz, ikinci olarak da düşünün, sürekli ve sadece hekimlik yapıyorsunuz. Tahmin edin bakalım kim emekli olunca ne yapacağım endişesi taşımayacak?

İnsanlar çalışırken, zaten işlerinden memnun değilse, tek amaç para kazanmak ise, işe giderken ayak sürüyor, işte mümkün olan her şekilde kaytarıyor, bir emekli olayım diye can atıyor. Eğer kendilerini meslekleri ile tanımlıyorlarsa, bu durumda emekliliği kendilerine hiç yakıştırmıyorlar ve emeklilik kavramına hiç de sıcak bakamıyorlar.

Durum hangisi olursa olsun, hiç kimse emekli olduğunda neler yapacağına, zamanını neyle dolduracağına dair ciddi bir zaman planlaması yapmış olmuyor. Oysa, ömrü yeten herkes bir gün mutlaka emekli olacak. Şimdilik bir ‘İnsanları emekliliğe hazırlama’ eğitimi olmadığına göre her birey kendi başının çaresine bakmalı. Yani bilinçli bir emeklilik hayatı yaşamak için, emekli olmadan mesela 5 yıl öncesinden yavaş yavaş, kafasında planlarını oluşturmalı ve bu planlara uygun hazırlıklarını yapmaya başlamalı.

Bir çok arkadaşım, meslektaşım, maddi olarak ihtiyacı olmamasına karşılık, yeni bir işte çalışmaya başlayarak emeklilik yaşını öteliyor. Bu da bir seçim elbette, özellikle de hayat amacını işinde bulmuş, bu işi yapmayınca kendisini bomboş hissedecek insanlar için, doğru bir seçenek olabilir. Ancak son yıllarda o kadar çok tanıdığım kişinin bir türlü emekli olamayıp, sonunda hastalık nedeniyle iş bırakma zorunda kalmasını üzüntüyle izledim. Sonra yerleri boş kalmadı, dünya dönmeye devam etti. Yani hala eli ayağı tutarken, şöyle birkaç yıl gönlünce yaşamak herkesin hakkı ve hatta kendine karşı görevi bence.

Maddi olarak çalışmak zorunda olan emeklilere ise hiç sözüm yok. İstemediği halde çalışmak mecburiyetinde kalan emekliler konusu beni aşar, burada görev devlete düşüyor. Sosyal devlet emeklisini muhtaç bırakmamalıdır.

Emeklilik sonrası çalışan üçüncü bir gurup daha var ki, onlar benim idolümdür.  Bazıları oldukça genç bir yaşta, çevresindeki herkesi şoke ederek, bazıları da erkence bir emeklilik zamanında asıl mesleğinden çok daha farklı ve özlemini duyduğu yepyeni bir işe keyifle başlayan insanlar var. Bankacılıktan emekli olup, yoga eğitmeni olmak, 40 yaşında bir şirketin CEO’luğundan ayrılıp reklamcılığa başlamak, 10 yıl mimarlık yaptıktan sonra filim yönetmeni olmak. Bunların hepsi çevremden örnekler.

Çok ciddi ve kısıtlayıcı bir işten, daha özgür takılabileceği, ya da çok daha rahat yaşayabileceği bir işe geçmek harika bir şey.

Benim arkadaşlarımın çoğu emekli olduktan sonra ya bir özel hastanede, ya da muayenehanesinde, çalışmaya devam ediyor. Umarım eskisinden daha rahat şartlarda çalışıyorlardır.

Ama herkes çalışmak istemez elbette. Mesela ben tıp alanında çalışmak istemiyorum. Geçtiğimiz yıllarda yepyeni bir şehre, yeni çevreye, toprakla uğraşmaya ve daha pek şeye adapte oldum. Önümüzdeki yıl açık öğretimle merak ettiğim bir okul okumaya başlamayı düşünüyorum. Şimdi üniversite mezunları için açık öğretim fakülteleri sınavsız öğrenci alıyor, pek çok arkadaşım felsefe, sosyoloji, fotoğrafçılık filan okudu. Ben de kültürel miraslar ve turizm okumayı planlıyorum. Böylece merak ettiğim bir konuda derli toplu bilgi alacağım.

Zamanı kaliteli bir şekilde doldurma konusunda herkesin kendine özgü yöntemleri vardır. Ancak herkes için, mutlaka sosyal ilişkileri geliştirmekte fayda var. Buraya geldiğimden beri katılmakta olduğum bir faaliyetten söz etmek istiyorum.

Türk Tabipler Birliğinin önerisiyle ‘Çınarlarla fidanlar buluşması’ adı altında çeşitli illerde bir etkinlik yapılıyor. Çanakkale’de bu işi ÇÖMÜ, Halk Sağlığı Bilim Dalı üstlendi, hatta bu buluşmayı staj programı içerisine aldı. Ben de şehirde olduğum zamanlar kaçırmamaya çalışıyorum.

Şehirdeki emekli hekimler, 2 ayda bir Tıp fakültesindeki, Halk Sağlığı stajı yapan son sınıf öğrencileri ile buluşuyoruz. Biz anılarımızı ve mesleğin tatminkar yönlerini, onlar da beklentilerini ve gelecek planlarını anlatıyorlar.

Genel olarak çocukları, kendisine ya da ailesine ait, büyük hevesler ve beklentilerle fakülteye girmiş, ancak fakültede okurken, hekimlerin uğradığı şiddet ve mesleki zorlukları fark ederek, büyük bir karamsarlık içerisine girmiş olarak buluyoruz.

Biz de gençlerin bu karamsarlığını gördüğümüz için, onlara mesleğin güzel taraflarını göstermeye gayret ediyoruz. Sonuç olarak toplantıdan fidanlar da çınarlar da çok memnun ayrılıyoruz. Hiçbir şey yapamasak gençlere 35/40 yıl sonraki hallerini göstermiş oluyoruz. Eh hiç de fena sayılmayız yani, çocuklar da bize bakıp, evet, 60/70 yaşımda bu abiler, ablalar gibi olmak isterim diyor.

Emekli hekim gurubumuz bir hayli renklidir, kendi aramızda da toplanıyoruz, yemeklere, konserlere, şarap tadımına filan gidiyoruz. Emeklilere en sağlam önerilerimden biri de meslek odalarının, sosyal etkinliklerine karışmalarıdır. Ömrünü kendine benzer şekilde geçirmiş insanlarla birlikte zaman geçirmek oldukça kaliteli zaman geçirmek anlamına geliyor.

SUŞİ DEYİP GEÇMEYİN, BUNDAN SONRA BENİM İÇİN ‘ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİKLERİME’ ve GEREKSİZ ‘KONFOR ALANLARIMA’ KAFA TUTMA ŞİFRESİDİR.

Hayatımda ilk kez, üstelik de yeni tanıştığım birisi (Yegane Hanım) ‘seni kim doktor olmak için zorladı, öyle hiç de doktor olmayı seçecek bir insana benzemiyorsun’ diyerek beni şaşırttı.

Oysa bütün ömrüm boyunca doktor olmayı isteyerek seçmedim dediğimde bunu kimse ciddiye almadı. Çünkü bunu söylediğim kişiler beni tanıyordu, beni öncelikle doktor kimliğimle kabul etmişlerdi, üstelik nasıl canla başla çalıştığımı da biliyorlardı.

Benim hakkımda en doğru çıkarımı yapan kişi ise sadece bloğumdan birkaç yazımı okumuştu, benim tıp doktoru olduğumu ise sadece ben söylediğim için biliyordu. Yazılarımı okuyunca hayata,  kendi annesi dahil tanıdığı diğer doktorlardan çok daha farklı bir pencereden baktığımı düşünmüş, asıl hangi mesleği yapmak istediğimi sordu, bu soru da benim için bir ilkti.

Anılarımı okuyarak hakkımda bir fikir oluştururken zihni serbestti, çünkü benimle ilgili bir ön kabulü yoktu, bana bakınca ‘doktor’ görmeye şartlanmamıştı, Ayşenur’u gördü.

Bir konuda şartlanmış değilsek konuya çok daha geniş açıdan bakabilme şansımız var. Bu çok önemli bir mesele bence, sanırım, dâhilerin bir konu ile ilgili bilgileri olsa da şartlanmıyorlar, böylece yepyeni bir bilgiyi ortaya koyabilecek, esnek bir düşünce yapısına sahip olabiliyorlar. Eğer bu esneklik olmasa gözünün önündeki gerçeği göremezsiniz. Çok bilinen örnekler verecek olursam, Watson ve Crick, yaptıkları deneylerde ortaya çıkan iplikçikleri, uzun süre denatürasyon (bozulma) iplikçikleri olarak tanımladılar ve üzerinde çalıştıkları hücrelerin bozulduğunu düşündükleri için deneylerini yarıda kestiler. Ancak uzun zaman sonra, bir anda, şartlanmaları çözüldü ve sonra aradıklarının aslında bu iplikler olduklarını anladılar. Yani DNA’yı buldukları, gözleriyle gördükleri halde uzun zaman bunun farkına varamadılar. Yine Kristof Kolombun sırf Hindistan’a yeni bir gidiş yolu bulacağım (şartlandı) diye sefere çıktığı için yeni bir kıta keşfettiğini anlamaması gibi.

