Category Archives: Genel

ŞİMDİ HERKES KARANTİNADA KİLO ALMA RİSKİ TAŞIYOR. KENDİ DENEYİMLERİMDEN ÖZETLE KİLO VERMEK İÇİN NELER YAPMALI?

Geçtiğimiz yıl boyunca insanlar evlerinde oturup, mutlu olmak için yemek yemekten başka bir şey bulamayınca neredeyse herkes kilo aldı. Önümüzdeki iki hafta boyunca gene evlerdeyiz, üstelik Ramazan ayındayız, geçen yıl boyunca alınan kilolara yenileri eklenebilir.

Benim ömrüm kilo alıp vermekle geçti desem yeridir. Bütün hayatım boyunca o sıralarda moda olan diyetleri denedim durdum, bazen uzun, çoğu zaman da kısa süreli başarılarım oldu. Genellikle her zaman verdiğim kilolar fazlasıyla geri geldi. Yani kilolarım en sadık yârim oldu ama ben o fazlalıkları istemiyorum. Şişmanlık sırnaşık sevgili gibi, sen kapıdan atsan, o bacadan giriyor.

Gerçek şu ki ben ömrümce kendimi şişman sansam da, bu doğru değil, sadece algılama hatası. Çünkü gençliğimde, ideal güzellik anlayışına göre kilonun, boyundan 10 kilo az olası gerekiyordu. Benim de kemiklerim çok kalın, hiç bu kadar düşük kiloda olamıyordum, dolayısıyla kendimi daima ideal kilonun üzerinde sanıyordum. Şimdi eski resimlerime bakınca aslında zekat keçisi (zengin sürü sahibi zekat olarak sürüsünün en zayıf ve hastalıklı keçisini verirmiş) gibi olduğum dönemlerde bile kendimi şişman sanmışım. Oysa benim 40 bedenin altına inebilmem mümkün değil, ancak kemiklerimi kırıp yeniden daha dar kalıpla birleştirsem belki daha düşük beden olurum.

Şimdiki homo sapienslerden önce yaşayan Neandertal insanlarının kemikleri oldukça kalınmış.  Neandertaller ortadan kalmadan evvel tabii ki homo sapienslerle çiftleşmişler, iki türün genleri karışmış. Şimdi modern insanın gen havuzunda %2.5 civarında Neandertal geni olduğu iddia ediliyor. Uzun zaman önce  kemiklerime bakıp, bendeki Neandertal genlerinin daha fazla olduğuna kanaat getirdim.

Sonuç olarak, yıllar içinde kalın bedenime rıza gösterdim. Zaten bu süreçte dünya nüfusunun büyük bir kısmı, el birlik hızlıca kilo alarak, benim bir dahlim olmadan, istatistiksel çan eğrisine göre kilomu daha münasip bir noktaya taşıdı.

Kilonun uygun olduğunu anlamak için kabaca bir yöntem var o da herkesin bildiği vücut kitle indeksi ( body mass index= BMI). Bunu hesaplamak için önce boyunun metre cinsinden karesini buluyorsun. Mesela 160cm isen,  demek ki 1,6 metresin, (1,6×1.6=2,56), sonra kilonu bu sayıya bölüyorsun, böylece BMI’ini bulmuş oluyorsun. Çocukluk çağında hesap çok daha farklıdır, ancak yetişkin insanların BMI 20-25 arası normal, 25-20 arası kilolu, 30’un üzeri ise şişman kabul edilir. Bunun üzeri ise evlerden ırak olsun.

Bu durumda 160 cm boyunda bir insan 51,2-64 kilo arasında normal, 64-76,8 kilo arasında kilolu, bunun üzerinde şişman kabul ediliyor. BMI, 35’in üzerinde ise artık çok daha tehlike altındasınız (160 cm için 89,6). Ancak eğer kemik kalınlığına göre 5 kilo altını ve üstünü almakta fayda var.

Bu hesapları yapınca son birkaç yıl obezite sınırına girmiş olsam da, ömrümüm çoğunu ya normal, ya da hafice fazla kilolu (overweight) biri birey olarak geçirmişim. Ancak hiç böyle hissetmediğim için, ömrüm boyunca hemen her türlü kilo verme diyetini denedim.

Diyetisyen eşliğinde kilo vermekte fayda var, ancak ben diyetisyenlerle pek anlaşamıyorum, çünkü yumurtayı ağzıma koyamam, onlar ise inatla insanı yumurta yemeye zorlarlar, oysa benim yumurtalı bir diyeti uygulamam imkansız.

Her şey metabolik hızına bağlı olsa da, genel olarak yaktığın kalori, aldığın kaloriden yüksek olursa kilo kaybedersin kuralını uygularsan kilo veriyorsun. Metabolik hız demek kabaca bedenin ısı üretme hızıdır, yani bazı insanlar diğerlerine göre daha kolay kalori yakarlar.

Kilosu fazla olan insanların genel olarak, fazla yemek yeme eğilimleri vardır, yediklerine oranla az hareketlidirler ya da metabolik hızları düşüktür. Son 40-50 yılda hem yediklerimizin kalorisi arttı, hem de giderek daha hareketsiz yaşamaya başladık, sonuç ortada, dünya üzerinde muazzam bir obezite salgını var.

Hal böyle olunca da her gün yeni bir tür diyet moda oluyor, kendi denediklerimden bazı örnekler vermek istiyorum.

Aşırı kalori kısıtlaması olan diyetler, kısa sürede birkaç kilo verdirseler de vücut kısa sürede artık kalori yakmamaya başlıyor, kilo verme duruyor. Üstelik böylesi kısıtlı diyetlere uzun süre uymak pek mümkün görünmüyor, kısa sürede bıkıp, daha da kısa sürede verdiklerinizin fazlasını geri alıyorsunuz. Daha da vahimi bedeninize kalori yakmamayı öğretmiş oluyorsunuz.

Aşırı denetimli, her şeyin ölçülü olduğu diyetleri uygulamak zaten mümkün olmuyor, her sabah aynı kibrit kutusu büyüklüğünde peyniri yemekten gına geliyor. Bazı diyetlerde ise çok egzotik şeyler öneriliyor, bunlara da uymak zor, mesela şiddetle önerilen xxx gıdasını bulamıyor, bulsanız tadını sevmiyor ya da para yettiremiyorsunuz.

Tek besin üzerine kurulu diyetlere de ancak kısa süre ile uyulabilir. Mesela her öğün lahana yemek benim gibi lahanaya bayılan birine bile baygınlık geçirtebiliyor. Ketojenik diyetler, taş devri diyeti, Dukan diyeti gibi protein üzerine kurulu diyetler ise oldukça sakıncalı, her şeyden önce ürik asit yükseltip, böbrekleri zorluyor, bağırsakları tembelleştiriyor. Kısa sürede verilen kilo, kısa sürede geri alınıyor.

İntermitant açlık, günün yarıdan fazlasında hiçbir şey yemediğiniz bir yemek düzenini ifade ediyor. Bu beslenme düzeni bazı insanlar için çok uygun, bazıları için ise çok zor yapılabilecek bir şey.

Detoks diyetleri ise hem zahmetli hem de kısa süreli diyetler. Gene de arada bir uygulamakta fayda vardır, mesela haftanın bir gününde sadece elma yiyerek, kilosunu muhafaza eden birini tanıyorum. Bu tür diyetleri özellikle premenstüel dönemde, vücudun daha az su tutması için uygulamak en iyi sonucu veriyor.

O halde bu tür kısa sürede bıkılacak uygulamalar yerine daha sürdürülebilir yollar aramak lazım.

Bu karantina zamanlarını kendime uzun süreli kilo kaybı zamanları olarak belirledim. Bu sayede istediğim kiloya henüz ulaşamasam da istikrarlı bir şekilde kilo veriyorum. Bir yılı aşkın bir süredir, son 20 yıl boyunca üzerimde biriktirdiğim fazlalıkları atma yolunda ilerliyorum.

Bir doktor olarak değil, bunca deneyimli bir diyet mağduru olarak, kilo vermek için yapılması gerekenler listesi hazırladım.

  1. Önce kilo vermeye çok içerden bir yerden, yürekten karar vermek gerekiyor. Bunun için motivasyon kişiden kişiye değişir, istediğim mağazaya girip, beğendiğimi alabilmek istiyorum cümlesi bile olur. İşi tansiyonumu düşürmek istiyorum, şekerimi düzeltmek istiyorum aşamasına getirmemekte fayda var.
  2. Bundan sonraki aşama kendi hayat tarzına göre yediklerinin azaltacak ve hareketlerini artıracak, sürdürebileceğin bir planlama yapmak. Bu aşamada kesinlikle aşırıya kaçmamak, mesela günde 6 saat ağır idman yapacağım dememek lazım. Çünkü sürdürülebilirlik çok önemlidir. Bir de kaç kilo vermek istediğine karar verebilirsin, ancak bunun için çok kesin bir tarih hedefi koymamakta fayda var, çünkü uzun bir yola başladın.
  3. Artık uygulamaya geçme zamanıdır. Yediklerin içerisinde sana dokunanlar olduğunu düşünüyorsan, onları diyetinden çıkart. Çoğu yetişkinde süt, guluten  intoleransı olabilir, bunları anlamak mesela çilek alerjisini anlamaktan daha zordur, çünkü tüketilen gıdaların çoğunda bulunurlar. Belki bu aşamada bir diyetisyen eşliğinde, eliminasyon (ayırma) diyetlerinden faydalanıp, hangi gıdanın sana uymadığını anlayabilirsin. Özellikle de ishal, kabızlık, ya da çeşitli bağırsak problemleri olanlar mutlaka bu aşamayı yapmalıdır. Bazı kişide birden fazla gıdaya intolerans olabilir, bu gibi durumlarda mutlaka doktor kontrolü öneriyorum.
  4. Bundan sonra yapacağın şeyler daha belirgin hale geldi. Eğer dokunan yiyecek varsa diyetinden çıkart, onun dışında her zaman yediklerinin üçte ikisini, ya da yarısını yemeye başla. Bunun kararı sana, yediğin yemeğin ve vereceğin kilonun miktarına bağlı. Gene sürdürebileceğin miktar olmasına dikkat et. Birkaç gün içinde açlıktan için süzülürse devam edemezsin.
  5. Hareketini artırmak için de kısa süreli aşırı kalori harcatan ve kolayca bıkabileceğin programlardan ziyade, yapmaktan keyif alacağın, sürdürebileceğin şeylere yönel. Özellikle yürüyüş için zaman ayır. (Bir arkadaşım kendine bir ev bisikleti alıp, her gün oynayan bir Brezilya dizisi bulmuştu, bu diziyi seyrederken pedal çevirerek, bir yılda 20 kilo verdi.) Hareket etmeden kilo verince kas kütlesi azalıyor, oysa amaç yağ kütlesini azaltmaktır.
  6. Artık beslenme ve hareket düzenini oturttun. Bundan sonra da işler kolay yürümüyor. Önce birkaç kilo veriyorsun, sonra artık veremez hale geliyorsun. Bu aşamada bazı şeyleri gözden geçirip yeniden düzene oturtmak gerekiyor. Yediklerini ve hareketini gözden geçir, yediklerini azalt, hareketini artır, ya da farklı bir hareket daha ekle. Mesela artık yürüyüş yanına haftada birkaç kez farklı bir spor ekle. İçtiğin suyu artır, kısa süreli (1-2 gün) detoks diyeti yap. En önemlisi umudunu kaybetme azimle yoluna devam et. Eğer arada yemeği fazla kaçırdıysan kendini affet, ama derhal kendine yeniden çeki düzen ver.
  7. Bu yolda yalnız yürüyeceğini unutma, belki kilo vermek için destek gurubun olabilir, ancak bir başkası senden daha çok kilo verdiyse hemen vaz geçme, her bedenin cevabı farklı olacak. Tekrar kendine hatırlat kısa sürede verilen kilolar kısa sürede geri alınıyor. Amaç kısa zamanda kilo vermek değil, kalıcı kilo vermekse bu işi uzun zamana yaymak en doğrusudur.

Son 15 ayda BMI’imi 34’ten, 28’e kadar indirmeyi başardım, amacım 26’ya inmek.

Bu kiloyu vermek için önce bir diyetisyen eşliğinde eliminasyon diyeti uyguladım. Çok kısa bir sürede bedenimin sütü istemediğini anladım, halbuki çok sever ve çok tüketirdim, şimdi artık süt içmiyorum, yoğurdu azalttım, peynir ise bolca yiyorum.

Akşam yemeklerini kaldırdım bir çeşit intermitant açlık uyguluyorum, bu benim bedenime oldukça iyi geldi. Süt dışında her şeyi yiyorum.

Her gün yürüyüş yapıyorum, bahçede çalışıyorum, yoga yapıyorum.