Beyin esnekliği (plastisitesi) istesek de istemesek de yaşla giderek kısıtlanıyor. Örnek olarak yeni doğmuş bir bebek beyni dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dili, hatta birden fazla dili, bir iki yıl içinde kolayca öğrenebilir.  Çocuklar da kolayca dil öğrenir, 8 yaşından sonra yabancı bir dili öğrenmek oldukça zorlayıcı bir şeydir, çünkü beyin esnekliği azalmıştır.

Zamanla beynin zihinsel yetenekleri farklılaşır, yavaşça yeni bilgilere kapanıp, bildikleri hakkında, deneyim kazanmaya, gelişmeye odaklanır.

Farkında olsak da olmasak da hayatımızdaki her şey hakkında bir kabul geliştirmiş yani şartlanmış olarak yaşıyoruz. Bir şey ya da konu ile ilgili ön kabulümüz eğer yaşadıklarımıza (tecrübe)  ya da bilgiye (bilim) dayalıysa bu durum bizim hayatımızı çok kolaylaştırır. Mesela daha önce yaptığımız bir yemeği kolayca yapabiliriz (tecrübe), daha önce hiç yapmadığımız yemeği, tarifini bir yemek kitabından (bilgi/bilim) alarak da yapabiliriz. Yoksa yemeği berbat etmek, ya da yapmaya niyetlendiğimizden çok daha farklı bir sonuca varmak mümkün.

Ancak bu ön kabuller temelsiz ya da yanlış bilgiye dayalıysa bir kara büyü gibi hayatı kısıtlar. Mesela ben bu yemeği yapamam diye şartlanırsanız, gerçekten de yapamazsınız.

Şimdi gelelim suşiden aldığım hayat derslerine.

Bundan çeyrek asır önce, henüz Türkiye’de suşi hiç bilinmezken, o zamanlar Amerika’da yaşayan dayıoğlu Emre, bir gün her ne hikmetse suşiden söz etmişti. Emre, en basit bir şeyi anlatırken bile, detaylandırarak, karşısındakinin anladığından tamamen emin olacağı bir şekilde anlatır.

Gündelik bir konuşma sırasında, hatır için çiğ tavuk yenir sözünden mi, o anda yediğimiz Türk yemeklerinden mi, yoksa iki ülke arasındaki yaşayış farkından mı söz açıldı bilinmez, Emre bana ayrıntılı bir suşi tanımı yaptı ve çiğ balık konusunda ön yargılı olmayıp yersen gayet lezzetli bir yemek olduğunu anlatmıştı.  

Ne kadar ayrıntılı anlatmış ve gözümde canlanmasını sağlamışsa artık, ilk suşi gördüğümde hemen denemek istedim ve gerçekten de çok sevdim. Ha bu arada not düşeyim, o gezide bizim guruptan suşi deneyen tek kişi bendim.

Çünkü Emre beni, bizim için çok farklı bir deneyim olan çiğ balık konusunda bilgilendirmişti. Bu bende açıkçası bir merak uyandırmıştı. Diğer arkadaşlarım ise çiğ balık konusunda net bir ön yargıya sahiptiler ve denemeyi  ret ettiler.

Buradan çıkarılacak ders; bilgi, hele de güvenilir bir kaynaktan alındıysa merak uyandırıyor ve ön yargıları kırıyor. Eminim ki eğer yıllar öncesinden Emre’yle yukarıdaki konuşmayı yapmamış olsaydım, o gün ben de denemeye kapalı olacaktım.

Daha sonra suşi salgını bizi de sardı, moda oldu. Moda olan bir şeyi denemek neredeyse sosyal bir baskı yaratır,  denemezsen günü yakalayamamış bir dinozor olursun (bu da farklı bir ders). Şimdi eminim o gün denemeyen arkadaşların hemen hepsi suşi denemiştir ve en az bir kısmı yemeye bayılıyordur.

İşte suşi Türkiye’ye geldiği günlerde benim malumatfuruş arkadaşlarımdan biri yapmayı denemiş ve başarmıştı. Sanırım yasmin cinsi pirinç kullanmıştı, o zamanlar bu tip pirinç de çok yaygın bildiğimiz bir şey değildi. Galiba sırf bu pirinci biraz zor bulduğu ya da ne bileyim sadece hava atmak için, bana suşi yapmak için özel bir pirinç gerektiğini ve zor bulunduğunu, başka cins bir pirinç yapışmayacağı için suşi yapılamayacağını söylemişti. Onun ‘özel pirinci’ bulduğu market zinciri de Trabzon’da yoktu.

İşte bu minik konuşma da bende bir ön yargı, ön kabul  yaratmış.  Aferin bana. Gerçi bu ön yargım hayatımı hiçbir şekilde etkileyecek bir şey değildi yani zararsızdı ama olsun, ön yargı edinmek için gereken bütün zihinsel basamakları izlemişim.

  1. Madem ki ‘özel pirinç’ benim yaşadığım şehirde bulunamıyor, o halde benim bunu bulma şansım yok. ŞARTLARIM UYGUN DEĞİL DÜŞÜNCE BASAMAĞI.
  2. Bu pirinci bulmadan suşi yapma şansım yok. ARAŞTIRMADAN, KULAKTAN DOLMA BİLGİYE İNANMA BASAMAĞI.
  3. Bu durumda ben suşi yapamam. ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK BASAMAĞI ya da ZİHNİN YENİ BİR DENEYİMDEN KAÇINMA HİNLİĞİ ya da KONFOR ALANINDAN ÇIKMAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ BASAMAĞI.

Böylece suşi yapmayı denemeyi aklımdan bile geçirmemişim. Yani daha denemeden yapamayacağımı kabul etmişim.

Daha sonra da yıllar boyunca aklımdan suşi yapmayı denemek geçmedi bile. Oysa mutfak işi severim, hele de evde dünya mutfağı denemekle övünürüm. Gittiğim ülkelerde yediğim yemekleri, bunlarda kullanılan baharatları aklımda tutar, dönüşte mesela İran, Hint, Viyetnam  mutfağından yemekler yaparım. Gene de suşi yapmak aklımdan geçmedi.

(Demek ki şartlanmayı pek ala becerebiliyorum, oysa yeni deneyimlere açık olmakla bilinirim. Kim bilir daha ne konularda şartladım, kısıtladım kendimi?)

Yahu sadece pirinci haşlayıp, sıcakken üzerine birkaç kaşık tuzlu, şekerli sıcak sirke döküyorsun, pirinç soğuyunca yapış yapış oluyor, istediğin gibi, istediğin malzemeyle sar gitsin.

Derken kilo verme konusunda da ‘nasılsa bir türlü veremiyorum, o halde bu konuda bir şey yapmama gerek yok’ düşünce yapısına sahip olduğumu fark ettim.  

Bu zehirli düşünceyi fark edince beslenme düzenimi değiştirdim. Sadece zayıflamak değil amacım, aynı zamanda öğrenilmiş çaresizliğime sığınarak (nasıl olsa kilo veremeyeceğim), konfor alanlarımın (neden kendimi durduk yerde zora sokayım) içine giderek daha da çok gömülerek yaşamaktan kurtulmak da istiyorum.  

Belki başka konular da fark edeceğim bakalım göreceğim.

KAR TATİLİ, AVLU ATEŞİ, EFSANELER, ŞEHRİN KUYTULARINDA GİZLİ DÜNYALAR, JAPON YEMEKLERİ, TÜRK İŞİ SUŞİ, AYŞESAN, DERKEN FISTIK YEŞİLİNİ DE BOYADIM.

Geçen hafta iki gün üst üste kar yağdı, biz gene mahsur kaldık. Kendimize kar tatili verdik. Köyün rakımı 270 metre, aslında denizden kuş uçuşu sadece 5/6 kilometre uzaktayız ama, bizden 4 kilometre aşağıdaki köylerin rakımı 60 metre. Arazi böyle aniden yükselince aşağıda hiç kar yokken biz bayağı kar alıyoruz.

Bizim evin önünden akan, yazları kuruyan, ancak içinde su olduğu zamanlarda minik de olsa oldukça komplike bir şelale sistemi bile olan bir dere var. Ben bu kadar ufak bir derenin adı olmaz nasıl olsa diye düşünürken, dün nihayet adının Kocataş Altı Deresi olduğunu öğrendim.

Yazları aylarca kuruyan bir dere için boyundan büyük, görkemli bir isim olduğunu düşünmek mümkün, ancak derecik ufak da olsa fonksiyonel, çünkü bayağı büyük bir vadisi var. Bizim ön bahçe bu vadinin yamacının bir bölümünden oluşuyor. Hal böyle olunca eğer garaj yolunu düz yapmaya kalksaydık çok eğimli olacaktı, bu nedenle zikzaklı bir yol yapıldı.  

Bütün bunca lafı neden ettiğime gelince, köyün yolu kar yağdığı gün bile açıktı, ancak benim arabamı garajdan çıkarıp, yola indirebilmem 6 gün sürdü.

Kardan sonraki günlerde, yılın ilk dolunayı, ayın dünyaya en yakın olduğu zamanda gerçekleşti. Günlerce ayaz vardı, gökyüzünde para kadar bile bulut olmadı, geceler ise neredeyse gündüz kadar aydınlık oldu. Sonuçta yağan kar, buza dönüştü ve son derece yavaş bir şekilde eridi.

Biz de böylesi durumlarda evde kar tatili veriyoruz. Zaten aylardan beri yakılabilecek çöpleri avluda yakmaya başladım. Bizim evin kağıt çöpünün yanı sıra, Ayşen de yıllarca evinde biriktirdiği faturaları getirmişti.  Karın üzerinde, güneş tepede parlarken,  ateş yakmanın dayanılmaz bir albenisi var. Galiba hepimizin içinde ufak da olsa bir piroman yaşıyor, ateş yakınca terapi gibi geliyor. Saatlerce ateşin başında kaldım.

Tabii Kalandar Ana olduğumu da unutmadım. Hazır evde mahsur kalmışken 14 Ocak günü (Kalandar Günü) dağıtacağım ekmekleri de yaptım.

Evde kapalı kaldım ya, herkesin beni bir yerlere davet edeceği tuttu. Bir çoğunu geri çevirmek zorunda kaldım, ancak birine icabet ettim.

Geçen ay, Çanakkale’de garip bir bistro keşfettim. Garip dememin sebebi, oldukça kuytu bir noktada olması ve genel olarak boş durması. Oysa her gün dünya mutfağından yemekler yapan, aşçılık okulu mezunu bir sahibi var.

Bistro sahiplerinin, oldukça ilginç bir çift oldukları kesin. Kadın Azeri Yegane Hanım, eşi Lievenise Belçikalı. Aşçı olan kadın. Her ikisi de 7/8 dil bilen, dünya gezgini bir çift. Adamın işi dolayısıyla 9 yıldan beri Türkiye’de, 5 yıldan beri de Çanakkale’de yaşıyorlarmış. Bir çocukları var, o da kendileri gibi, şimdilik lisede okuyormuş, 1 yıl sonra üniversiteye dünyanın neresinde gideceği belli değil. Zaten bu çift de kayıklarını hazırlamış, gözleri çarıklarına kaymış. Oğlan üniversiteye gidince Çanakkale’den göçecekler.

Ancak şimdilik bistroları dil okulu gibi bir yer. Çanakkale’de yaşayan ne kadar yabancı varsa, bildikleri dili konuşabilmek için buraya uğruyorlar. Geçen ay ben de bu buluşmalardan birine gitmiştim, ÇÖMÜ’de Japonca öğretmeni olan Japon, Almancasını ilerletmek için gelmişti, guruba tek kelime Almanca bilmeyen ben de dahil olunca Türkçe, Almanca, İngilizce ‘ortaya karışık’ bir sohbet gerçekleşti. İlginç olan şey, karısının ana dili Türkçe olduğu ve bunca yıldan beri burada yaşadıkları halde, bu kadar dil bilen adamın Türkçeyi çok az biliyor olması, ona çok zor geliyormuş.

Bu ilginç çift, sanırım bu bistroyu para kazanmak için değil de sosyalleşmek için kullanıyorlar. Mesela her ay, mümkünse bir ülkenin mutfağından örneklerle bir çalıştay yapıyorlar. Ben geçen ay yapılacak çalışmaya da katılmak istemiştim, ancak 3 kişiden fazlasını istemediği, üstelik de benim bir programıma denk geldiği için katılamadım.

Bu ay, geçen ay tanıştığım Japon hoca ile Japon yemekleri hazırlayacaklarmış, beni de davet ettiler. İşte kaçırmayı göze alamadığım davet bu oldu.

Benim garaj yolu kapalı ama nasıl olsa köyün yolları açık, hemen her işe lazım Muammer’i işe koştum. Beni köyden şehre, akşam da şehirden köye taşıdı.

Önce bu Muammer ismini çözmem lazım, çünkü adama Muharrem deyip duruyorum. Onunla gezmek bayağı bilgilendirici oluyor. Bu bölgede tanımadığı kişi, bilmediği yer yok. Mesela dün derenin ismini de, bulut olmayınca karın buza döndüğünü de ondan öğrendim. Ayrıca bizim köyün de bir antik kenti varmış, bu kentin adı da Arisbe diye geçiyor. Ancak bu isimden kimsenin haberi yok, yalnız bu köyde eski bir Osmanlı yerleşimi var ve hatta geçenlerde hamamında define arayanlar olmuş, haberlere bile çıkmışlar. Muammere sorarsan buranın bir de efsanesi var, adamın biri oradan geçerken çok acıkmış, bir dilim ekmek ve peynir alarak yemiş ve yoluna devam etmek istemiş, yoluna çıkan normalde minicik olan bir dere korkunç bir şekilde önünü kesmiş, adam buraya geri dönmek zorunda kalmış ve nihayet köyden birine izinsiz ne yediğini söyleyince yolu açılmış, yani burası da efsunlu.  Bu  memlekette  zaten bir efsanesi olmayan bir dağ, bir kaya, bir yerleşim yeri bulamıyorsun.  Kentlerin bir biri üzerine kurulma geleneğinden yola çıkarak, bu Osmanlı yerleşiminin, Arisbe kenti üzerine kurulmuş olabileceği varsayımını geliştirdim. Havalar düzelince bu efsunlu yere gideceğiz.

Neyse gelelim yemek çalıştayına. Japon adamın ismi Masa. Ancak Japoncada isimler sonlarına, bizdeki, bey, hanım, ağa  gibi saygı anlamında SAN eki alıyor. Yani adama Masa SAN diye hitap ediliyor. Bu arada ben de Ayşe SAN oldum. Bunu duyunca her boyayı boyamıştım, bir fıstık yeşili kalmıştı, o da tamamdır diye düşündüm. Çünkü bana bu güne kadar bana ‘karaböcek, körli, doktor bey, hocam, Ayşegül’ herkes aklına ne gelirse söyledi. Vallahi bir Ayşe SAN eksik kalmıştı, artık o da tamam.

Masasan ve benden başka, 8 aylık hamile Koreli bir gelin ile 12 yaşındaki komşusu da geldiler. Çocuğa hayran kaldım.  Ufacık çocuğun içinde kocaman bir ruh var, bu kadar yeniliklere açık, meraklı, olgun bir gençle tanışmak beni çok umutlandırdı.

Yapacağımız yemekleri önceden belirlemiştiler. Hepimiz kafa çevremize göre ayarlanabilen tek kullanımlık aşçı şapkası ve önlükler taktık. Televizyon programlarında olduğu gibi önce tarifleri okuduk. Daha sonra malzemeleri hazırladık, son olarak da pişirme işlemini yaptık.

Her neyse dün tuzlu/tatlı soslu hindi, kırmızı fasulye tatlısı ve suşiden oluşan bir menü hazırladık. Tabii Uzak Doğu mutfağının olmazsa olmazı, pirinç de haşladık. Bunun için düdüklü tencere ile mini fırın arası, özel bir makine var ve pirinci yıkamanla, makineden çıkarıp yemen 40 dakika filan sürüyor.

Tuzlu tatlı soslu ördek ve diğer kümes hayvanlarından bir hayli yemişliğim var, gayet güzel yaptığımızı düşünüyorum, çünkü her türlü tada alışık, ana gurup dışında bir kişi daha hindiden yedi ve yalanım yok, parmaklarını da birlikte yedi.

Fasulye tatlısına gelince ben onu hiç beğenmedim, ama Masasan, Japonya’da dükkan açabilirsin, o kadar güzel oldu dedi ve herkes ikinci dilimi de yediler. Demek ki güzel olmuştu. Ancak fasulyenin haşlama suyu falan dökülmeden yapıldığı için bu tatlı bana sonradan dokundu.

Ayrıca, hayatımda ilk kez suşi yapmış oldum. Bu deneyim de gayet hoşuma gitti. Ben nedense kendiliğinden yapışan özel bir pirinç cinsi var diye düşünüyordum. Oysa pirinci birbirine yapıştıran şekerli sirkeli sosmuş, eğer suşi nasıl yapılır diye bir kez araştırsam bunu öğrenmiş olurdum, ama nedense pirincin özel olduğu fikrine takılı kaldım.