Uzunca bir ara (6 ay) bir kiloda takılı kaldım, inatla düzenimi devam ettirdim. Sonra bir anda yeniden kilo vermeye başladım. Şimdi gene kilo verme hızım düştü, ama kendime bir kilo hedefi belirlemiş olsam da bir zaman hedefi belirlemediğim için sorun yok.

Bu arada dışarıda yemek yememek de çok işe yaradı. Sosyal yemeklerde uzun süreli masada oturma ve sohbet arasında ne yediğinin farkında olmama gerçekten çok tehlikeli bir şey. Asıl mesele izolasyon sürecinden çıkınca, hayat alıştığımız düzene dönünce kiloyu muhafaza etmek olacak.

Şuraya eğlenceli bir şişman resim bırakayım dedim

KORONA GÜNLÜKLERİ; DÜNYADA SALGININ BİRİNCİSİ OLMUŞKEN, KENDİ DERDİMİ UNUTTUM, KRALİÇENİN DERTLERİNE GARK OLDUM.

Bu hafta itibarıyla salgın konusunda çok ilginç bir noktadayız. Her şeyden evvel Türkiye nüfusuna oranla en çok vaka sayısı olan ülke haline geldi. Yani ülkemiz salgında birinci. Bu da yetmemiş gibi Çanakkale de Türkiye’de birinci sıraya yerleşti. Şu anda haftalık vaka sayımız kabaca binde bir. Acil durumunuz yoksa hastanelere gelmeyin deniliyor. Yoğun bakımlar ise dolu durumda. Neyse ki şehrimizde aşı oranı ülke geneline göre daha yüksek. Bizim bölgedeki köylerde ve bizim köyde ilk defa hasta var. Komşu köylerimiz karantina altında, giriş çıkışı önlemek için köye giden yollara mıcır barikatları kurmuş, arkasına da araba park etmişler. Bizim köyde de vaka sayısında artış var yani biz de her an karantinaya girebiliriz.

Elbette biz kişisel önlemleri iyice artırdık,  şehre inişleri iyice kısıtladık. Bol bol açık havada yürüyüş yapıyordum, ancak april 5, sitte-i sevr soğukları bu yıl bol yağmur getirdi. Yani yürüyüş yapmak için de bahçede çalışmak için de havalar izin vermiyor. Ben de bahar temizliği yapmaya karar verdim, perdeleri filan yıkadım, yorgunluktan canım çıkıyor. Bu son günlerde Afrika’dan gelen çöl kumları üzerimize yağıyor, ancak bu gibi şeylere son bir yıl içinde artık alıştık, başımıza meteor düşüyor, aldırmıyoruz.

Gene de eski hayatlarımıza dair alışkanlıklarımıza dahil edebileceğimiz en ufak bir sürpriz, farklı bir şey için nasıl bir açlık içindeyim anlatamam.

Geçen hafta  İngiltere Kraliçesinin kocası öldü. Ben de bu haberin ve eklerinin ardını takip ederek epeyce oyalandım. Hele bir haber aklımdan çıkmadı, sosyal medyada dük acaba corona aşısından mı öldü diye bir yorum vardı. Vallahi  demek ki herkes hem virüsün hem de aşının üzerine komplo üzerine komplo teorisi üretiyor. Gerçek çizmesini giyene kadar yalan dünyayı dolanırmış, kimsecikler bilim insanlarının söylediğine inanmıyor. Bizde aşı sırası gelen her 4 kişiden biri, aşının kendisine zarar vereceğinden emin olduğu için aşılanmadı.(Daha dün, yeni teknoloji aşıdan olacağım diye beklerken hastalanarak yoğun bakıma yatan genç bir pediatristin haberini aldım.)

Evet; bence de kraliçesin kocasını aşı öldürdü, yoksa sadece 99 yaşında, daha hayatının baharında, sapasağlam (yıllardan beri  ciddi sağlık problemleri var, ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur) adam durduk yerde neden ölsün, değil mi?

Adam öldü, bana iş düştü. Bütün hafta; cenaze planlarını, kaçak torunun ne yapacağını, karısının törene gelip gelmeyeceğini  takip ederek gönül eğledik. Daha sonra da corona tedbirleri altında töreni seyrettik, ancak derdimiz gene ölen değildi, prensler bir araya geldiler mi, kraliçenin çantasında ne vardı, gelinler ne takmıştı gibi dedikodu malzemesi çıkabilecek ne varsa onları izlemekti.

Corona tedbirleri kapsamında  cenazede çok az sayıda katılımcı vardı, onlar da kapalı alanlarda  maske taktılar. Ancak bence törendeki kilise korosu işi bozuyordu, aralarındaki mesafe, normal konuşma mesafesine göre ayarlanmıştı. Oysa şarkı söylerken nefes daha uzağa kadar gider, yani koro elemanlarının arasındaki mesafeyi uygun bulmadım. Bu kadar dikkatle izledim, ne yalan söyleyeyim.

Neyse ben tek değilmişim, bütün gazeteler de prenslerin konuşmasından tutun, karısının gerdanlığına kadar haber yaptılar.

Kafamdaki dedikodu çarkları tıkır tıkır çalıştı,  günlerce kendi dertlerimi unutup fukara  Diana’nın gariban yetimciklerine (kazık kadar herifler)  yandım.

Aslına bakarsanız, kraliçe ve dolayısıyla İngiltere, bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun uzantısı kraliyet sayesinde ‘The Commonwealth’ birliğin dolayısıyla muazzam bir gücü, ufacık bir adanın egemenliğinde toparlıyor.

Bence, bu korona ( taç demek) salgını bu birliğin de dolayısıyla Kraliyetin de sonunu getirebilir. Çünkü bu gibi olağanüstü haller, normal zamanlarda akla gelmeyecek çözümler ilham eder. Mesela Avusturalya ve Yeni Zelanda’nın kendilerini imparatorluktan ayrı bir ülke olarak tanımlamaları, Çanakkale savaşı sonrasıdır.

Benim içime doğduğu kadarıyla  şimdiki kraliçenin ölümünden sonra, hele de bu arada mesela Kanada ya da Avustralya gibi büyük bir ülke commonwealthdan ayrılmış ise, kraliyetin sonu gelecektir.

Aile fertlerinin, Prens Harry’e bu kadar kızgınlık göstermelerinin bence en büyük sebebi, aileden birinin (hiçbir zaman kral olmayacak, ancak gene de çok önemli birinin) kraliyet ailesinden kendi gönlü ile ayrılması, halkta kraliyetin vazgeçilmez bir şey olmadığı fikrini uyandırır diye korkmaları.

Gördüğünüz gibi bu dar zamanda, hiç başka derdim yokmuş gibi ben de kraliyet ailesi üzerine bayağı zihinsel mesai yaptım.

Aslında bu aileyi masal kahramanları gibi izlemeyen var mı bilemiyorum. Benim gençliğimde Prens Charles modaydı, çok çirkin ve çok demode bir adam olduğu için hiçbir zaman sahne ışıkları üzerinde olamadı. Ne zaman ki piyasaya Diana çıktı, kadın yıllar boyunca, yok düğünüydü, çocuklarıydı, seyahatleriydi, sevgilileriydi, yeme bozukluğuydu, mayın tarlası, AIDS hastası resimleriydi, ölümüydü derken, hepimize bir peri masalı yaşattı.

Kadında belirgin bir şekilde yıldız tozu vardı ve bu cazibesinin kaynağı da olağanüstü ayrıcalıklı yaşamına karşılık, bu dünyadan bir insan olduğunun kolayca anlaşılabilmesiydi.

Benim kanaatime göre, ondaki star ışığı şimdi ailede sadece Harry’de  var,(gerçekten artist olan karısı bile onun kadar star tozu taşımıyor). Geri kalan aile fertlerinin hepsi kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan sevimsiz sinameki ordusu.  Yani aslında aileden sadece bir prens gitmedi, ailenin sempatik yüzü gitti.

Ne demişler, kızın varsa ölene kadar  var, oğlun varsa el kızını alana kadar var.  Bazı sosyal ilişki modelleri kişilere, ayrıcalıklara göre değişmiyor. Bence bu çocuğun evliliği de uzun sürmeyecek ama bu gün bu kadar kehanet yeter.

Boş kalan zihin şeytanın çalışma odasıymış, ben de zihin boşaltıyorum böyle.

SALGIN ARTIK İYİCE RUHLARIMIZI KARARTTI; ASLINDA BATTIM AMA BÜTÜN GAYRETİMLE KUYRUĞU HAVADA TUTMAYA ÇALIŞIYORUM.

Bir yıldan uzun süreden beri bütün dünyayı kasıp kavuran salgın, son günlerde Çanakkale’de  ciddi bir artış gösterdi. Çanakkale’de yoğun bakımlar doldu. Salgın bizim köylerimizin olduğu bölgeye de girdi. Bir yıl boyunca hiç hasta görülmeyen köylerimizde durum değişti, şimdi çevremizde hastası olmayan köy kalmadı, birkaç köy ise karantinada. Karantinaya alınan alanlara her gün yenileri ekleniyor. Zaten vaka sayıları ülke genelinde inanılmaz artış gösterdi, bütün ülke için yeniden kısmi kısıtlamalar koyuldu. Her an bizim köy için de karantina kararı çıkabilir. Şimdilik hane halkı olarak kendimizi gönüllü karantinaya aldık, zaten şehre oldukça kısıtlı iniyorduk, şimdi iyice kısıtladık.

Bu genel tablo içerisinde bir takım hayat motifleri tekrar edip duruyor. Mesela; elbette bu salgın süreci boyunca bir yandan hayat akıp gidiyor,  insanlar çeşitli hastalıklara yakalanmaya devam ediyorlar, fakat bu süreçte artık yumurta iyice kapıya dayanmadan kimse hastaneye baş vurmaya cesaret edemiyor, sonuç olarak bir çok hastalık oldukça gecikmeli tanı alıyor.

Bir başka dikkatimi çeken motif de bu süreçte mutlu haberler alma olasılığı oldukça düşük, ama bol bol hastalık haberi alıyoruz. Tanıdıklar arasında elbette bir çok kişi corona geçirdi, ancak çevremde corona dışı sebeplerle de hastalanan bir çok kişi oldu.

Felç geçiren mi ararsın, gecikmiş kanser tanısı alan mı, kalp hastalığı çıkan mı, psikiyatrik hastalık krizi geçiren mi, ne arasan var. Geçen hafta  tanıdığım gencecik bir kızcağız kalp ameliyatı sırasında hayatını kaybetti. Kuzenim tansiyonu düştüğü için gece tuvalette  düşüp kafasını çarptı. Bir arkadaşım geçici felç geçirdi…

Telefon elimden düşmüyor, sürekli birilerine teselli veriyorum ya da baş sağlığı diliyorum.

Geçen günlerden birinde bir arkadaşım bu yıl on yaş yaşlandığını söyleyince halime şükrettim ama ben de tükendiğimi hissediyorum.

Ciddi bir hastalığım yok, ama hayatıma, hemen her gün, ruh ve beden sağlığıma zarar veren yeni bir problem daha ekleniyor.

Aylardan beri tansiyon problemi çekiyorum,  bizim kızların tansiyonları yükselmesin diye tuzsuz yemek yapa yapa, tuzsuz yemeğe alıştım, oysa normalde oldukça tuzlu yerdim. Hal böyle olunca da benim tansiyon yerlerde sürünüyor, zaman zaman içim eziliyor, başımı kaldıramaz hale geldiğim oluyor. Son aylarda tansiyonum genel olarak 100/50 mmHg civarında seyrediyor en yüksek 115/60 mmHg ölçtüm. Önceleri 9’a düşünce kafam sersemliyordu, ama artık aşırı düşük tansiyona alıştım, 8/4ün altına düşmedikçe başım dönmüyor artık. Hatta bir sefer 75/35 mmHg’ye kadar düştü, o zaman bile aşırı bir rahatsızlık hissetmedim.

Kuzenime tansiyonumun kaç olduğunu söyleyince olamaz, doğru olsa şoka girmen lazım alet bozuktur dedi. Alet bozuk filan değil, kızlarınkini doğru ölçüyor,  ben temsili şoktayım dedim.

Daha bitmedi. Haftalardan beri, sağ kulağımda bitmek bilmez bir kulak uğultusu var. Sol kulağımda zaten on yılı aşkın zamandır, baro travmaya bağlı çınlama var. Sağ kulak zarım ise daha önceden çökmüş ve tüp takılması gerekmişti. Şimdi olay şu; sağ kulağım ya yeniden tüp istiyor, ya da düşük tansiyondan uğulduyor (diğer kulağımda zaten çınlama olduğu için o kulakla uğultuyu duymuyorum). Ama salgın bu durumdayken hastaneye gitmek istemiyorum. Şimdilik bildiğim usul ilaçla tedaviye çalışıyorum, bir yandan da tuzlu yiyerek tansiyonumu kontrol etme gayretindeyim.