Bu bile nasıl ders niteliğinde, cehalet başa beladır, bilmeyince ve bilmeyi de ret edince, kafana göre bir efsane yaratır ve ona inanırsın, artık bu konuda körsün. Öğrenmeye direnç göstermek, araştırmamak, bir cins zihinsel sakatlık.

Suşi yapmak fikri, son dakikada Koreli gelinin gelmesiyle ortaya çıktı, çünkü kadın sarmak için gereken yorun tabakalarını getirmişti. O sırada Masasanın pirinçleri hazırlanmıştı, onları kullanarak suşi yapmaya karar verildi. Yeşil biber, havuç ve ton balığı kullanarak suşileri sardık, ben arada vejetaryen suşiler de yaptım. Sonuç olarak içinde çiğ balık olmayan Türk işi suşi yapmış olduk.

Sonra hep birlikte oturup afiyetle yedik. Bizden sonra gelecek olan müşteriler için de yeterince yemek hazırlamış olduk.

Önümüzdeki ay muhtemelen İranlı biriyle, İran yemekleri çalıştayı yapacağız.

Fasulye tatlısı, bir daha yemesem ömür boyu aramam

Aşçı ekip, ben, Koreli gelin, Küçük Ahmet, Masasan
Ben , Masasan, Türk müşteri, Koreli gelin, Danimarkalı koca, Azeri Yegane hanım, Ahmet

SONUNDA KÖYDE BİR OKUMA YAZMA KURSU AÇTIK, KASIM 28, 2019

Geçen yaz bizim köyün her eve lazım Muammer’in eşi Sanem’in ilk evliliğinden olma oğlu annesinin yanında yaşamak isteğiyle köye geldi. Bu kızcağız henüz 30 yaşında değil ama 2 ayrı kocadan 4 çocuğu var, en büyük çocuk da 14 yaşında. Kendisi daha çocuk yaşta iken evlendirilip 2 çocuk sahibi olmuş, daha sonra da koca zulmüne dayanamayıp, çocukları da bırakıp baba evine dönmüş. Muammer ile evliliğinden de 2 küçük çocuğu var, bu çocukların anneleri olmaya daha uygun bir yaşta.

Biz Sanem’in okur yazarlığı olmadığını bildiğimiz için geçen yıl yurt genelinde yapılan okuma yazma seferberliği dahilinde bir kursa gitmesini istemiştik. Bu konuda da bak bu yıl çocuğun okula gidecek, minnacık çocuk okuyacak, sen anne olarak ona destek olamayacaksın diye damardan bayağı baskılar yaptık.

Gerçekten de Sanem geçen sene kursa gidip bir şeyler öğrenmeye başlamıştı ki, yok çocuğu bırakacak kimsem yok, yok tarlaya gideceğim gibi çeşitli sebeplerle kursu tamamlayamadı. Biraz harf tanısa da sonuçta okumayı öğrenemedi. Bu arada ilk okula başlayan 7 yaşındaki oğlu elbette ki okudu.

Geçen yaz 14 yaşındaki oğlan geldiğinde, garibim hiç yüzüne bakılmamış, şu anda 10 yaşında ancak gösteren kavruk bir çocuktu. Meğer bu çocuk da hiç okula gitmemiş ve okumayı öğrenmemiş. Çocuğun annesinin yanında kalmak istediğini öğrenince Sermin ona okuma öğretebileceğini söylemişti.

Sermin aslında edebiyat öğretmenidir, ancak ilk stajından sonra ben çocuklarla uğraşamam öğretmenlik çok zor bir işmiş diyerek resti çekmişti. Gerçekten de resmi olarak bir gün bile öğretmenlik yapmadı. Sen nasıl okuma öğreteceksin diye sorduğumda ‘ben Zülfikar’a bile öğretmiştim, neden öğretemeyeyim’ dedi. Zülfikar da çok geç yaşta okumayı öğrenmişti ve eğer ona okumayı öğreten sensen herkese öğretebilirsin diye düşündüm.

Tabii Sermin hiçbir zaman aktif öğretmenlik yapmadı, ancak Ayşen Güner hep öğretmen olarak çalıştı. O da ben sana sınıf öğretmeni arkadaşlarımdan okuma materyalleri alırım diye söz verdi. Gerçekten de İstanbul’daki bir arkadaşı ona materyalleri hazırladı, tam da arkadaşından alıp kargolayacaktı ki, bu arada Muarrem çocuğun tarlada filan yardımcı olmasını istediği için, çocuk da böyle sıkıya gelemeyeceğini düşünüp, babasının yanında yaşamak üzere köyü terk etti.

Sonuç olarak bizim materyaller, İstanbul’da kaldı. Bu konuyu kapattığımızı düşünüyorduk.

 Geçen ayın başında benim önce Trabzon’a sonra da İstanbul’a gitmem gerekti. Tam da bu sırada köyde zeytinler hasat edildiler. Sermin büyük bir hevesle çalışanlara yardım etti. Sanem ile Filiz, yani köyde yaşayan iki Kürt gelin, Sermin’den bize okuma öğret diye rica etmişler. Sermin de bana haber verdi, sağ olsun Ayşen, arkadaşından materyalleri aldı, bana ulaştırdı. Ben bagajıma resmen gavur ölüsü kadar ağır bir torba daha eklemiş oldum.

Genellikle İstanbul’dan otobüsle gelirken, Gelibolu’da inip, feribotla karşıya geçiyoruz. Feribota bindim diye telefon edince evdeki kişi araba ile Lapseki’de geleni karşılıyor. Böylece bir saat daha erkenden eve varıyoruz, ancak bu durumda eğer elimizdeki valiz ağır ise otobüsten feribota kadar olan 500 metrelik mesafe bayağı zorlayıcı olabiliyor.

Yani demem o ki 500 metre resmen taş taşıdım, şimdi bu hatunlar okumayı öğrenmeden kursu terk ederlerse kafalarını kırmaya hakkım var. Bunu da baştan onlara söyledim.

Evin avlusunda kocaman bir camlı oda yaptırmıştık, bu odanın manzarası oldukça güzel olduğu için içine kocaman bir sedir yaptırdım, bir sürü yastık koydum, masası, sandalyeleri, kliması, perdeleri yani her şeyi var. Bu yıl  oraya bir de soba aldık. Yani kararlıyız kışın da kullanacağız.

İşte 28 Kasım 2019 günü, ilk defa bu odada sobayı yakıp, okuma kursuna başladı.

İşin ilginç tarafı bizim Sanem’in gerçek ismi Fener imiş. Her iki kadın da büyük bir hevesle işe başladılar, işin ilginç tarafı ertesi gün harfleri bir birine katmaya bile başladılar.

Tabii bu arada bizim evde, ailede ve arkadaş çevremde bu kursumuz büyük bir ilgi ve heves uyandırdı.

Umarım bu kadınlar okumayı tamamen öğrenirler. Sermin hiç hecelemeden akıcı bir şekilde okuyup anlayabilmek gibi bir hedef koydu. Bu hedefe ulaştıklarında ise bir diploma töreni düzenleyeceğime söz verdim.

Havalar güzelken bahçedeki kış odasında , bazı günler soba yakarak, bazı günler sobasız, kışın en soğuk günlerinde ise evde çalıştılar.

Okuma yazma öğretmek için şimdi farklı bir usul çıkmış, harfler değişik bir sırayla tek tek öğretiliyor. Aslında her iki kadın da geçen yıl okuma kursuna gitmişler, ancak haftada bir gün, üstelik de sadece okumaya yönelik oldukça yüzeysel bir eğitim almışlar ve hemen hiçbir şey öğrenememişler.

Sermin ise bir ayda ancak 8 harf öğretti, sürekli yazdırıyor, sürekli tekrar ettiriyor. Kadınlar da Sermin de bıkmadılar ve öyle sanıyorum ki bu yıl her iki kadın da okur yazar hale gelecek. Ben de daha sonra, artık unutmayacaklarından emin olana kadar haftada bir de olsa bir süre okuma seansları yaptırmayı düşünüyorum.

Bu meraklı konuda yazmaya devam edeceğim.

BU YIL BİRAZ FARKLI BİR YENİ YIL KARŞILAMASI YAPMAYA KARAR VERDİM

Bu yıl biraz eğlenceli bir yılbaşı kutlaması yapmaya karar verdim.

Çanakkale’ye taşındığım yıldan beri benim 19 aralıkta, Semra’nın 23 ocaktaki doğum günlerini de ortalama bir zamanda beraberce kutluyoruz. Bu toplu doğum gününü de yılbaşı eğlencesine katmayı düşündüm.