Gene bitmedi. Uyku düzenim yine hayatımı etkileyecek derecede bozuldu, geceleri bir türlü uyuyamadığım için de sabahları feci bir baş ağrısı ve inanılmaz bir sersemlikle yataktan çıkıyorum. Hiç gözümü kırpmadığım günün ertesinde hasta gibi yatmak zorunda kalıyorum. Yıllardır, bu son haftalarda çektiğim kadar şiddetli baş ağrısı çekmemiştim. Sonunda melatonin almaya başladım ve oldukça işe yaradı. (Uyku ilaçları, beni daha beter hale getirdiği için alamıyorum.) Hiç değilse bu problem sarmalına çare bulabildim.  

Bu arada bir de son yıllarda başıma dert olan ve aylardan beri kurtulduğumu sandığım idrar yolları enfeksiyonu da yokladı.  Neyse ki tedaviyle bu dertten de kurtuldum.

Hala bitiremedim. Bir de bitmek tükenmek bilmez kas ve eklem ağrıları çekiyorum. Bütün yıl boyunca sırtım, omuzlarım özellikle de belim neredeyse her gün tutuldu. Bunların hep psikolojik kaynaklı olduklarını düşünüyorum ve  mekanik masaj ve yoga ile epeyce üstesinden gelebildim. Her iki dizim, omuzlarım, ayaklarım, bir eklemim birinin ağrısı bitmeden diğeri ağrımaya başlıyor.  Bir eklemim ağrımaya başlayınca da aylarca ağrısı geçmiyor. Daha önce çektirdiğim MR’ların hiç birinde bursit dışında bir şey çıkmadı.

Sonuç olarak idrar yolları enfeksiyonu hariç, bütün şikayetlerimin  psikolojik bir alt yapısı olduğuna inanıyorum. Öyle kendimi dinleyip dertlerime sarılıp yaşamıyorum, internette bulduğum her eğitime katılıyor, her gün yürüyor, bahçede çalışıyor ve kafamı bir şeylere takmamaya gayret gösteriyorum.

Gene de tuhaf şeyler düşünüyorum. Örnek mi istiyorsunuz; mesela gençler ve çocuklar okula gitmiyorlar, arkadaşlarından uzaklar, peki bunların hali ne olacak. Normalde çalışma arkadaşını, ortağını arkadaşlarının arasından seçersin. İş kuracaksın, ortak aramazsın bile, mutlaka güvendiğin bir okul kankan vardır, birlikte hayata atılırsınız. Evde okumak ne kadar olur, belki teorik bilgiyi alırsın, ama ya sosyal ilişkiler ne olacak,  vallahi bilmiyorum.

Zaman ilerleyecek ve bu sürecin kendi hayatlarımız üzerindeki etkilerini göreceğiz. Tabii şimdilik en önemli konu hastalığa yakalanmamaya, şok, mok demeden hayatta kalmaya çalışmak.

KARANTİNA HAZIRLIKLARI, MEŞGULİYET TERAPİSİ, SON DAKİKA ÇIKAN PROBLEMLER, EVDEN YÜKSELEN ACIKLI SESLER.

Bizim köy, HES programında  ilk günden bu güne kadar hep düşük riskli bir bölge sayılıyor. Türkiye’de tespit edilen ilk vakanın üzerinden 14 ay geçti ve geçen hafta, bizim köyde ilk vaka görüldü.

Son ay içerisinde çevre köylerdeki vakalarda aşırı artış görüldü, Çanakkale genelinde de ilk kez bu denli yüksek hasta sayısı oldu.

Bizim köy henüz karantinaya alınmadı ama, çevremizdeki köyler ikişer, üçer 14 gün boyunca kapatılıyor, hatta köylerden birinde karantina süresi ikinci kez uzatıldı. Sanırım yakında resmen karantinaya girmesek bile, bütün yollarımız kapalı olduğu için fiilen karantina durumunda olacağız. Şimdilik köyden şehre iniş yollarımızın hepsi kapalı değil.

Salgının başından beri il genelinde bu kadar az sayıda vaka olduğu için böyle bir zamanın gelmesini bekliyordum. Salgının bizim köye bu kadar geç ulaşmasının olumlu tarafı; hane halkı olarak aşılanmış olmamız, olumsuz tarafı ise bu kadar geç kalınca gelen virüsün mutasyonlu olması. Neyse ki olduğumuz aşı bize kadar gelen varyanta karşı da biraz koruma sağlıyor, tabii tedbiri elden bırakmıyoruz, zaten bu haftaya kadar köyde maskeli gezen sadece bizdik.

Sevgili Yavuz Özoran hocamın kulakları çınlasın, kendine sürekli bir takım işler yaratır ve bu halini ‘meşguliyet terapisi’ uygulamak şeklinde yorumlar. Ben de sürekli meşgul olması gereken huzursuz bir ruh olduğum için bu yıl evde zaman geçirecek bir yığın online eğitime başlamıştım. Geçen hafta bu eğitimlerin bazılarından sertifikalarım geldi, toplamda 4 adet sertifika sayesinde kendime ‘sertifika manyağı’ lakabı taktım. Bu da yetmez tabii; hafta sonu Anadolu Üniversitesi açık öğretim sınavına gireceğim.

Sanal ortam dışında da evde ve bahçede kaliteli zaman geçirmek için hazırlık yaptım. Evde yığınla kitap, el işi malzemesi var.

Geçen hafta etrafımızdaki köylerde hızlı vaka artışı olunca 14 günlük karantina hazırlıklarımı tamamlamaya çalıştım. En önemlisi şehirden gelen (hatta gidip aldığım) bahçıvanın yapması gereken bir günlük iş vardı, hava muhalefetinden bir türlü adamcağızı alamıyordum. Geçen hafta iki günlük yağmursuz havayı bulunca hemen adamı alıp, zeytinleri budattım. O gün işi bitirebilsin diye kendim de arı gibi çalıştım. Artık bundan sonra bu ay içinde bahçede yapılacak işleri biraz mesai harcayarak kendim de yapabilirim.

Bu sene evin arkasında yaptığımız ufak bostanı malçlamaya karar verdik. Malç diktiğiniz bitki köklerinin kapatılması anlamına geliyor. Bu sayede bostan hem yabani bitkilerden korunmuş oluyor, hem de ısı ve nem dengesi daha iyi sağlanıyor, su tasarruf ediliyor. Aslında kapatma işi organik maddelerle de yapılabilir, ancak o maddelere ulaşamam, mecburen naylonla kapatacağız. Yanılmıyorsam bu işi kendim yapmak zorunda kalacağım, oysa bahçıvandan yardım almayı düşünüyordum, ne de olsa ilk kez deneyeceğimiz bir şey.

Bu naylonları köyden edinebilme şansımız olmadığı için bir koşu gidip tedarik ettim. Sırf bu ihtiyaç kalemini bile önceki yaşamıma göre nasıl bir paralel evrende yaşadığımın kanıtı olarak kaydediyorum.

Bunun haricinde bahçe için alınabilecek ne var ne yoksa (fideler hariç) hepsini aldım. Yeme içme işleri tedarikine gelince, bence birkaç ay köyden hatta evden çıkmadan yaşamamız mümkün. Gene de geçen hafta un, içme suyu, laktozsuz süt gibi şeyler depoladık.

Bir de hesapta olmayan şeyler çıktı. Mesela dişler. Bizim kızların her ikisi de dişten yana çok şanssızdırlar, ömür boyu ev ve iş yerleri dışında, en çok vakit geçirdikleri yerler dişçi muayenehaneleri olmuştur muhtemelen.  

Nermin’in ağzında, alt çenedeki 4 diş kökü haricinde hiç kendi dişi yok, totale yakın protezleri var. Gerçi bu protezleri de ağzında sadece dışarı çıkarken estetik amaçlı kullanıyordu. Bundan birkaç ay önce ön diş köklerinin kaplamaları çıktı. O zaman onu buradaki bir diş merkezine götürmüştüm, bize salgın önlemleri nedeniyle ağızdan toz çıkarak işlemler yapamayacaklarını söyleyerek hiçbir şey yapmadan, salgının bitmesini beklemek üzere eve göndermişlerdi.

Aylardan beri, sanki bilmiyormuşuz gibi, her gün bize ağzında diş olmadığını duyuruyordu. Mesela süt reçelini çok sever, ama en son aldıklarımızı nedense beğenmedi galiba, neden yemediğini sorunca, reçel yemek için dişe ne gerek varsa ‘dişim yok ya yiyemiyorum’ dedi. Aylardan beri sevmediği yemeklerin hepsi (ki çoktur) ne kadar yumuşak olursa olsun, ‘dişi olmadığı için yiyemeyeceği kadar sert’, sevdiği yiyecekler ise ne kadar sert olursa olsun yiyebileceği yumuşaklıkta. (Onu tekrar diş merkezine götürmek için vaka sayısının azalmasını bekliyordum, bu arada bana her fırsatta hatırlatıyordu.)

Sermin’in ağzında ise birkaç implanta yerleştirilmiş, kalıcı protezler var. Geçen hafta sonu onun da alt çenesindeki protez çıktı. Onun doktoru İstanbul’da olduğu için kendi fikri ona gitmek idi, ancak uzun yolda araba kullanmaz, bu salgında otobüse binmez,  İstanbul’daki yeğenimiz gelsin beni alıp İstanbul’a götürsün demeye başladı.

Aklıma bu ikisi de özel bir hekime götürmek fikri geldi ( ne de olsa özel muayenehaneye, diş merkezindeki kadar kalabalık olmaz). Acaba dişlerini burada yapıştırmayı kabul eder mi diye Sermin’e sordum. Sanırım o sırada İstanbul’daki hekimi ile konuşmuş, o da gelme, orada yapıştırsınlar demiş, hemen kabul etti.

Çanakkale’de en yakın 2 arkadaşımın birinin lise, diğerinin fakülte arkadaşı olan bir diş hekimi var. Üstelik bu adamın bizim köyde arazileri var. Yıllardan beri (ta kendim için arazi aradığım zamanlardan beri) bu adamla tanışmam gerekiyordu, ancak bir türlü kısmet olmamıştı. Arkadaşımı arayıp,  ikisi için de bu hekimden randevu aldırdım. Sağ olsun bizi temiz muayenehaneye almak için kendi çalışma saatinden bir saat öncesine randevu verdi.

Neyse sonuç olarak Sermin’in dişini yapıştırdı. Nermin’in dişileri artık çekilecek sanıyorduk, ama onu da yapıştırmaya karar vermiş. Bu arada ben adamcağıza bir paket çikolata yaptırmak için dışarı çıkmıştım. Ben dışardayken Sermin aradı, benim dişimi yapıştırdı, Nermin’inkine de yapıştıracakmış dedi. Ben peki ne zaman diye sordum, doktor ne zaman isterseniz dedi, diye bir cevap aldım. Sağlıkla ilgili işlerini bana yaptırmaya o kadar alışmışlar ki randevu almak akıllarına gelmeden dışarı fırlamışlar.  

Neyse ertesi güne randevu aldırdım,  bu kez benim başka işim vardı, ikisi Nermin’in protezleriyle gitti, fakat bu aylar içerisinde diş kökleri yer değiştirmiş, yani eski protez uymamış, doktor yeni kalıp almış ve yeni protez ısmarlamış.  Vallahi ne varsa eski hekimlerde var,  bizim nesil hastaya yapışır, işini bitirmeden bırakmaz, yeni nesil hekimlerin çoğu kendi uzmanlık alanı dışında en ufak bir şeyi bile ellemiyor.

Umulmadık bir şey ise dün durduk yerde araba kazası yapmış olmam. Suç tamamen bende, adamcağız kavşakta duruyordu, ben frene geç bastım ve ona arkadan çarptım. Adam emekli jandarma çıktı, sulh içinde tutanak tuttuk. Vuru, nasıl bir yere denk geldi ise şoför kapım açılmıyor, mecburen arabayı servise bıraktım.

Artık, benim arabayı almak ve Nermin’in dişlerini prova yapmak dışında köyden çıkmamız için sebep yok. Gene de, umarım bizim köy karantinaya girmez ve bütün çıkış yollarımız kapanmaz.

Şimdilik evde kalmanın tek sakıncası, köyde korona vakası olduğunu duyunca  Nermin’in iyice azıtan sinirsel öksürüğü. O tahta göğüsten bu kadar yüksek sesi nasıl çıkarabiliyor, bilmiyorum. Yemin ederim, İl Pandemi Kurulu,  kükreyen öksürük seslerini duysa bizim evi tek başına karantinaya alır.

Bizim evden yükselen tek vahim ses Nermin’in öksürüğü değil. Ben de kaç yıldan beri hiç müzik yeteneğim olmadığı halde yeniden piyano dersleri alıyorum (şu sıralar Online). Çıkarttığım seslerin çevredeki inekleri sütten keseceği konusunda endişelerim var.

Dardanos sahili
Köy yollarında yürüyüş

BOLLAŞMIŞ KOT PANTOLONLARDAN ÇANTA YAPMAK

Bu yıl evde sıkılmamak için bin bir takla atıyorum. Aklıma artık bol gelen kot pantolonlardan çanta yapmak fikri geldi. Meğer internet ‘eskiyen kotlardan çanta yapanlar’ çarşısıymış, bu konuda bir yığın eğitici video buldum. Bu videolardan özellikle de cep yapma konusunu ayrıntılı gösteren bir kaçını defalarca izledim. Sonunda kendi çantamı yapacak kadar fikir sahibi olduğuma karar verdim.

Dikiş konusunda çok deneyimsiz ve sabırsızım, en ufak bir zorlukta hemen vaz geçme ihtimalim var, mesela dikiş makinesinin en ufak bir tersliğinde tamamen iptal oluyorum.

Önce günlerce, kendimi ruhen dikiş makinesini kullanmaya hazırladım, sonra ütü masasının ve dikiş makinesinin açık durabileceği bir yer ayarladım.

Evdeki sandıklardan birinden çanta astarı olarak kullanabileceğim çizgili bir kumaş buldum.

Birkaç boyda ve renkte fermuarlar, gerekirse kullanacağım bazı markalar, iplikler, tela aldım.

Birkaç yıl önce gene kendi yaptığım ancak oldukça küçük geldiği için kullanamadığım fakat desenini kendim çizdiğim ve işlediğim için atmaya da kıyamadığım, kumaş bir çantayı da parçalara ayırdım. İşli parçayı yeni yapacağım çantanın ön cebi olarak kullanmaya karar verdim.

Bu nakışı, Osmanlı çini desenlerinden esinlenerek kendim çizmiş ve dizayn etmiştim. Çiçekleri, klasik çini desenlerinden çok kullanılan Hatayi desenlerden esinlenerek çizmiştim. Fakat yapmayı planladığım çanta için gözüme çok küçük görünmüşlerdi. Böylece çiçeklerin etrafına Çintemani örnekleri eklemiştim. Bu sefer de çiçeklerle çintamani desenler çok ilgisiz kaçmıştı, çintemani desenleri kalın bir çerçeveyle çevreleyerek kendimce çok hoş bir bütünlük sağlamıştım.

Yapacağım sırt çantası için, sadece ön ve arka yüzler için kağıt bir patron çizip, bu patronu ölçü olarak kullanmaya, diğer bütün kısımları elimdeki kumaşın ölçülerine ve üzerindeki dikiş izlerine uygun bir şekilde doğaçlama yapmaya karar verdim.

(Sonuç olarak ortaya, oldukça kullanışlı yüksekliği 44 cm, eni 35 cm, kalınlığı 8 cm boyutlarında bir sırt çantası çıktı.)

Bütün hazırlıklardan sonra, pantolonu ana dikişlerinden kesip, kullanabileceğim bazı düzgün kumaş parçaları çıkarttım.

Çantanın ön ve arka ana yüzleri için istediğim boyutlarda kesintisiz kumaş yoktu.

Böylece iki ana parçanın enini kurtarmak için ortadan yukarıdan aşağıya bir dikiş olacak şekilde ayarladım. Çantanın boyunu kurtarmak için de alt kısmına üçüncü parça daha hazırladım.

Önce 14x 26 cm boyutlarındaki iki düzgün kumaşı ortadan birbirine diktim, telaladım ve bütün kumaşa elimle kapitone dikiş yaptım. Bu kapitone sırasında makine kullanma konusundaki kararlılığım arttı.

Her iki ana yüzün bir yarısını kesintisiz olarak pantolonun bir paçasından çıkarabildim. Arka yüzün diğer yarısını çıkarabilmek için alt tarafta arka cebin olduğu kısmı kullandım. Bu parçada hem pantolonun kendi cebini, hem de bütün parçayı (çıtçıtla kapanan, astarlı) bir cep olarak tasarladım. Çift cepli parçayı, arka yüzün yarısını oluşturacak şekilde tamamladım. Daha sonra iki yarıyı birleştirdim ve bütün arka yüzü tela ile astarladım.

Ön yüzde de parçalardan birini yamalı yaptım. Ön yüze nakışlı cebin haricinde, nakıştaki kahverengine uygun bir fermuarla kapattığım astarlı bir cep daha diktim. Bundan sonra bu parçayı da tela ile astarladım. Ayrıca pantolonun cebini çıkardığım yerde görünen koyu mavi çizgiyi desen haline çevirmek için, bunun yanına bir marka, bir de ‘hand made’ logosu yerleştirdim.

Çantanın saplarını yapmak için diğer paçanın boyundan çıkardığım (ölçüyü göz kararı almıştım) iki uzun parçayı kullandım. Önce uzun parçaları katlayarak çanta sapı olabilecek şekilde diktim. Fakat boyları istediğim uzunlukta olmadı. Zaten ön yüzdeki yamayı yapabilmek için arka ceplerden birini sökmüştüm. Bu cebi de tela ile astarlayarak uzunlamasına ortadan katladım, sapları bu cebin alt kısmına sokarak bütün parçayı dikişlerle birleştirdim. Bu cebi çantanın arka yüzünün üst ortasına, sapların açıkta kalan uçlarını da arak yüzün alt yanlarına kuvvetlice diktim.

Ön ve arka yüzleri bitirdikten sonra alt kısımlarından ilk yaptığım kapitone parça ile birleştirdim. Daha sonra sapları dikmemeye özen göstererek kenar dikişleri çektim. Kapitone parçanın köşelerini kulak gibi katlayarak, çaprazlama tekrar diktim. Böylece kapitone parça çantaya sadece uzunluk değil, aynı zamanda kalınlık katan kısım oldu.

Astarı ise tek parça halinde kestim, bir tarafına fermuarlı, diğer tarafına açık bir cep ekledim. Astarı da ayrıca tela ile astarladım.

Son olarak çantaya ve astara üst kısımdan fermuar dikerek çantayı tamamladım.

Çantanın son halini gören Sermin, artık ne anlama geliyorsa, birkaç kullanmadığı kot pantolonunu önüme koydu.

Şimdi yeni tasarımlar peşindeyim ama makine de hır çıkarmaya başladı, bakalım ne olacak?

Ben kafayı iyice kırmadan şu salgın bitse bari.

GERÇEKTEN GENÇKEN, KORKU FİLİMİ GİBİ ZAMANLARDAN GEÇERKEN, YAŞADIKLARIMI OLDUKLARI GİBİ KABULLENDİĞİM İÇİN, ÇAKMA GENÇLİK GÜNLERİMDE HUZUR İÇİNDEYİM.

Ben yaş aldıkça Dünya Sağlık Teşkilatı, ömür süreçlerini tekrar tekrar tanımladı, son tanıma göre, şu anda içinde bulunduğum 63 yaşımda hala ‘genç’ kategorisine giriyorum. Benim gençliğimde bu yaştaki kadınlar, çoktan dünyadan ellerini eteklerini çekmiş, kefen parasını hazırlamış, köşesinde namaz kılıp, ölümü bekliyor olurdu. Zaman değişti bu günlerde kimse böyle davranmıyor.

Belki de gençliği kayıp bir neslin bireyi olarak, bir ‘gençlik uzatmalarını’  yaşamaktan memnunum. Bu aşamada en önde gelen görevimin, beden, zihin ve ruh dengemi sağlamak, kendimi her yönden sağlıklı tutmaya gayret etmek olduğunu düşünüyorum.

Dünya Sağlık Teşkilatının, 65 yaşa kadar insanları genç olarak tanımlaması bana çok iyi geldi,  çünkü aslında, gençliği hoyratça elinden alınmış bir neslin mensubuyum.  Üniversite çağlarım, ülkenin içinden geçtiği en zor şartların yaşanmakta olduğu bir zaman dilimine denk geldi. Kavganın gürültünün asla eksik olmadığı, tehlikenin en yakın arkadaşından bile gelebileceği, son derece tehlikeli, son derece güvensiz bir ortamda, o kadar zor bir okulu nasıl okuduğumuza hala inanamıyorum. Şimdiki çocuklar gibi olsak, hiç birimiz psikolog muayenehanelerinden çıkamazdık. Bizim zamanımızda psikoloji, misikoloji yoktu, kimsenin aklına, o günlerde yaşadığımız zorluklardan dolayı ömürlük izler taşıyacağımız gelmezdi.

Günü birlik yaşardık.

Sabah kalkıp, bugün boykot mu olacak, silahlı çatışma mı çıkacak, akşama sağ mı, ölü mü olacağım, önümüzdeki geceyi yurtta mı, hastanede mi, yoksa karakolda mı geçireceğim bilmeden, yola çıkardık. Yıllarca her sabah savaşa gider gibi okula gittik. Üstelik bu durumda bu kadar zor bir eğitimin üstesinden geldik.

Şimdi geri bakınca o günlerde değil okumak, günlük yaşamını idame etmenin bile, ne kadar büyük başarı olduğunu, ne kadar güçlü bir irade, ne kadar olağanüstü bir öz gerektirdiğini idrak ediyorum.

Bu direnci nereden bulduğumu anlamaya gayret edince, içinden geçtiğimiz o korkunç zamanlarda, olaylara duygu yüklemeden, çevremde olan her şeyi olduğu gibi kabul ederek, gözleyerek ve yüreğimde korkuya hiç yer vermeyerek, başardığımı fark ediyorum. Mesela,  o gün panzerin altından canını zor kurtarmışsın,  şangır şungur kırılan koca bir camın altından son anda kaçmışsın, amfinin içinde silahlı baskına uğramışsın, yüzüne emniyeti açık silahlar doğrultulmuş (hepsi gerçektir, hatta çoğu vardır) ama akşam yurda gittiğinde oturmuş aklının ve dikkatinin her bir zerresini vererek anlaşılması çok zor, yepyeni bir konuya, odaklanmayı başarıyorsun.

Neredeyse çizgi film kahramanı gibi yaşamışız, değil mi? Biraz da olsa duygusala bağlansam, korksam, başımdan geçenleri yorumlama, gün içinde yaşadıklarımı zihinsel geviş getirme gayreti içinde olsam, herhalde delirirdim.  Yıllarca, günü birlik bile değil, bir an sonra olacakları öngöremeden, sadece içinde bulunduğum anda yaşadım.

Bizim okul aşırı siyasi bir ortamdı, kendi başımıza ürettiğimiz olaylar yetmezmiş gibi, Ankara’nın hangi üniversitesinde bir olay çıksa eninde sonunda, yürüyüp, bizim sınıfların olduğu meydana ulaşırlar, bizim okulu da olayın içine çekerlerdi.

Sınıflarımız, kendini sağcı, solcu (Beytepe kampüsü ayrılıp, Hacette kampüsünde ağırlıkla solcu öğrenciler kaldıktan sonra, devyolcu, devsolcu, igedeli, maocu, kurtuluşcu, apocu ve daha bilmemneci) olarak tanımlayan militan arkadaşlarla doluydu. Bazı sınıf arkadaşlarımı zihnimde yalnızca, suratının ortasında damga gibi siyasal tercihini açıklayan bıyıkları, sırtında (silah saklayabileceği) parkasıyla, bir hışım kürsülerin, sıraların üzerine sıçrayıp, bağıra çağıra, (birkaç kez dinleyince hep aynı nakaratı tekrarladığını anladığım), siyasal içerikli konuşmalar haykırırken ve bizleri sınıflardan dışarı çıkmaya zorlarken hatırlıyorum. Kimse canını sokakta bulmadığı için (kolay değil günde 30-40 siyasi cinayet işleniyordu), herkes istese de istemese de,  kürsüye fırlayanın sözlerini bitirmesini bile beklemeden, sınıfı terk ederdi.

Öyle zamanlar olurdu ki, bir hafta boyunca, normalde bir günde girmemiz gerektiği kadar saat derse bile girememiş olurduk. Okul da o kadar zor ve zahmetle okunan bir okul ki, bu günlerin telafisi çok zor olurdu. Bazen de olaylar nedeniyle okul birkaç gün, birkaç hafta kapatılırdı (hatta bir sefer bütün bir yıl kapatıldı, ancak aradan 2 ay geçince bizi geri çağırdılar).