Bir kısmı Çanakkale’de edindiğim, diğer kısmını da uzun süredir tanıdığım birkaç arkadaşımı davet ettim. İstediğim şey onlara hatıralarında yer edecek bir gün yaşatmaktı.

Bu nedenle günler öncesinden hazırlıklara başladım. Her şeyden önce canlı bir ağaç aldım. Ladin bulamadığım için büyükçe bir limon çamı aldım ve onu geleneksel bir şekilde ışıklar, melekler, toplar vs ile süsledim.

Renkli kağıtlar alarak merdiven, kapı süsleri, bir tarafı yapışkan parlak renkli kağıtlar alarak camlara yapışacak yeni yıl dilek yazıları, mumlar, çanlar, kar kristalleri, oyun kağıdı simgeleri kestik, kırmızı, beyaz, yeşil çuhalar alarak kardan adam, çizme, kızak, geyik, çam ağacı motifleri yaptım ve salonu, balkonu, bütün koridoru süsledik.

Her güne bir adet olmak üzere toprak kaplar içerisinde altın rengine boyadığım çam kozalakları, cevizler, kuru meşe yaprakları, tarçın kabukları, fındıklar, pamuktan karlar, çuhadan kesilmiş, yeşil, kırmızı yapraklarla süsler hazırladım. Bunları da gerçek kabaklarla yan yana koyarak misafirlerimin geleceği yollara, masalara koyduk. Evde her şey şenlikliydi, mumlar, melekler, çiçekler, kukuletalar, ağaç altındaki hediye paketleri ile ortalık gerçekten bayram yeri gibiydi.

Yemeği de geleneksel yılbaşı yemeklerinden menü düşünerek hazırlamıştım.

Asıl önemli hazırlık ise arkadaşların davet edilme süreciydi. Toplantıdan 2 hafta önce ‘Nardugan’ adı altında bir watsap gurubu kurdum ve guruba önce herhangi bir mesaj yazmadım. Tabii bu durum saatler içerisinde dikkat çekti. Ne oluyor diye sorular başladı, arkadaşlardan bir Nardugan hakkında araştırma yapıp bilgi verdi. Ben de bu bir gizem gurubudur, size her gün ya bir muamma soru vereceğim, ya da ufak bir bilgi vereceğim. Daha sonra birlikteyken bu bilgileri bir araya getireceğiz diye merak uyandırdım.

Gerçekten de daha sonra her gün bir bilgi verdim, ya da bir soru sordum. Sonraki gün, 21 Aralıktaki şebi yelda (en uzun geceler) denk gelen soltsis (gün dönümü) kavramlarını açıkladım. Soltsis ve ekinoks (gün tün eşitliği) günlerinin mevsimsel döngülerle ilişkisi hakkında bilgi verdim.

Bir sonraki gün ise Mintraizm hakkında bilgi verdim. Bu eski din İran ve Hindistanda yaygın olarak inanılan ve güneş kültü ile ilgili bir dindir. Daha sonra Roma İmparatorluğunda yaygın olarak inanılmış, ancak dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğunun resmi din olarak Hristiyanlığı kabul etmesi üzerine artık ortadan kaybolmuş bir inanış olduğunu açıkladım.

Bir sonraki gün benim doğum günümdü, bunu ilan ederek iyi dilekleri kabul ettim. Arkadaşlarımdan biri o günü Ayşenurdugan günü ilan etti. Ben de çoktan kabul ettim. Çünkü gurubun ismi Nardugan; nar= güneş, dugan= doğan anlamına geliyor. Bu bilgiden sonra bir başka arkadaşımın sen bizim Narımız oldun iltifatına mahzar oldum.

Bundan sonraki gün 1 Ocak gününün neden yılın ilk günü olduğu sorusunu sordum, ancak buna cevap vermedim. Bunun cevabını geniş bir şekilde daha sonra yapacağım, insanoğlunun zaman kavramı ve zamanı hesaplama yöntemleri şeklindeki bir araştırma yapacağım ve bu da bir sonraki toplantının konusu olacak.

Sonra geldi şebi yelda yani 21 aralık, o günde herkese nar kırdırıp, yedirdim. Böylece evlerinden bereket ve sağlık eksik olmayacak.

Bir sonraki gün bunun bir pagan geleneği olduğunu, paganların göklerle ve doğayla bağlantılarının ve bilgilerinin aslında bizlerden çok daha engin olduğunu yazdım.

Daha sonra Yahudilerin Hanukan bayramı ve Hiristiyanların Noel bayramının 25 aralık günü olarak bir biri ile örtüştüğünü yazdım.

Bu gün aslında yılın en uzun gecelerinin uzamaya başladığı gecedir. Hanukan bayramı aydınlığın doğuşu gibi bir anlama sahip olup, direkt olarak bu doğa olayı ile ilişkilidir. Benzer şekilde Mintraizm dininde Mintranın yani güneşin doğumu da 25 aralıktır. Hristiyanlıkta bu gün İsa peygamberin doğum günü olarak bilinir.

Daha sonra Noel baba kimdir ve neden kızakla kayar, kırmızı kukuleta takar diye sorular sordum. Tam da bu anda Gamze telaşa kapıldı, çünkü ondan toplantıda anlatmak üzere Noel babayla ilgili bir sunum istemiştim. Ancak ben de Noel ile ilgili daha fazla bir ipucu vermedim elbette.

Bir sonraki gün Oğlak burcunda gerçekleşen bir yeniay ve halkalı güneş tutulması vardı. Bu durumun çok kısa bir astrolojik değerlendirmesini yaparak, yeni yapılacak başlangıçların kalıcı olacağını ancak oldukça da yorucu olacağını yazdım. Zafer (ameliyat oldu), Sıdıka (yeni iş yeri kuracak) ve Gamze ( yeni şehre tayin olacaklar) kişisel olarak algıladılar.

Son gün de Rua nedir diye sordum.

Arkadaşlar bütün ipuçlarını internette araştırmışlar, hepsini öğrendikleri halde Rua nedir sorusunun cevabını bulamamışlar. Bu oldukça ezoterik gizemler içeren 25 aralık ve 5 ocak arasındaki 12 geceyi kapsayan bir zaman sürecidir. Ay ve güneş takvimleri arasındaki farkı kapatmak için güneşin bu süre içerisinde durup ayı beklediğine inanılır. Elbette 12 sayısındaki şifreler oldukça fazladır, 12 ay, 12 imam, 12 havari, 12 burç vs vs liste uzar gider.

Toplantımızda tanışma, yeme içme, hediye açma, Elazığ’dan bir öğrencim de olduğu için o günlerden konuşma fasılları oldu.

Sermin bize Orta Asya müzikleri, Noel müzikleri, Semra ve bana doğum günü şarkıları çaldı.

Daha sonra Gamze bize bir internet oyunu oynattı. Noel baba ile ilgili 13 soru sordu ve biz de telefonlarımızdan bir cevap işaretledik. Noel babanın geyik sayısı hariç bütün sorulara doğru cevaplar vererek oyunu  birinci bitirdim.

Daha sonra Nardugan bayramının 22 aralıktan sonraki ilk dolunayda (2020 yılında 10 Ocakta ve30 Ocakta, 2 tane Nardugan var) kutlanan bir bayramdır. Diğer pek çok toplumda da kutlanan bir bayrammış. Eski Türklerde ise bir da Ayaz Ata denilen iyilik sever bir soğuk atamız da varmış.

Bence Hrsitiyanlık dini ilk yayılmaya başladığı zaman, etkilemek istedikleri kısıtlı sayıda Yahudi toplumu, çok daha geniş pagan toplumu ve Mintraizme inanan Roma imparatorluğu halkları vardı. bu yeni dinin kolayca kabul görmesi için İsa’nın doğumu ile Mintranınkini aynı güne yerleştirmek, Hanuka bayramı ile de aynı günde kutlamak oldukça mantıklı. Pagan inanışına sahip bir de bütün Nardugan adetlerini, geleneksel Türk kıyafetleri de dahil Noel babaya adapte etmek akıllıca olmuştur. Yoksa Antalyalı Noel babanın ren geyikleri ile kızak kayması akla uygun olmayacaktı.

Sonuç olarak ne kadar farklı görünse bile bütün kültürler özünde bir biri içine giriyor. İşte bütün bunları konuştuk.

Çocuklar gibi eğlendik.

Çok net ben artık Nardugan kutlaması yapmaya devam edeceğim.

ellerimle yaptım
Elazığdan ilk öğrencilerimden Ahmet Coşkun

MECBUREN YAŞLANIYORUZ, BARİ GÜZEL YAŞLANALIM

.