Bu zor zamanların bir başka etkisi de arkadaşlarımızla normal sosyal ilişkiler kuramamak oldu. Gençtik, ancak saat 18 oldu mu sokağa çıkamaz, değil eğlenmeye gitmek, gece hastalansan hastaneye gidecek taksi bulamazdık. Gençken ne sinema bildik ne tiyatro ne de sosyal bir arkadaş toplantısı. Hacettepe yurdunda kalanlar, ya odasında ders çalışır ya da toplanıp siyaset konuşurlardı.  Ben Hacettepe yurdunda kalmadığım için hiç olmazsa geceleri bu ortamdan uzak durabiliyordum. Kaldığım özel kız yurdunun da başka türlü handikapları vardı ya neyse.

Tuhaf bir şekilde gençken sosyalleşemesek de, okuldan sonra geçen yıllar bizi birbirimize yaklaştırdı, her yıl çeşitli şehirlerde sınıf toplantıları yapıyoruz,  sosyal medya üzerinden de olsa her daim haberleşiyoruz.

Son günlerde sosyal medya guruplarımızda, o zamanlar aşırı militan olan arkadaşlardan birinin paylaşımlarından, benim de karışmış olduğum bir olaydan ötürü bir süreliğine okuldan uzaklaştırılma  cezası aldığını ve  bu nedenle hala beni suçladığını tekrar hatırladım.

Ben de olayın benim tarafımdan görünen yüzünü yazmayı kendime borç bildim. Üçüncü sınıfa başlamış, endokrin komitesine kadar gelebilmiştik (gelebilmiştik sözünü rastgele seçmedim, o yıl ortam çok karışıktı, ders yapabilmek bir lüks gibiydi). O zamanlar, artık başımdan her günü belirsizlikle geçen yıllar geçmişti, olayları kanıksamış, çevremi saran gerginlikten korkmuyor, sadece bıkkınlık duyuyordum.

Bir gün, gene birileri kürsüye sıçrayıp, dışarıdaki meydanda sol bir fraksiyonun Ankara çapında bir mitingi olduğunu söyleyip, bizden dersi terk etmemizi istedi. Fakat bu sefer, her zamankinden farklı bir istekleri daha vardı; bu fraksiyondan olmayanlar mitinge katılmasınlar ama derse de girmesinler hemen okulu terk etsinler diye pek beklenmedik emir verdiler (normalde miting kalabalık olsun diye katılmamızı isterlerdi). Artık canıma tak etmişti, güya okumaya gelmiştik, bütün zamanımız, günlerimiz boşa geçiyordu.

Nasıl olsa bizim mitinge katılmamızı istemediler, meydanda göremeyince gittiğimizi düşünürler, bizim derse girdiğimiz fark bile etmezler diye düşündüm.  Benim gibi düşünen 5-6 kız arkadaşımla birlikte sınıfta kaldım. Hocamız derse geldi, o kadar az öğrenciye şaştıysa da dersi anlatmaya başladı (Hocamız, benim yengemdi, ancak sınıfta kalma kararımda bu durumun en küçük bir etkisi yok).

Meğer sınıfta kalan var mı diye gözleniyormuşuz, ders başladıktan çok kısa bir süre sonra yukarıda sözünü ettiğim arkadaş hışımla sınıfa daldı ve birkaç kişi olmamıza rağmen, başka hiç kimseye bakmadan direk benim önüme geldi ve çok sert bir sesle sınıftan derhal çıkmamı istedi. Ben de ‘hayır çıkmıyorum, yeter artık zorbalığınız,  sen dışarı çık’ diye sertçe karşılık verdim.

Ya o güne kadar hiç kimseden böyle karşılık almadığından şaşkınlıkla, ya da bütün zalimler gibi o da korkak olduğu için benden korkarak -bilmiyorum neden- ama kös kös, dışarı çıktı. 

Aradan birkaç dakika daha geçince, bu sefer arkasında kendisinden de korkunç görüntülü, silahlı mı bıçaklı mı bilemeyeceğim, ama bıyıklı, parkalı, postallı, belli ki militan, (ancak muhtemelen bizim okuldan bile değil) 5-6 kişiyle birlikte geri geldi.

Gene kimseye bakmadan direk önümde durdu, önümdeki sıraya yumruklarını koyup, iyice üzerime eğilerek, yüzüme, tehdit dolu bir sesle, ‘ çabuk, çık dışarı, yoksa çok fena olacak’ diye tısladı. Canımı sokakta bulmamıştım, söylenerek dersten çıktım, ben çıkınca diğer arkadaşlarım da çıktı.

Geçen yıllar içerisinde bu arkadaşın, sınıftan birkaç kişiye, bu olaydan sonra hakkında soruşturma açıldığını, benim ve yengemin yalancı şahitlik yaptığımızı, bu yüzden okuldan atıldığını söylediğini duydum.

Bu nedenle yengem sağken onunla da görüştüm. Ondan duyduklarımı da ekleyerek yazıyorum; ne ben, ne de yengem bu soruşturmada hiçbir zaman şahit olarak dinlenmedik,  bu arkadaşı tespit edenler, okuldaki sivil polislerdi. Hakkında açılan soruşturma ise sadece bu olaydaki rolüne ait değildi, başka vukuatları da vardı.

Neler olduğunu tam olarak bilemem tabii, ama tekrar yazıyorum, ben yalancı şahitlik yapmadım. Zaten şahit olmam bile istenmedi. Eğer benden şahitlik yapmamı isteselerdi, yukarıda yazdığım gibi tamamen doğruları, olduğu gibi anlatırdım. Beni tehditle sınıftan çıkardığını olduğu gibi söylerdim, bu da yalancı şahitlik olmazdı.

Gelelim olayın (benim tarafımdan) devamına;  olaydan sonra sınıfımızda hepimizin ödünü koparan, aşırı militan ‘AAAA’ isimli bir arkadaşımız peşime takıldı. Sınıfta nerede otursam o da bana en çok 2-3 kişilik bir mesafede son derece tehditkar bir vücut diliyle oturuyor, ders dinlemeden, not tutmadan, elinde tespih çevirerek, gözünü ayırmadan, dik dik, saatlerce bana bakıyordu. Akşam ders çıkışı Kızılay’a doğru (kaldığım yurt Kızılay semtindeydi) yürürken, gene yüzünde bıyık, elinde tespih, sırtında parka, ayağında postal, gözlerinde  karanlık bakışlarla,  beni takip ediyordu.

Bu durum günlerce devam etti, sonunda dayanamadım, beni takip ettiği bir anda yanına gittim ve benden ne istediğini sordum. Karşılık olarak ‘bacım, konuşma, yürü önümden’ diye beni azarladı. Ben ise ‘hayır, esas sen yürü git, nedir bu, usandım senden, günlerdir neden peşimde geziyorsun’ diye diklendim.

O zaman açıklamak zorunda kaldı.

Meğer, tehdit edilerek dersten atıldığım günün akşamında, militan taifesi (öğrenciyken sosyalist, hatta komünist idiler, sonradan hepsi buz gibi kapitalist oldu, şimdi gün batımına doğru şarap kadehlerini kaldırarak siyaset konuşmaya devam ediyorlar), Hacettepe’nin öğrenci yurdunda bir ‘halk mahkemesi (!)’ kurmuş ve gıyabımda beni yargılamışlar. Sonuç olarak yaptıkları mitingin yanlış tarafları olduğunu kabul etmişler, ancak gene de beni  ‘devrimci hareketin bütünlüğünü bozmaktan’ suçlu bulup, güzel bir dayağı hak ettiğime karar vermişler. Üstelik bu kararı, o zamanlar benim erkek arkadaşım olmak ister gibi davranan biri önermiş, elbette geri kalan herkes de benim sıkı bir dayak yememi uygun bulmuş. AAAA, ise bu mitingi yapanlarla karşıt görüşte olduğundan sanırım, beni savunarak ‘kimsenin benim kılıma dokunmasına izin vermeyeceğini’ bildirmiş.

Sonuç olarak, beni gözlerken, peşimden dolaşırken,  beni korkuturken, aslında beni korumaya gayret ediyormuş.

Şimdi aradan bunca zaman geçti, köprülerin altından bir sürü sular aktı. Ben tehdit edildiğim gün bile bu arkadaşıma karşı içimde bir nefret beslememiştim, şimdi geri dönüp baktığımda ‘o günler böyleydi’ diyerek hala ona sinirlenemiyorum.

Ancak bazı düşüncelerimi de yazmaktan kendimi alamıyorum.

Sosyalist düşünce bence, diğerkamlık (kendinden çok başkalarının iyiliğini düşünmek) gerektirir. Bana bu yaptıklarının  neresinde  karşındakini  düşünmek fikri var?

Belki gençlik heyecanı ile devrim yapmak, rejim değiştirmek gibi siyasi fikirlerin olabilir, bu fikirlere kendini adamış olabilirsin, düşüncelerini hayata geçirmek için insanlara zarar vermeyi bile göze alabilirsin. Ancak böyle bir ruh haline sahipsen,  bazı bedeller ödemeyi de göze alman gerekmez mi?

Sen, insanları senin istediklerini yapmaya zorlarken, tehdit ederken, dayak atarken kendini haklı buluyorsan,  bedel ödemeye sıra gelince onu da sineye çekeceksin.

Bu günlerde o arkadaşın daha bir kaç olayını daha öğrendim, en yaşlı hocalarımızdan birini (normal dersin dışında fazladan slayt göstermek istemiş, iki sınıf birlikte seyredin demiş)  sırf diğer sınıfta farklı fraksiyondan arkadaşlar var diye, önce bir kolundan biri, diğer kolundan diğeri tutup yaşlı adamı çekiştirmişler. Adamcağız da daha güçlü çekenin peşinden gidip, ilk olarak bahsettiğim arkadaşın gitmesini istemediği sınıfta slayt göstermiş. Daha sonra ise yüce gönüllülük yapıp öğrencilerim her iki sınıfta da slayt göstermemi istediler diye bizimkinin istediği sınıfa da gitmiş. Ancak bizim kabadayımız sözüm ona ders dinlemeye bu kadar hevesliydi,  derse girmemiş bile. Yani amaç üzüm yemek değildi.

Sanırım o dönemde bazı arkadaşlarımız, günün siyasi koşullarından da ilham alarak, özlerindeki saldırgan dürtüleri, ‘vatan kurtarma’ sloganı altında mantık çerçevesine oturttular.

İşte bunlardan biri, yıllar sonra hala, beni tehdit ettiği için beni suçluyor. Umarım günün birinde davranışlarının sorumluluğunu üstlenir, karşıt görüşlü olanlar kadar, bizim gibi keskin siyasi fikirleri olmayanlara da verdikleri eziyetleri fark eder, seçimleriyle barışır, ödediği bedelleri kabullenir. Karşılık bulamayacağı nefretlerle içini karartmaktan vaz geçer. Huzur bulur.

Sağlık ve barış dolu bir yürek diliyorum kendisine. 

BU BAHAR ÇOK MEŞGULÜM, BİR YANDAN KÖYDEKİ BİLGE KOMŞUDAN HAYATI ÖĞRENİYORUM, DİĞER TARAFTAN ‘ÖLÜM EŞLİKÇİSİ’ GÖREVİMİN BAŞINDAYIM

Bu yıl kocakarı soğukları ya da berdelacuz denilen soğuklar, kışın pek çok zamanından daha soğuk geçti, ancak artık karşı konulamaz bir şekilde bahar geldi. Sokağa çıkma kısıtlamalarının benim üzerimdeki en önemli etkilerinden biri bahçe işlerini tamamen üstlenmem oldu. Daha önceleri sadece hasat ürünlerinin işlenip saklanması benim görevim iken, bu yıl ırgatlık yapmaya başladım, yabani otlarla mücadele ve bahçenin temizliği ile bizzat ilgilendim.

Şimdi gene bahçe zamanı geldi. Bu ay fidanları budama, ilaçlama ve toprağı kazarak havalandırma gibi bir hayli iş var. Bir bahçıvanla da anlaştım, yapamadığım işleri o yapıyor, geçen hafta başında gelip bahçedeki asmaları ve diğer ağaçları budadı.

Bizim asmalar budandıktan iki gün sonra, bahçeye çıktığımda komşumuzun oğlunun, kendi bahçesindeki ceviz ağacının bizim bahçeye geçen ve evin çatısına doğru uzanan dallarını budadığını gördüm. Annesi de aşağıdan oğluna talimat veriyordu.

Bu komşu kadın için kolaylıkla kadim zaman bilgelerinden biri diyebilirim, çünkü köyde hangi tarladan su çıkıyor, hava durumu ne olacak, hangi tohum ne zaman ekilir hepsini bilir, üstelik bütün yerel tohumları saklar. Komşu kadın ve annesi bizim köyün atalık tohum bankası gibiler, köyün kendine ait kışlık yazlık kavun, karpuz, patlayan mısır tohumu, ne istersen bu kadınlarda var.