Doğum günüm yaklaştı ve benim kendime verebileceğim en güzel hediye, geçmiş bir yılımı tartıp, önümüzdeki bir yıl için çıkarımlarda bulunmaya çalışmak. Gençken insanlar yeni yaşından dileklerde bulunurken önündeki on yılları bağlayabilecek şeyleri düşünebiliyor. Mesela meslek, eş, yaşanacak ülke/şehir için dileklerde bulunabiliyor. Yaş kemale erdikten sonra en iyisi vites küçültüp, daha kısa süreli dileklerle yetinmek, zaten ihtiyaçlar da artık bu yönde oluyor.

Artık 62 yaşına giriyorum, çocukluğumdan beri doğum günlerim çoğu kez tantana ile kutlandığı için hala dünyaya arz edildiğim günü önemsemeye dikkat ediyorum. Ancak artık, yaşadığım yıl sayısının başıma kakılmasının pek zarif  sayılmayacağı yaşlarımı idrak ediyorum. Neyse ki doğum günüm yılın son günlerinden birine  denk geliyor da, böylece koskoca gezegenin yeni yaş kutlamaları, iyi dilekler filan derken benim yaş unutuluyor.

Aslında kışın en uzun gecelerinin başlangıcına çok yakın bir tarihte doğmuşum. Doğum günümü yılın en uzun gecelerinden birinde kutluyor, hemen ardından en uzun gecelere giriyorum. Neyse ki her dibe vuruş, eğer orada kalma niyeti yoksa ardından gelecek yükselişin başlangıç noktasıdır. Yani doğum günümün ardından bir hafta bile geçmeden günler yeniden uzamaya başlıyor.

Üstelik ben doğduğum zaman ay da balsamik  dönemdeydi. Ben doğduktan bir, iki gün sonra yeniay (karanlık gece) oldu, bundan sonraki iki hafta içerisinde de ayın görünen yüzü büyümeye ve dünyaya yansıttığı ışığı giderek arttı ve dolunaya ulaştı.  Burada da öncelikle ve kısa zamanda en koyu gök karanlığına dalıp, ardından ışığın büyümesi teması var.

Yarı yarıya dolu bir bardağı iki insana gösterin biri yarısı dolu, diğeri ise yarısı boş bir bardak görecektir. Bardağın hangi tarafını göreceğimizi seçmek elimizdedir.

Ben de, doğum günüme bakarak, kendi yolculuğumu karanlığın dibinde başlamış olarak değil, aydınlanmanın başlangıcına zemin hazırlayan zamanda başlamış olarak tanımlamayı seçiyorum.

Artık, çok değil tabi, ama ufaktan ufağa yaşlanıyorum. İnsan her zaman hissettiği yaştadır derler, ama bence bu sadece gençliğini özleyen birlerinin dillerine dolamayı sevdiği bir teselli cümlesi, hücrelerin bu fikre pek katılmıyor.

Hani hep yaşlanmıyoruz, yaş alıyoruz deniliyor ya, işte o yaşları alırken, tabii eğer şanslı isen ve bilindik bir hastalığın yoksa, gene de telomerlerin kısalıyor. Dıştan bakılınca, saçların ağarıyor, cildin kırışıyor, gözün yakını görmüyor, içini ne sen sor ne ben söyleyeyim. Herhangi bir süreğen medikal hastalığın olmasa bile, yaşanmışlıkların yığılıyor. Gün gelip de içine bakmayı becerebilirsen, ruh şişesinin alt kısmında kalın bir tortu birikmiş olduğunu fark ediyorsun.

Bu tortu aslında senin yaşanmışlıklarının anısı yani tecrübe. Bu tortunun da iki yüzü var.  Tecrübe kazandıkça, bu tortuyu düzgün kullanmayı öğrenirsen, işlerini daha kolay bir mantıkla, daha kısa yoldan ve daha başarılı yaparsın, dolayısıyla  hayatını kolaylaştırır. Öte yandan bu tortuya gereğinden fazla gömülmeyi seversen ruhu ve bedeni tembelliğe alıştırır, böylece yeni şeyler keşfetme, atılımlar yapma, risk alma cesaretini azaltarak hayatını yavanlaştırır.

Benim  biriktirilmiş hayat tortusu diye tanımladığım şey konfor alanı olarak da tanımlanıyor. Yani insanın kendini daha güvenli hissettiği alan. Konfor alanını bir ev hanımı kendisi için evinin duvarları arası olarak tanımlayabileceği gibi mesela bir pilot sekiz bin fit yükseklik olarak tanımlayabilir.  Son zamanlarda UNESCO yaşlılık kavramını konfor alanının dışına çıkamamak olarak tanımladı.

O halde benim için bu önümdeki yıldan beklentim konfor alanımdan bir nebze olsun taşabilmek olmalı. Bu yıl her zaman yaptığım gibi şimdiden karar vermiyorum, ama önümüzdeki yıl ani bir kararla daha önce hiç yapmadığım bir şey yapmak için kendime söz veriyorum.

SAYIN HERŞEYİ BİLEN CAHİLLER, SİZ HİÇ AŞISIZLIKTAN ÖLEN, SAKAT KALAN ÇOCUK GÖRMEDİNİZ, AMA BİZ BU SESSİZ KURBANLARDAN ÇOK GÖRDÜK.

Şu günlerde inanılmaz bir aşı karşıtlığıdır körükleniyor. Artık bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlardan bıktım usandım. Yok efendim aşılar otizm yapıyormuş, yok efendim daha neler, neler…

Alın size kendi tecrübelerimden birkaç hasta…

Hacettepe ile ilgisi olan herkes  servis 38in,  2 yaş altındaki çocukların enfeksiyon hastalıklarının sevisi olduğunu bilir. Benim zamanımda pediatri asistanlarının en çok korktuğu servislerden biriydi, hem hastası çoktu, hem de ölümler çok fazlaydı. Burada çalışmak maddi manevi çok zordu,  bütün gün döne döne mayi takar, bir o hastaya bir ötekine koşup dururduk, ayaklarımıza kara sular inerdi, gene de her gün ölü verirdik. Bu bebeklerin pek çoğu, ondan bir aşı ya da ishalken su esirgendiği için ve iş işten geçene kadar getirilmedikleri için ölürdü.

Bu belalı serviste çalışırken 10 aylık adına ‘Berbat Süleyman’ taktığım bir bebek yatmıştı. Gerçek adını hatırlamıyorum, ancak bebeciği hiç unutmadım. Çok güzel beslenmiş, topuz gibi bir oğlancıktı. Muhtemelen hafif bir süt alerjisi olmalıydı, çünkü kıpkırmızı hafifçe kabuklanmış tombul yanakları vardı. Saçlarını büyük çocuk gibi tıraş etmişlerdi. O kadar güzel ve kendine özgü bir bebekti ki onu zihnimde sürekli eski Türk sinema filmlerindeki Ömercik tiplemesi gibi canlandırırdım. Üzerine askılı ve yamalı bir kot pantolon giydirip, başına kasket takıp, koltuk altına birkaç gazete tutuşturup sokaklarda gazete sattığını hayal ederdim. Lakabını da mahalleye kök söktürecek bir tip bu diyerek takmıştım, bu lakap ve betimleme çocuğa o kadar uygundu ki, bütün servis bebeğe ‘ senin Süleyman’ demeye başlamıştı.

Bu küçük bebecik kızamık ve kızamığa bağlı zatürre tanısı ile yatmıştı. Kızamık zatürre yaptı mı felaket bir şeydir. Giderek akciğerdeki hasar daha da derinleşir, hava kesecikleri kapanır, iş bu hale geldikten sonra da çocuk havasızlıktan boğularak ölür. O zamanlar elimizin altında şimdiki ilaçlar ve makineler de yoktu, yani iş bu hale geldi mi, artık elimizden pek bir şey gelmiyordu.

Berbat Süleyman’cık elimizin altında, testereyle tahta keser gibi hırlaya hırlaya, her nefes çabasında, göğüs kafesi omurgasına değecek derecede çekile çekile, bin bir işkence ile, çok ama çok zor yoldan can verdi.

Sebep; Süleyman kızamık aşısı olmamıştı. O zamanlar kızamık aşısı 1 yaşında yapılırdı, Süleyman’ın öldüğü sene, böyle kızamığa bağlı minik bebek ölümleri olduğu için, kızamık aşısı 9 aya çekilmişti.

Berbat Süleyman’ın adını hatırlamıyorum ama yaşadıklarını asla unutmadım. Şimdi zihnimdeki sadece bu bebeğin can çekişme görüntülerini, o gönül rahatlığı ile aşı karşıtı kitap yazan adama iletebilsem, biraz vicdanı varsa kendi kitabını kendisi toplatıp meydanlarda yakar.

Tabii hatıralarımda sadece Berbat Süleyman yok.

Yine asistanlıktan bu kez de 24ten yani 2 yaşından büyük çocuk enfeksiyon servisinden birkaç çocuktan söz etmeliyim.

Bunlardan biri çocuk felci olan 7/8 yaşlarında bir erkek çocuktu. Hastalık en ağır şekliyle vurmuş, solunum kaslarını da tutmuştu. Haftalarca, solunum cihazında kaldı nihayet solum kasları geri döndü, çocuk nefes almaya ve konuşmaya başladı, ancak bacaklarındaki felç tamamen yerleşti. Çocuk tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Bacaklarında hemen hemen hiç canlı kas kalmadığı için ameliyat şansı da yoktu.

Bu çocuğun babası polisti, yani pek de cahil bir insan sayılmazdı. Ziyarete sadece babası gelirdi, annesini hiç göremedim. Bir gün babası ile konuşurken aşı konusunu açmıştım ve hayatımda ilk kez, ‘inanç(!)’ kaynaklı aşı karşıtlığı ile karşılaşmıştım. Ben neden aşı yaptırmadınız, bakın çocuk hiç uğruna sakat kalacak dediğim zaman adam resmen üzerime sıçramıştı, o çocuğun kaderi buymuş, Allah’ın takdiri böyleymiş, ben kim oluyormuşum da takdiri ilahiyi sorguluyormuşum. Yani bir dayak yemedim işte o kadar. Adama, madem çocuğun hastalıktan korunması Allah’ın işine karışmak oluyor da, hastalanınca tedavi edilmesi Allah’ın işine karışmak olmuyor mu diye sordum. Sen kendi işine bak, dini konuları ilim sahiplerine bırak gibi saçma sapan bir cevap vermişti. Aramızda pencere teli olmasaydı gırtlağına sarılacak kadar sinirlenmiştim.

Sonuç; o çocuk her iki bacağını da kullanamaz bir halde taburcu oldu. Aldığım tıbbi geçmiş hikayesine göre hiçbir aşısı yapılmamıştı.

Yine aynı serviste bu kez kıdemli asistan olarak çalışıyordum. Melek isminde bir kız çocuğu yatmıştı. Çocuk ağır derecede tetanoz vakasıydı. Bütün bedeni tahta gibi kasılmıştı, ağzı kasılmış, dili dişlerinin arasında kalıp şişerek nefes yollarını kapatmıştı. Bu çocuk haftalar süren tedaviye cevap vererek yaşadı ve herhangi bir görünür sakatlığı da kalmadı. Ancak dilini o kadar kötü bir şekilde ısırmıştı ki, dilin büyük bir bölümü çürüdü. Her gün diline pansuman yaparken bu çürüyen kısımları temizlememiz gerekiyordu, sonuçta çocuğun dilinin sadece kökü ve ucunun da küçük bir parçasını kurtarabilmiştik.

Çünkü, bu çocuğun cildinde Ehler Danlos sendromu dediğimiz, ve cildinin sağlamlığını azaltan bir hastalığı vardı. Bacağına ufak bir çivi değmiş ve çocuğun bacağından büyük bir deri parçasını yırtmıştı. Aile çocuğun bu çeşit yaralanmalarına alışık olduğundan önemsememiş, tetanoz aşısını yaptırmamıştı.

Sonuç; Melek, küçük bir yaralanma sonucunda canını zor kurtardı ve ömrünü kalan kısmını dilinin büyük bir bölümü olmadan yaşamak zorunda kaldı.

Tabii bizim neslin tanık olduğu yeni doğan tetanoz vakalarından hiç söz etmiyorum. Bu vakaların her biri de anneleri gebeyken aşı olmadığı için ve doğum da sağlıksız koşullarda yapıldığı için kaybedildiler. Şimdi artık çok şükür bu vakaları görmez olduk. Gebeler aşı yaptırmazsa gelecek nesil doktorlar kolaylıkla, daha birkaç günlük bebek iken kasıla kasıla ölen bebekleri de görür.

Bu kez de Elazığ’da mecburi hizmet yaparken yatırdığımız difterili bir hastadan bahsedeyim. Muhtemelen benim neslimde difteri vakası görmüş birkaç doktordan biri ben olmalıyım. Difteri yani hani romanlara konu olan ‘kuş palazı’ hastalığı korkunçdan da korkutucu bir hastalıktır.

Hastalık bildiğiniz bademcik iltihabı gibi başlar ki gerçekten de bademcik iltihabıdır. Ancak, bu iltihabı yapan mikrop çok ağır zehirler salgılar. Bu zehirler birkaç gün içerisinde yukarıdan aşağıya doğru ilerleyen felce neden olur. Bizim hastamızın da önce boğaz kasları, ardından solunum kasları son olarak da kol ve bacakları felç oldu.

O hasta ile inanılmaz derecede uğraşmıştık. Günlerce, gecelerce başında elimizde aspirasyon cihazı ve ambu ile nöbet tuttuk, neredeyse her yarım saatte bir aspire ettik. Neyse ki oldukça yeterli bir solunum cihazımız vardı ve çok yakın takiple bu çocuk iyileşti. Ancak iyileşmesi haftalar sürdü, önce kol ve bacaklar, sonra solunum kasları, yani aşağıdan yukarıya doğru felçleri düzeldi.

Bu arada okulunda tarama yapıp 10 çocuğun boğazında da difteri mikrobu taşıdığını anladık. Ancak onlar aşılı olduklarından hasta olmamışlardı. Taşıyıcı vakaların toplum için büyük bir tehlike teşkil edeceğini bildiğimiz için onları da tedavi etmiştik.

Sonuç; çocuğunu aşılatmaya üşenen bu aile, hastane masraflarına büyük bir reaksiyon gösterip bizi gazetelere vermekten hiç erinmedi. Bütün yerel gazeteler bir boğaz iltihabı için bu kadar fatura çıkar mı diye veryansın ettiler, hastanemizi kötülediler.

Bir hasta da meslek hayatımın son yıllarından yazayım.

Bu da bir ‘inanç(!)’ bağlantılı aşı karşıtlığıydı. Çocuk boğmaca olmuştu, tabii ki aşı yaptırılmamış bir çocuktu. Aile benim ilaç firmalarıyla bağlantım olduğunda kuşku duyduğu için ilaç da kullanmıyordu. Ancak gene de  çocuklarını tedavi etmemi  bekliyorlardı. Bu ailede, hem anne, hem de baba üniversite mezunuydu. Hastayı özel muayenehaneme getirmişlerdi. Hem beni hem de servis çalışanlarını çok bunalttılar. İstanbul’dan birilerine telefon edip oradaki doktordan bir şeyler öğrenip gelip bizimle kavga ediyorlar, öte taraftan da çocuğa herhangi bir şey yapmamızı engelliyorlardı.

Sonuç; çocuğa ne oldu bilmiyorum, ben muayene parasını aileye iade edip İstanbul’a güvendikleri doktora sevk ettim. Ama bu çocuk bu kadar solunum sıkıntısını sadece kör cahillikten ötürü çekti.

Çocuğuna aşı yaptırmamayı düşünen aileler için yazdım.

BANA HORMON YAZMIŞSIN

Bu günlerde ağzı olan konuşuyor.  Özellikle çıkartıldığını düşündüğüm ciddi bir aşı ve ilaç düşmanlığı var.

Bu düşmanlık önceleri, dünyaya kapalı, etkilenmeye açık, okuma yazma oranı düşük köylerde ya da iradesini toplu halde bir kişi ya da kişilere teslim etmeyi seçen guruplar arasında yaygındı. Belli bir kişiye bağlı olan izleyiciler, kendilerine bağlı bulundukları topluluğun kuralları dışına çıkma iradesi hakkı tanımadıkları için çocuklara aşı yapılmasın dendiyse aşı yaptırmazdılar.

Bu sonuca ulaşmak için bazen, devlet aşı yaptırıp çocuklarınızı kısır edecek denilirdi. Bazen de,  eğer çocuğun kaderinde hasta olmak varsa, olması gerekir, hasta olmasını engellemek Allah’ın iradesine karşı gelmektir denirdi. Eğer bu dünyada acı çekersen bir takım günahların bedeli bu dünyada ödenmiş olursun, öte dünyada ödenecek daha az günah kalır  anlamına gelen bir takım hurafeler kullanılırdı.

Fakat son yıllarda bir yandan alternatif her derde deva bitkisel ilaçlar, hacamatçılar, sülükçüler, cin def edicilerin sayısı pıtrak gibi patlatıldı. Bu konuda ciddi bir piyasa yaratıldı. Buna paralel olarak, newage modasına dahil olmak üzere daha okumuş yazmış, eli para tutmuş kesim arasında da ciddi bir aşı ve ilaç karşıtlığı meydana çıkmaya başladı.