Evinin önünden geçerken mesela ekmek pişiriyorsa hemen bir somunu zorla eline tutuşturur, meyve toplayınca çuvalla getirir. Tam  masallardaki gibi bir köy kadınıdır. Üstüne bir de zifiri Çanakkale köy şivesiyle konuşur. Başlangıçta söylediklerinin yüzde doksanını anlamıyordum, şimdi büyük kısmını anlayabiliyorum.

Bu kadını dinlemek bayağı ilgimi çeker, çünkü ilaç gibi bir laf eder, bütün derdini tasanı unutursun, mesela ‘yağmurun iki hırsızı varmış, biri dağmış biri denizmiş’ lafını ondan duymuştum.

Ana oğul, birlikte ağacı budarlarken, ben de bahçeye çıkmış oldum ve konuşmaya başladık. Kadın bana ‘ağaçlara su yürümüş bak nasıl ağlıyor, sizin asmalar ağlamadı mı, asmalar da çok ağlar’ diyerek ağacın kesik kısmını gösterdi. Gözlerime inanamadım kesik daldan resmen açık bir musluk gibi su akıyordu. O kadar biyoloji okudum, ilk baharda ağaçlara sifon gibi su yürümesini, yaprakların yeşerme mekanizmasını  bildiğimi sanıyordum, meğer hiçbir şey bilmiyormuşum. Öğrenmenin büyük bir yüzdesini okuyarak değil, görerek edinirmişiz, gerçekten de ağaca su yürümesi ne demekmiş gözümle görene kadar hiçbir şey anlamamışım.

Oysa iki gün önce bizim asmalar budanmıştı tek bir damla bile gözyaşı akıtmamışlardı. Bizim asmalarla bu ceviz arası en çok 15 metre filandır, bu kadar mesafenin yer altı suları üzerinde bir etkisi olamayacağına göre, demek ki aradaki o 2 günde ağaçların su çekmeleri için biyolojik saatlerinin alarmları çaldı ve ağaçlara su yürüdü. Şimdi çok daha dikkatle izliyorum, gerçekten de son birkaç günden beri yaprak döken ağaçlarda canlanma belirtileri var, sabah alt dalları yeşil görüyorsun, akşam daha üst dallar da yeşermiş oluyor. Ya da ağacın biri yaprak çıkartmaya başlamış, tam yanındakinde henüz bir belirti yokken ertesi sabah onda da yeşerme başlıyor. Trabzon’dayken daha doğrusu Boztepe’ye taşındıktan sonra evden işe giderken fındık tarlalarından geçerdim, tam fındıkların yeşerme zamanında sabah giderken bir gün önceye göre, akşam dönerken sabaha göre yapraklar büyümüş olurdu.

Şimdi tam da o mevsimdeyiz, önce denize daha yakın olan ağaçlar, birkaç gün içinde bizimkiler yeşerecekler, zaten şimdiden birçok ağaç çiçeklenmeye başladı.

Sokağa çıkma yasaklarının bir diğer getirisi olarak, köyün çevresindeki ormanda ve çevre köylerde doğa yürüyüşlerine başladım.  Evin önünde kocaman ve oldukça derin bir vadisi olan ufak bir dere var, bu dere yaz aylarında tamamen kurur, sonbahar yağmurlarıyla yeniden akmaya başlar. Bu yıl, havalar garipti, uzun süre kurak gitti, sonra da birkaç saat içerisinde ayların yağmuru yağdı. Kaç yıldan beri buradayız, hiç bilmediğimiz sel yatakları ortaya çıktı, bizim köyün dere sisteminin ne kadar girift olduğunu ancak bu yıl anlayabildim. Evin önündeki derenin nasıl olup da bu denli derin vadisi olduğunu da ancak bu yıl anladım.

Bahçe işleri yeni edindiğim görev. Doğa gezileri eskiden beri sevdiğim ve yaptığım, ancak ilk kez bu kadar kişiselleştirdiğim bir şey.

Bir yandan da ömür boyu sürdürdüğüm görevlerime tam gaz devam ediyorum. Bütün hayatım boyunca (sadece meslek hayatımda değil, özel hayatımda da), ister istemez, ölmekte olan insanlara eşlik etmek gibi bir misyonum oldu.

Şimdi de bir yandan her taraftan yaşam fışkırıyor,  tohum gübre toprak telaşındayım. Diğer yandan ağır hasta bir arkadaşıma son zamanlarında destek olma gayretindeyim. Sabah bostan için malç naylonu araştırıyorum, öğlen soluğu hastanede alıyorum.

Bütün hayatım boyunca (çok erken yaşlardan beri),  özel hayatımda da meslek icabı olarak da ölüme yaklaşan insanlara son dönemlerinde eşlik ettim. Bu görev, bütün hayatım boyunca sürmüş bile olsa, kişi bazında,  bazen dakikalar, bazen saatler, günler, hatta yıllar aldı.

Son iki yıldan beri,  gene ya hastalığını inkar ettiği, ya da her şeye rağmen hayata asıldığı için, sadece irade gücüyle hayata tutunan bir yolcunun eşlikçisiyim.

Yani çok meşgulüm.

BİR AYLIK YAĞMURU BİR KAÇ SAATTE BOŞALTAN SAĞNAKLAR, ARADA YAZ KAÇAĞI SICAKLAR, BADEM ÇİÇEKLERİNE YAĞAN KARLAR, YOLLAR KAPANMADAN HEMEN ÖNCE YETİŞEN AŞILAR.

Bu kış havalar çok tuhaf gidiyor. Normalde bizim köyde her sene Aralık ayının ortasından Şubat ayının son haftasına kadar aralıklarla,   13-15 gün arabamı çıkartmama engel olacak kadar kar yağardı.

Bu kış biri Ocak ayının ortasında, bütün bir gün boyunca yağıp, 3-4 günde eriyen, diğeri de tam bir ay sonra Şubat ortasında 36 saat aralıksız yağan, sonra aralıklarla 48 saate uzanan kar yağışı oldu.

Bu iki kar yağışı arasında ise iki haftadan daha kısa süreyle tam iki kez sele sebep olacak derecede yoğun yağmur yağdı. Her iki selde İzmir’de Çanakkale’den çok daha büyük ölçekli sel olduğu için biz arada kaynadık. Ancak, İzmir’de sel olduğu günlerde Çanakkale’ye de bir ayda yağması gereken yağmur, 7/8 saatte bardaktan değil de kovalardan boşalırcasına yağdı.

Her iki yağmurda da köydeki dereleri besleyen bütün minik derecikler coştu taştı, kazılmış tarlalar suyu tutamadılar, çamurlar yollara aktı, tarlalar, meyve bahçeleri bir karış su altında kaldı, toprağın yüzey suyu günlerce  çekilmedi. Komşu Yukarıokçular köyüne doğru giden yol boyunca yeni elektrik direkleri dikilmişti, yolun kıyısı boyunca sel yatağıymış, bütün direklerin temelleri oyuldu, yeniden betonlandı. Aşağıdaki Özbek ovası ve Umurbey ovaları zaten aslen bataklık alanlarmış, buralarda günlerce toprak üzerinde koca koca göletler kaldı. Bütün kuru sel yataklarından günler boyunca  dereler aktı.

Tarlalardan sular çekilir çekilmez ikinci büyük yağış oldu. Bu sefer gene İzmir’de çok daha büyük hasar olduğu için, Çanakkale yine gözden kaçtı. Zaten bir önceki yağmurdan toprak suya oldukça doygundu, bu ikinci yağmurda meyve bahçeleri daha derin sular altında kaldı, tarlalardaki göletler daha büyük oldu. Bizim aşağımızdaki Musaköy’ün meyve bahçelerinin sulama kanalı Umurbey barajından geliyor. Buraya geldiğimden beri ilk kez kışın barajın fazla suyunun tahliye edildiğini gördüm.

Bütün bu kısa süreli bozuk hava olaylarının yaşandığı günler arasında ise 20 dereceye varan hava sıcaklıkları oldu. Mesela son sel yağmuru öncesinde,  gün boyunca hava 20 dereceye yakındı, hatta komşu bir köyde orman yürüyüşü yapmıştık. Ormanda, anemonların, vargellerin mevsimsiz açtıklarını gördük, zaten bütün yaban erikleri, normal erikler,  bademler de çiçeklenmişti.

Meteroloji, Şubat ortasında bütün ülkede çok ciddi kar yağışı ve dondurucu soğuk uyarısı verdi. Bu Cumartesi günü, gece saat dokuzdan itibaren 36 saat aralıksız süren bayağı kuvvetli rüzgarlarla birlikte yoğun kar yağışı oldu. Rüzgar karları oradan oraya sürükleyerek, sahra kumları gibi kimi yerde tümsekler, terekler, tuhaf şekillerle kar yığdı, kimi yeri ise dibinden süpürerek cam gibi buz haline getirdi. Kaç yıldan beri bunca kar yağışı gördüm, ilk defa deniz kıyısına kadar kar yağdı. İlk defa evin camları buzlandı.

Cumartesi gecesinden, Pazartesi öğlene kadar aralıksız yağdıktan sonra rüzgar biraz dindi, güneş açtı. Kar sonrası günlerde şimdi her taraf buz altında. Esas kötü olan şey bu kar yağdığı zaman bütün bademler, erikler çiçek açmıştı, daha da kötüsü bir çok tarla, meyve bahçesi bir karış su altındaydı. Sonuç olarak bu donda Çanakkale’de meyve ağaçları önemli hasar gördü.

Biz her kar yağışında özellikle kar biriken garaj yolu sebebiyle evde mahsur kalıyoruz. Bu nedenle kar öncesinde taze meyve, sebze stokluyoruz. Köyde mahsur kalmak şehirdekinden biraz farklı mesela elektrik kesintisi ihtimalini düşünerek jeneratörde mazot deposunun dolu olduğundan emin olmak, hatta bir miktar yedek mazot bulundurmak da gerekiyor. Bunlar dışında herhangi bir şey depolamaya gerek yok. Bakkalda zaten yok yok, ya da mesela yoğurt kalmasa komşudan sütü, mayayı taze taze almak mümkün.

Normalde kar yağdığı zaman muhtar hemen bir traktör ayarlar, köyün ana yolu çok kısa bir sürede açılır. Bu kez karın esas yoğun yağdığı gün zaten sokağa çıkma yasağı vardı, yani acil bir durum olmadıkça şehre kimse gitmeyecekti. Bizim köyde hayvancılık yapılıyor, büyük baş hayvan sütleri fabrikası Trakya’da olan bir firmaya veriliyor, yani köye süt almaya gelen süt tankerleri Gelibolu’dan feribotla geçmek zorunda. Boğaz trafiği fırtına nedeniyle kapatılınca, süt tankeri de gelemedi. Böylece muhtarın yolu açmak için bir sebebi de kalmadı. Zaten açsaydı, o fırtınalı havada 10 dakika içinde yol tekrar kapanırdı.

Daha önceki hayatımda hiç aklımdan geçmeyen olaylar dönüyor çevremde, adeta 60 yaş öncesi hayatımla paralel bir evrende yaşıyor gibiyim. Hayatım boyunca hiç, süt tankeri nasıl olsa gelemiyor diye açılmasa da olur bir yolum olmamıştı.

Bizim evin yolu ise köyün ana yolundan birkaç gün daha uzun süre ile kapalı oluyor. Acil bir durum olsa köyden şehre kendi araçlarımız dışında bir seçenekle gideriz diye düşündüğüm için, evin yolunun karını açmıyoruz, kendiliğinden açılmasını, yani ‘lodos paşa’nın ziyaretini bekliyoruz.

Tabii bu durumda kar öncesinde dışarıda yapılacak işleri tamamlamaya çalışıyoruz. Mesela geçen yıl Sermin, otobüsle İstanbul’dan dönerken kar yağışı başladı. Sermin, Çanakkale merkeze bilet almıştı (yol 1 saat gibi uzuyor, ancak feribota otobüs içinde biniyorsun). Kar yağmaya başlayınca, Sermin’e telefon açıp otobüsten Gelibolu’da inmesini, yaya olarak feribotla karşıya geçmesini söyledim. Ben de onu Lapseki’de bekledim. Böylece birkaç yüz metre valiz taşımış oldu, ama neredeyse 1 saat erkenden eve ulaştık. Eve girdikten yarım saat sonra kar yağışı göz gözü görmez şekilde arttı.

Geçen yıl Sermin’i terim yerindeyse sokaklardan ucu ucuna toplamıştım, bu yılın kar yağışları ise gene son saatlerde  covit aşısı olmamıza izin verdi.

Çanakkale’ye yağan yılın ilk karından hemen önce ilk aşımı oldum. Birkaç saat sonra kar yolları kapattı.