Bu kesim aşıların okudukları ya da duydukları bir şeye inanıp aşıların bazı komplikasyonlarını gözlerinde büyüttükçe büyüterek, aşıların zararlı olduğunu ileri sürüyor ve aşı yapılmasına karşı çıkıyor. Tabii bu kişilerden hiç biri  insanlık tarihi boyunca mesela kızamıktan ölen insan sayısının ne kadar ciddi bir boyuta ulaştığını bilmiyor. Şimdi aşı ile kızamık büyük ölçüde ortadan kaldırıldı ya aşının yan etkileri yüzünden aşı yaptırılmak istenmiyor.

Yani aşının meydana getirebileceği 7 milyonda bir hastalık riskini almamak için, kızamığın meydana getireceği zatürre ve ölüm riski göz ardı ediliyor. Üstelik kızamık o kadar salgın bir hastalık meydana getirebilir ki, bir kış içerisinde kolayca yüzlerce bebek kaybedilebilir.

Evet de bırakın da bu işleri bilenler konuşsun, ama zaten onlar konuşmazlar. Komplikasyonları tespit edip mümkün olan en masum aşıyı meydana getirmek için saha çalışmaları, ARGE (araştırma/geliştirme) çalışmaları yaparlar.

Aşı olmak her çocuğun yemek, barınmak, okumak gibi en temel hakkıdır. Çocuğuna aşı yaptırmak ise her anne babanın, çocuğunu barındırmak, okula göndermek gibi en temel görevlerinden biridir.

Ayrıca toplum geneli aşılanmış ise aşısız bireyler toplum içerisinde zayıf halka oluştururlar ve bütün topluma zarar verirler. Bu nedenle bence çocuğuna aşı yaptırmayan ya da tedavisini reddeden ailelere cezai yaptırım gerekir, 18 yaşından daha büyük ise o zaman kendi iradesi ile isteyen istediği tedaviyi ret etsin. Benim düşüncem bu yöndedir.

Ben hiçbir şekilde tamamlayıcı tıp dediğimiz, masaj, kaplıca, bitkisel ilaç gibi şeylere karşıt olmadım. Eğer hastanın belirtilerini ve duygusal gerginliğini azaltan bir şeyse bunların yapılmasını da her zaman teşvik ettim.

Tek koşulum yapılan tıbbi tedaviye aksi tesir yapacak ya da tedavinin kesilmesini sağlayacak şeylerin yapılmamasıydı.

Kendi pratiğimden çok yaygın bir örnek vermem gerekirse diabetli çocukların aileleri hemen insülinden kurtulabilecekleri yollar aramaya başlardı. Tip 1 diabetin başlangıcında insülin ihtiyacının çok düşük olduğu bir balayı dönemi vardır. Tam da bu dönemde bir şey kullanmaya başladıklarında o kullandıkları şeye çok inanmaya başlardılar. Bu nedenle her çocuğun ailesine üşenmeden saatlerce bu durumu anlatırdım bununla da kalmayıp, başlangıç aşamasında hastaları çok sık kontrole çağırırdım. Buna karşılık mesela krom kullanmak isteyenler çıkardı, dudağımı bükerek pek de inanmadığımı bildirir ama kesinlikle insülini kesmeden deneme yapabilirsiniz, sonuçları görmek istiyorum diyerek zorla razı olmuş görünür, birkaç gün sonra şeker ölçümlerini yazdıkları defteri kontrol edip, kullandıkları ilacın işe yaramadığını onlara da gösterirdim. Bilirdim ki ben baştan olmaz desem gene de kullanacak ve bundan sonra da bu arayışlarından beni haberdar etmeyecek ve sonuç kim bilir nerelere gidecek.

Ben hormon bilimle uğraştım. Bizim uğraştığımız bir de hormon karşıtlığı diye bir olgu var. Hormon karşıtlığı hem de meslektaşlar arasında bile yaygındır. Hem halktaki genel hormon karşıtlığının hem de sağlık çalışanlarının hormon karşıtlığına örnekler vereceğim.

Son yıllarda, şehirde yaşayan bir tüketicinin genetiği değiştirilmemiş, kimyasallarla ilaçlanmamış  ürün bulması çok zor. Basında şekli bozuk bitkilerin resimlerinin, hormonlu domates, hormonlu patlıcan diye basılması oldukça yaygındır. Hal böyle olunca da, hormon denilince ortalama bir insanın aklına domatesin yaprağının kenarından gaga gibi bir parça domates daha çıkartan esrarengiz bir şey geliyor. Böyle olunca da insanların hormona karşı olması normal elbette.

Bir gün hastanedeki odamın kapısına yanında büyüme hormonu yokluğunun bütün belirtilerini gösteren bir kız çocuğu olan bir adam geldi. Kapıda bekleyen bütün hastaları yararak bana ulaştı ve hiç tanımadığım bir doktordan bana selam getirerek, kimsesiz olduğunu iddia ettiği çocuğa bakmamı istedi. Ben de çocuğa bakıp evet bu hastayı benim muayene etmem lazım, şimdi sekreterliğe gidip bir dosya çıkarıp gelin dedim.

Adam birden bire delirdi, vay efendim selamın da bir hatırı yok muymuş, çocuk kimsesizmiş, kendisi zaten hayır için getirmişmiş, dosya da ne demekmiş, ben ona ne demek istiyormuşum, nasıl üzerime yürüdüyse, diğer hasta sahipleri üzerine atılıp, adamı belinden yakalayıp  çekerek    benden uzaklaştırdılar.

Sonunda adamın neden o kadar reaksiyon gösterdiğini anladım ve sen yanlış anladın, ben senden dosya istedim özel muayene parası filan istemedim, hani kartondan, içinde kağıtlar olan dosyalar var ya işte ondan çıkart ki, kayıt tutmam lazım, hani nasıl ki mahkemede çıkartıyorsun, burası da bir devlet dairesi kayıt tutmadan hiçbir şey yapamam dedim.

Adam bin bir suratla uzaklaştı. Artık gelmez sandım ama, yarım saat geçmeden elinde dosya ile geri geldi. Bu kez yanında kızın ailesi de vardı. Bu adam meğer her köyde mahallede bulunan, köylüsünün mahallelisinin hastanelerdeki her işlerini yaptırıp, bu şekilde yolunu bulan adamlardan biriymiş, yani hasta kimsesiz değilmiş, sadece ailesi hastanede kendine yol gösterecek birine ihtiyaç duyan bir çocuktu.

Neyse uzun lafın kısası sonuçta hastayı muayene ve tetkik ettim, ki bunlar için kısa süreli yatış bile yaptım. Başlangıçta düşündüğüm gibi hastanın ciddi hipofiz yetmezliği ortaya çıktı. Ailenin sosyal desteği de vardı. Bizim ilaçlar çok pahalı olduğundan bu destek çok önemli oluyordu.  Bir çok aile sırf bu nedenle ilaç kullanamıyordu. Hatta bir çoğuna sigortalı işe girmeleri için akıl verirdik, onlar işe girdikten sonra ilaç başlayabilirdik.

Ben bu aile için nasıl olsa ilaç temininde de sorun olmayacak diye gönül rahatlığı ile ilaçları yazdım. Gidip eczaneden ilaçları alıp kullanmaya  başlayacaklardı.

Ancak hiç de öyle olmadı.

Bir saat sonra, kızın babası ve hani ilk kez bekleyen hastaları yara döke kapıma dalan adam vardı ya, birlikte geri geldiler, ellerindeki reçetemi hışımla yüzüme doğru sallayıp, nefret içerisinde ‘sen bize hormon yazmışsın’ diye çemkirerek üzerime yürüdüler. Evet, elbette hormon yazdım ve bunu size de söyledim şimdi ne oldu dedim. Eczacı kalfası bu ilaç değil hormon demiş ve bizimkilerin tepesi atmış. Artık ne daha önceki anlattığımız hormon eksikliğini dinlediler ne de bu domates hormonu değil dememi dinlediler. Dayak yemekten kıl payı kurtuldum, bu olayda tek iyi taraf da zaten bu. Kız ise bir daha getirilmedi, şimdiye kadar çoktan ölmüştür.

Meslekten insanlardan gelen bir diğer hormon karşıtlığı da steroid karşıtlığıdır. Tuhaf olan, hiçbir şekilde tıbbi ihtiyaç olmadan, sırf kas yapmak için bol bol steroid kullanan bir sürü insan var. Buna karşılık meslek hayatım boyunca, doğuştan böbrek üstü bezi yetersizliği olup da ömür boyu steroid kullanması gereken hastaların ilaçlarını bu ilaç tehlikeli bu kadar küçük çocuğa katiyen verilmez diye ilacı satmayı ret eden eczacılarla, şimdi çocuğun enfeksiyonu var bu ilaç verilmez diye ilaç dozunun artırılması gerekirken ilacı tümden kesin doktorlarla karşılaştım. Neyse ki yıllarca aynı bölgede, aynı işi yapıp güven kazandıkça bu durumlar ortadan kalktı.

Show Buttons
Hide Buttons