Benim aşı olmam sadece benimle ilgili olmadı hane halkının da aşı ile ilgili endişelerini ortadan kaldırdı. Aşı yapma sıralama listesini incelediğimde ablalarım yaşları dolayısıyla ilk guruba giriyorlar, ancak ben riski en düşük gurupta yer alıyordum.

Aşı konusunda bir sürü varsayımlar ortaya atılmış ve insanlarda önemli ölçüde bir aşı karşıtlığı hatta korkusu yerleşmişti. Benim ablalarımdan biri televizyona, diğeri de telefonuna yani internete yapışık yaşadıkları için bu dezenformasyondan etkilenmiş olabilirlerdi. Aşıların yapılmaya başlandığı gün, Nermin’i karşıma alıp, aşı sırasının onlara erkenden geleceğini, bana ise muhtemelen gelmeyeceğini, belki sonradan ücretli aşı olacağımı anlatmaya çalışmıştım. Fakat o gün  ‘ben  hemen aşı olmayacağım, önce birileri olsun,  yan etkileri  göreceğim, sonra düşüneceğim’ diyerek, itiraz etti.  

İşin tuhaf tarafı, o gün önce bana aşı hakkı çıktı, ertesi sabah gidip aşımı oldum. Daha 12 saat önce ben öyle aşı olmam diyen ablam bu andan itibaren, en keskin aşı taraftarı halini aldı. Bu günden sonra da her gün kendine ne zaman sıra geleceğini düşünerek endişelendi. Her gün defalarca ‘ölme eşeğim ölme yaz gelince yonca bitecek de yiyeceksin’ diyerek sabırsızlığını dile getirdi.

Sağlık çalışanlarından hemen sonra, yaş guruplarına göre aşı yapılmaya başlandı. Nermin 70 üzeri olduğundan, onun aşısı istesek evde yapılabilecekti, aynı anda evde 65 yaş üzeri kişiler varsa onlar da aşı olacaktı. Önce bu seçeneği düşündük. Sonra 70 ve 65 yaş üzerine bir gün ara ile aşı sırası verileceğini öğrendik, bu durumda ikisine aynı anda hastaneden randevu almayı daha uygun bulduk. Tam benim ikinci aşı zamanım gelmeden 2 gün önce Nermin’in, bir gün önce de Sermin’in yaş gurubuna aşı hakkı çıktı.  Böylece benim ikinci dozumla birlikte onlar da ilk dozlarını yaptırmış oldular.

Meteoroloji uyarılarına göre cumartesi gününden sonra, en az 9/10 gün evden çıkamayacağımızı biliyorduk.  Aşılarımızı olduktan birkaç saat sonra da kar başladı, günlerdir köyden inemiyoruz.

Kar, bu yıl da bize nezaket gösterdi, dışarıdaki işlerimizi bitirmeden yağmaya başlamadı.

SÜREKLİ EVDE KALMAYA KARŞI GELİŞTİRDİĞİM HAYATTA KALMA ÇANTAM (BAGAJIM), SANAL DÜNYAYI YA DA BASİT ANI TETİKLEYİCİLERİNİ KULLANARAK İYİ VAKİT GEÇİRME ÖNERİLERİM

Kuzenlerimden biri 11 Şubat doğumludur, geçen yıl 60 yaşına bastı ve sanki bir daha uzun süre görüşemeyeceğimiz içine doğmuş gibi, geniş ailesini ve yakın arkadaşlarını toplayarak, güzel bir kutlama yaptı. (Kuzenimin resmi doğum günü 12 Şubat, gerçekte 11 Şubat doğumlu olduğunu birkaç yıl önce tesadüfen fark ettik.)

O tarihte en büyük derdim, ‘acaba kar yağar, köyün yolları kapanır da gitmeme engel mi olur’ idi. Neyse ki havalar bana engel olmadı ve ben İstanbul’a, o toplantıya gittim. Ailenin Basa tarafının çoğunu, yıllardan beri görmediklerim dahil,  görmüş ve çok eğlenmiştim.

Fırsattan istifade onu da görmek için Gülçin’in evinde kalmıştım, bir akşam da bir kaç arkadaş Gülçin’in evinde güzel bir yemek yemiştik. Eve döneceğim sabah, Gülçin kendi işe giderken beni uyandırmaya kıyamamıştı. Köpeği Alya, benim de evden gideceğimi ve yalnız kalacağını anlayınca çok üzülmüştü. Hayvan o kadar acıklı bakınca onunla uzunca vedalaşıp öyle çıkmıştım. Gemlik’ten İstanbul’a giderken Gülçin’e götürmek için, dönerken de kendimiz için zeytin almıştım. Yol boyu Türk sanat müziği çalan bir kanalı açmış, bağıra çağıra eşlik etmeye çalışmıştım.

Bütün bunları çok net hatırlıyorum, çünkü bu geziden sonra, tam bir yıldır aralıksız her gece aynı evdeyim.

Düşününce, hayatım boyunca hiç bu kadar uzun süre aralıksız, hep aynı evde uyumadım. Çocukken okul zamanı kışlık evde olsak da, yaz geldi mi ya Pazar’a, ya da Yıldızlı’ya giderdik. Daha sonra Ankara, Elazığ, Trabzon ve Çanakkale’de yaşadım. Okuldayken yazın eve giderdim, asistanken izinde tatile giderdim, sıkça nöbet tutardım. Daha sonra da gezmelere başladım.

Evet, ev hayatını severim, ama sevdiğin şeylere de mola vermek lazım. Yoksa kabak tadı veriyor.  Normal bir yıl olsa hiç değilse biri yurt dışı olmak üzere en azından 3,4 geziye gitmiş, her ay mutlaka Çanakkale çevresinde günü birlik geziler yapmıştım. Hayatımda ilk defa tam bir yıldan beri her gece aynı evde uyuyup uyanıyorum.

Ben evde otursam, arkadaşlarım gelse gene çekilirdi, ancak dışarıda yemek, ev gezmesi gibi son derece doğal şeyler de tamamen kısıtlı yaşıyoruz. İnsan sağlığı için elzem, arkadaşlık, sohbet,   tokalaşmak, sarılmak gibi ne çok vitamin varmış, eksiklikleri akıl sağlığına hiç de iyi gelmiyormuş, bunu çok net anladım.

Tabii dijital çağda yaşamanın bazı faydaları var. Hepimiz sosyal ağları her zamankinden çok kullanır olduk. Görüntülü konuşmalar, toplantılar, eğitimler hemen hayatımızın vaz geçilmezleri halini aldı.

Mesela bizim bir gurubumuz var, haftada bir gün somatik farkındalık çalışması yapıp, bir gün de felsefi sohbet yapıyoruz. Arkadaşlarla herhangi bir formatı olmayan serbest akışkan bir sohbetin yerini tutmuyor elbette. Geçenlerde, bir akşam herkes kendi evinde içkisini, çayını eline aldı ve sanal ortamda bildiğiniz kadın günü yaptık.  Yakında benzer bir sanal sohbet gününü tekrarlamayı düşünüyoruz.

Benim kuzenlerimden biri Lozan’da yaşıyor. Çoğu akademisyen, ya da alanında dünya çapında bilim insanı, gayet elit, geniş  bir arkadaş gurupları var. Normal zamanlarda birkaç ayda bir Fransa’ya geçer, bir hafta sonunu Burgonya vadisinde şarap tadımı ve alımı yaparak, Michelin yıldızlı lokantalarda yiyerek geçirirler. Zaten sürekli gittikleri lokantaların pek çoğu da Michelin yıldızlı, butik mekanlar. (Bizi götürdüğü yerlerde ne yediğimizi tabağımıza bakarak değil de ancak söyledikleri zaman anlayabildik.)

Tabii ekibinin hepsi de bilgisayar dehası. Bunlar aylardan beri bir araya gelemiyorlar ya, şöyle bir çözüm bulmuşlar, mesela bu hafta ben arkadaşlarımı yemeğe davet ediyorum. Belli bir akşam kararlaştırıyoruz. Sonra bildiğim ve hepimizin sevdiği lokantadaki  aşçıyla ne yapabileceği konusunda anlaşıyorum. Arkadaşlarımın yemek zevkini bildiğim için eğer daha önce denediğimiz yemekler önermişse hemen, eğer aşçı çok farklı bir seçenek sunmuşsa, arkadaşlarla menüde mutabık kaldıktan sonra ısmarlıyorum.   

Sonra aynı menüden her bir arkadaşın evine kaç kişilerse o kadar kişi için yemek geliyor. Her bir evde gayet şık bir sofra kuruluyor, yemekler sofrada, büyük boy televizyonlar sofraları görecek şekilde ayarlanmış oluyor,  telekonferans  başlatıyorlar, herkes kendi evinde, ama aynı sofrayı paylaşırmışçasına, aynı yemekleri yiyerek, saatlerce sohbet edip, güzel vakit geçiriyor.

Bu yöntem o kadar hoşlarına gitmiş ki sıkça birbirlerini yemeğe davet ediyorlar. Yemekten sonra alkollü araba kullanmak derdi de olmadığından bu yöntemi belki ileride de devam ettirirler.

Bu kadar organize olmayan şekli de işe yarıyor. Bizim yaptığımız gibi sadece çay, çörek  ve sohbet daveti  de yeterli oluyor.

Tabii eğer imkan varsa kendi adıma açık havada bir şeyler yapmayı tercih ederim. Dışarıda da mümkünse insanların az olduğu alanlarda zaman geçirmek gerek. Arabama deprem sırasında kullanılmak üzere hayatta kalma çantası hazırlar gibi ‘tesis olmayan yerlerde’ hayatta kalma bagajı hazırladım.  Arabamda rejisör koltukları, kamp masası,  küçük bir çadır,  yoga matları gibi bir sürü eşya var.  Gerekirse, mangal, semaver, termos vb  kolayca eklenebilir.

Çanakkale’de insanlar, her mevsimde boğazın kenarında rejisör koltuklarında oturup çay kahve içmeyi, saatlerce sohbet etmeyi çok seviyorlar. Ben de bunu yapmaya çok özeniyordum.

Gençliğimizde ana karakteri Basri ve Fatoş isimli evli bir çift olan bir çizgi roman vardı. Basri, sürekli olarak hastalanır, başına buz torbası koyar, ayağını sıcak su leğenine sokar, içinde her şey olan kocaman sandviçler yerdi (O zamanlar sandviçlerde çok az şey olurdu, mesela ekmeğe yağ sürer ve zar gibi incecik salatalık dilimi koyarsanız İngilizlerin en meşhur sandviçlerinden birini hazırlamış olursunuz). Böyle bol malzemeli sandviçler benim sözlüğümde Basri sandviçidir.

Asistanlığım sırasında birkaç kez Çorum’daki Hitit şehirlerine günü birlik geziler düzenlemiştik. Bu gezilere genellikle Namdar Uluşahin önayak olurdu.  Aramızda otobüs ve yiyecekler için para toplardık. Ayşegül Tokatlı’nın babası asker olduğu için askeriyenin kantinlerinden alışveriş yapabiliyordu. Kantinden mayonez, peynir, yumurta, salam ve turşu gibi çeşit çeşit sandviç malzemesi alır, dilimlettirirdi. Evinin önünde bir fırın olan arkadaşımız (galiba Namdar) gezi sabahı önceden ısmarladığı baget ekmekleri alır, sıcak sıcak geziye yetiştirirdi.

Herkesin elinde sıcak su termosları olurdu. Kahveler de sanırım şirkettendi. Yola koyulunca biz birkaç kişi en arkadaki koltuklara oturur, herkese yetecek kadar Basri sandviçleri hazırlardık. Her bir sandviç yarım ekmek büyüklüğündeydi, tekrar isteyen olursa yetecek kadar malzeme olurdu.  Bir gezimize kuzenim Tülin de katılmıştı. Önce bu kadar büyük sandviç yenir mi diye düşünüp sonra ikinciyi istemişti. Sonra da hayatımda yediğim en güzel sandviçti demişti. Benim için de termos kahvesi ve o Basri sandviçler muhtemelen bu güne kadar yediğim en lezzetli yemeklerden biridir. Daha da önemlisi gençlik yıllarımın hatırlatıcısıdır.

Birkaç sefer Sermin’le birkaç sandviç, kuru yemiş ve bir termos kahve ve rejisör koltuklarımızı alıp, boğazın tenha bir kıyısında piknik yapmaya kalkıştık. Sermin, her seferinde hevesle geldi, ama  her seferinde çok kısa bir sürede geri dönmek istedi. Bu gün gene pikniğe gittik, ama rüzgar var diye deniz kenarında oturmak istemedi, bir plaj binasının arkasında denize 10 metre mesafede denizi görmeden, kedilerle birlikte sandviç yedik. Artık başıma gelecekleri öğrendim, Sermin’i bir daha pikniğe götürürsem, arabayı manzaralı bir noktaya çekip, araba içinde kahve içireceğim.

Bu gün yoga gurubundaki arkadaşlarla komşu köylerden birinde 5-6 kilometre orman içinde yürüyüş yaptık, yanımızda kurabiyelerimiz kahve termoslarımız, köpek mamalarımız da vardı (Tabii bir de Çanakkale’de hiç olmadık yerlerde karşımıza çıkan savaş kalıntıları).

Hiç olmadı evin balkonunda bile Basri sandviç pikniği yapılabilirim.

Bence herkesin kendi güzel zamanlarını hatırlatan bir şeyler vardır. Termosta kahve, Basri sandviçi gibi sıradan, kolayca ulaşılabilir ‘anı tetikleyici’leri kullanarak güzel zaman geçirmek mümkün.

Bir başka anı tetikleyicim de açık havada çalı çırpı yakıp, Türk kahvesi pişirip içmektir. Bu da otuzlu yaşlarımdaki Karadeniz doğa yürüyüşlerimi hatırlatır. Bu hafta kar yağışı bekleniyor. Bahçede ateş yakıp kahve pişireceğim.

Orman gezisinden
İkinci dünya savaşı sırasında yapılmış bir korugan
Çoban çeşmesi üzerinde mola, korona önlemleri hiç aksatılmıyor

BUNDAN SONRA ADIM ŞERLOK AYŞENUR OLARAK ANILSIN!!!

Sokağa çıkma yasaklarının başlamasının üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Doğal olarak geçtiğimiz yıl boyunca hayatlarımız pek macera yaşamaya uygun değildi. Ancak geçenlerde, ilginç bir hafiyelik macerasıyla geçen, heyecan ve aksiyon dolu, farklı bir gün yaşamayı başardım.

Güneş teyzemin rahmetli eşi Nasuh eniştemin ailesinin, Romanya’nın Dobruca bölgesinden göçmen gelmiş ve Lapseki’ye yerleşmiş olduklarını bütün hayatım boyunca biliyordum. Çünkü enişte, bizim aileye ben daha birkaç aylık bebekken girmişti. Göç ettikleri zaman kendisi 10 yaşındaymış, her şeyi hatırlıyordu, özellikle Tuna Nehrinin kış aylarında donduğunu ve üzerinde kaydıklarını hasretle anlatışı hala kulaklarımdadır. Aktaş olan soyadını mahkeme kararıyla ‘Dobrucalı’ olarak değiştirdiğini ise çok daha sonra öğrendim.

Lapseki’yi de çok severdi ve her yıl mutlaka birkaç hafta Lapseki’de yaşayan kız kardeşlerini ziyaret ederdi. Hatta baypas ameliyatı olacağı zaman, kendine Lapseki’de bir mezar yeri almıştı.

Ben bildim bileli her zaman sonradan metabolik sendrom olduğuna karar verdiğim hastalıkları vardı. Diabet hariç metabolik sendromun bütün belirti ve hastalıklarını yaşadı. Aşırı kilolu olmadığı halde, safra taşı, gut, koroner kalp hastalığı, dislipidemi ve son yıllarında da tekrarlayan felçler geçirdi.  

Çanakkale’de yerleştikten sonra bu şehrin tarihinde mübadelenin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu anladım; tanıştığım ve buranın yerlisi olan hemen her ailenin tarihinde göçmenlik var.

Eniştemin ailesi de Dobruca bölgesinden göçmen gelmişler. Köyleri Tuna nehri kıyılarında, Tutrakan denilen bir bölgede bulunuyor. Bu bölge tam  sınırda olduğundan birkaç kez Romanya ile Bulgaristan arasında el değiştirmiş, son olarak Bulgaristan sınırları içerisinde kalmış. Yani eniştem Romanya’da doğduğu halde eğer Türkiye’ye göçmemiş olsalardı, Bulgaristan vatandaşı olarak yaşayacaktı.

Eniştemiz, işine çok bağlı ve çok disiplinli bir hakimdi. Gezmeyi, yemeyi ve hayatı da çok severdi ancak bütün enerjisini işinden aldığı için sanırım, emekli olduğu sene sağlığı çok kısa sürede iyice bozuldu.

Emekli olup da sağlığı iyice bozulunca artık ölmeden önce doğduğu yerleri tekrar görmeyi her zamankinden çok istiyordu. Neyse ki doğduğu toprakları bir kez daha görebildi, bu gidişinde benim da katkım olduğu için çok memnunum.

Hastaneye yatışlarından birinde eniştemi, Bulgaristan uyruklu 2 kız öğrencimle tanıştırmıştım. Sadece onlarla tanışmak bile eniştemi çok heyecanlandırmıştı. Sonra bu öğrencilerden birinin babası enişteme davet mektubu göndermiş, böylece vize almış ve öğrencimle birlikte Bulgaristan’a gitmiş, doğduğu toprakları ziyaret etmişti. Geri döndüğü zaman son derece mutluydu. Doğduğu köyde artık kimse yaşamıyordu ve evleri de yıkılmıştı, ancak çevrede bir hayli yeri hatırlamış ve çocukluğunun anılarını canlandırabilmişti.

Geçen gün kızı Sibel’in, bazı işlemler için babasının doğduğu köyün adına ihtiyacı olmuştu. Soy kütüğünü aramış, ailenin tarihi göçmen belgesine ulaştığı halde babasının doğduğu köyün adına ulaşamamıştı.

Bana babasını Bulgaristan’a götüren öğrencilerin köyün adını bileceğini, o çocukları bulmak istediğini söyledi. Ben de isimleri hatırlamadığımı ancak öğrenci işlerinden yabancı uyruklu öğrencilerin listesinin bulunabileceğini söyledim. Bundan sonra Orhan (Sibel’in eşi, KTÜ’de halen öğretim üyesi) öğrenci işlerine gitti ama sekreterler bu kadar az bilgiyle kızların bulunamayacağını söylemişler.

Bundan sonra, Sibel, sen burada olacaktın ki diyerek bana damardan gaz verdiği için, benim hafiyelik mesaim başladı.

Eğitim komisyonunda uzun yıllar çalıştığım ve hatta yabancı uyruklu öğrencilerin yatay geçişlerini birkaç yıl ben yaptığım için, Makedonya’dan, Pakistan’dan bile öğrencilerimiz olduğunu, ancak Bulgaristan uyruklu çok fazla öğrencimiz olmadığını biliyordum.

Orhan sekreterlerden olumlu bir sonuç alamayınca, watsap guruplarımdaki arkadaşlarıma kimden yardım isteyebileceğimi sordum. Çünkü arkadaşlarımın çoğu da benim gibi eğitimle çok ilgilidir. Biri üniversitenin öğrenci işleri başkanına sormamı istedi. Bu fikir daha önce neden aklıma gelmemişti bilmiyorum ama duyunca çok aklıma yattı.

KTÜ’nün öğrenci işleri başkanı benim liseden yakın bir arkadaşım, Gülay’ın kocası, üstelik de hemşerimdir. Gülay, sadece lise arkadaşım değildir, ben Hacettepe tıpta okurken eş zamanlı olarak, aynı kampüste,  hemşirelikte okudu, sonra da KTÜ’de anatomide öğretim üyesi oldu, yani arkadaşlığımız çok uzun yıllara dayanır. Çocukları küçükken onların hastalıklarında, şimdi torunuyla ilgili bir problem olunca beni arar.

Başka bir ortak noktamız da Eren’imiz. Daha önceki bir yazımda Eren’in ailesine kavuşması sürecindeki rolümü anlatmıştım. İşte bu aile Gülay’ın lojmanda kapı komşusuydu. Eren de Gülay’la Adnan’ın ilk torunları sayılır, ortak bir torunumuz var desem yalan olmaz.

Sonuç olarak, Adnan Beyin, benim ricamı kırmayacağını ve kendi işinden bile daha önde tutacağını biliyordum. Tabii ki, inceleyeceği listeleri kısıtlayabilmek için, eniştemin yatış yılını tahmin etmeye çalıştım. Eniştem de o kadar çok hastanede yatmış ki, dosyasını çıkartsak bile hangi yatışında kızlarla tanıştırdığımı bulmak çok kolay olmayacaktı.

Zora girince, benim biraz aykırı bir işleyişi olan hafızam iş başı yaptı, aklıma bazı görseller doluştu. Eniştenin o yatışında, Ege’nin dedesine yaptığı bir resmi hastane odasına astığımızı hatırladım. Henüz okula gitmediği için resmi çizmiş ve dedesine yazmak istediği mesajı aklını kullanarak yazmıştı. Okuma yazma bilmediği için de yazmak istediklerini bakıcısı Dilek’e söyleyip önce ona yazdırmış, sonra da yazılanlara bakarak mesajını kendi eliyle yazmayı başarmıştı.

Enişte, o kadar çok hastaneye yatmıştı ki ancak bu resmi hatırlayınca Ege’nin kaç yaşında olabileceğinden yola çıktım. Sonra söz konusu  öğrencilerin o tarihte pediatri stajından geçmiş oldukları için, dönem 4, 5 ya da 6’da olması gerektiğini düşünerek, araştıracağımız tarihi birkaç yıllık bir zaman dilimine indirgeyebildim. Böylece, Adnan Beye kabaca 3-4 yıllık bir zaman dilimi verdim.  

Bundan sonra işler çorap söküğü gibi geldi, sadece yarım saat sonra aradığım 2 öğrencinin isimleri, kimlik numaralarını, resimlerini ve mezuniyet yıllarını bana ulaştırdı. Hemen şimdiki telefon numaralarına ulaşabilmek için mezun oldukları yılın öğrenci listesini istedim.

Bir yandan da KTÜ’deki öğretim üyesi olan arkadaşlardan o yılın mezunu olan birilerini bulmalarını istedim. Bizim pediatride bile o yılın bir mezunu varmış, hemen onunla telefonlaştım, tanıdığı bir Bulgaristanlı öğrenci vardı, onların hepsi birbirini tanır, ben ondan araştırır size dönerim dedi. Ancak buna hiç gerek kalmadı.

İki saat içinde 2005 yılının mezun listesi de elime ulaştı. Büyük ihtimalle o yılın mezunlarından tanıdığım birilerini daha bulur, sınıf arkadaşlarını sorar, illa ki kızları tanıyan birine, oradan da kızlara ulaşırım diye düşündüm. Listeye bakar bakmaz çok iyi tanıdığım bir öğrencimin adı gözüme çarptı. Dila, muhtar diye tabir edilen öğrenciler vardır ya hani bütün arkadaşlarını tanıyan, herkesin yerini yurdunu bilen, işte onlardandır. Listede Dila’nın adını görünce kızların nerede olduğunu kesin bilir, en azından okuldayken kimlerle arkadaş olduklarını bana söyleyebilir böylece biraz yol almış olurum diyerek, hemen onu aradım.

Dila’ya ‘sizin sınıfta Bulgaristan uyruklu iki kız öğrenci vardı, onlara ulaşmam lazım’ der demez ‘evet Aylin ve Hatice, bende telefon numaraları var’ dedi. İnanılır gibi değil ama Hatice zaten Dilayla, aynı iş yerinde, diğeri ise İstanbul’da çalışıyordu. Her ikisi de Türkiye’de kalmışlar ve evlenmişlerdi. Eniştemi Bulgaristan’a götüren İstanbul’da çalışan Aylin’di. Hemen telefon numarasını da gönderdi ve böylece toplamda 3-4 saatin içerisinde Aylin’le konuşup, eniştemin doğduğu köyün adına ulaştım.

Pojarevo imiş. Bundan sonra Sibel, ailesi Bulgaristan göçmeni olan bir arkadaşına sorarak, köyün adının birkaç kez değiştirildiğini sonra da köyün tamamen kaldırıldığını öğrendi. Ama bu kadar bilgi ona yetecek.

Hem bir birinin aynısı geçen günler içinde oldukça heyecanlı bir gün yaşamış oldum, hem de bir türlü bulunamayan bilgiye birkaç saat içerisinde ulaşınca kendimi bayağı havalı hissettim. Bu öğrencileri bulabileceğime dair, (Sibel hariç ve tabii ben) kimsede pek umut yoktu.

Dedesinin köyünü bulduktan sonra, Nil’e avukatlık bürolarında dedektife ihtiyaçları varsa iş tekliflerine açık olduğumu söyledim.

Evet şansım çok yaver gitti ama, birkaç kez ülke ve isim değiştirmiş ve sonunda yeryüzünden silinmiş bir köyün adını birkaç saatte bulmuş oldum. Daha ne olsun?

Show Buttons
Hide Buttons