Esseniler MÖ 500 yıllarından itibaren var oldukları söylenen bir Yahudi tarikatidir. Bazıları Vaftizci Yahya ve İsa peygamber de bu tarikatin üyesi olduğunu düşünürler, ancak bu konu genel olarak kabul görmez.
Bu tarikatin üyeleri dünya nimetlerinden uzak yaşayan, kendilerini dinsel yaşama adamış mistiklerdi. Kendi içlerine kapalı olarak yaşıyor, kendilerine yetecek kadar çiftçilik yapıyor, bekar kalmaya özen gösteriyor ve günün büyük bir kısmında inziva dini kurallara uygun yaşıyorlardı.
Ben mecburi hizmete başladıktan birkaç ay sonra, Elazığ’a genç bir vali atandı. Eğer yanılmıyorsam, adamın ilk valilik göreviydi, daha önce Pazar’da kaymakamlık yapmıştı, dolayısı ile teyzem Mualla Telatar ile tanışıyorlardı.
Ben Elazığ’a gittiğimde tanıdığım hiç kimse yoktu, ama ayağımı sürtmüş olmalıyım. Benden birkaç ay sonra sınıf arkadaşım Hikmet Ceran geldi. Şimdi de ailemin tanıdığı vali geldi. Eh ballıyım.
Geçen şubat ayında Vietnam Laos Kamboçya turu yapmış ve tur dönüşü izlenimlerimi bloğumda paylaşmıştım.
Kuzey ekspres gazetesinde bu yazıları gazetelerinde yayınlamak üzere teklif geldi. Ben de kabul ettim. Böylece bu turun izlenimleri tam 4 gün boyunca tam sayfa yayınlandı.
Bundan sonra 4 gün boyunca da Genç hekimler öğütler isimli yazı dizim köşe yazısı olarak yayınlandı.
Geçenlerde genç eczacı arkadaşım Cansın Gelişli huşu içerisinde, ne kadar güzel ve kutsal bir mesleğiniz var diyerek, son uçuş anısını anlattı. Bu uçuşta yolculardan biri hastalanınca ‘’uçakta bir doktor var mı’’ diye anons etmişler. Cansın kendisi de ilk yardım sertifikası almış, fakat yenilememiş olduğu için tereddüt etmiş, gene de doktor bulunmazsa ortaya çıkarım diye düşünmüş. Neyse ki genç bir kadın doktor olduğunu söyleyerek, hastaya müdahale etmiş. Hasta kadıncağız bir cenaze için yolculuk yapıyormuş ve uçuş sırasında tansiyonu düşmüş. Doktor hastayı birkaç koltuğa birden yatırmış, damar yolu açarak mayi takmış ve yol boyunca da hasta ile konuşarak ona moral vermiş.
Her gün ‘’nasıl bir insan bunu yapabilir’’ dediğimiz olaylar yaşıyoruz. Sonra olayları her kesin nasıl da farklı yorumladığını görüyoruz. Nasıl olur da aynı olaya, aynı gerçekliğe bakan insanların bu kadar farklı algılayabildiklerine şaşmamak mümkün olmuyor.
Bu gün bazı kelimelerin sözlük anlamlarına baktım.
Gerçek kelimesi ‘’bir durum, bir nesne veya nitelik olarak var olan, varlığı inkar edilemeyen, olgu durumunda olan, hakiki (fizik çevrede var olan her şey)’’, ‘’asıl, esas, temel (gerçek memleketim Rize)’’, ‘’düşünülen, tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak var olan (iklim ısınması gerçek bir sorun)’’, ‘’bilinçten, istekten bağımsız olarak var olan (ne yazık ki savaşlar gerçek)’’ anlamlarına geliyor.
Hakikat kelimesi ise aşağı yukarı eş anlamlı Arapça kökenli bir kelime, ancak ‘’sadakat (hakikatli insandır)’’ anlamı da var. Felsefi olarak ise benim ‘’sanal gerçeklik’’ dediğim şeyi, yani ‘’gerçeği kişinin algılayışı’’ anlamı ile de kullanılıyor.
Sanal kelimesi ise matematik biliminde kullanılışı hariç ‘’gerçekte olmayıp, zihinde tasarlanan’’ anlamına geliyor.
Akıl ya da us kelimesi esas olarak ‘’kavram oluşturma ve bunlara göre hükmetme kapasitesi’’ anlamına geliyor. Bu ana anlam yanı sıra ‘’düşünme, anlama ve kavrama gücü (akıl yaşta değil baştadır)’’, ‘’hafıza, bellek ( o gün olan biten her şey hala aklımda) ’’, ‘’tedbirli ( uslu bir çocuk ol) ’’ anlamları taşıyor.
Zihin ise öznel olarak farkında olunan ve beynin düşünme, akıl yürütme, algılama, istek ve inancı kapsayan töz (cevher) olarak tanımlanıyor. Zihin kelimesinin günlük hayatta kullanımı ‘’kafamızın içerisinde dolaşan düşünceler, kendi kendimize yürüttüğümüz konuşmalar’’ anlamındadır. Bu açıdan bakınca zihin faaliyetlerimiz başkaları tarafından sadece bizim aktardığımız kısmı bilinen en özel, en bize ait alanımızdır.
Her insanın yaşam deneyimleri, eğitimi, içinde bulunduğu doğal ve sosyal çevre bir birinden farklı olduğu için ‘’kavram oluşturma ve bunlara göre hükmetme kapasitesi’’ bir birinden farklı.
Her insanın algı kapasitesi, akıl yürütme şekli, istek ve inançları doğrultusunda ‘’kafasının içerisinde dolaşan düşünceler, kendi kendine yürüttüğü konuşmalar’’ da bir birinden farklı.
Şu da bir gerçek ki kişinin kendi donanımı, düşünme kapasitesi, konu ile ilgili bilgisi ne kadar azsa, zihni dışarıdan gelen etkilere de o kadar açık oluyor. Bir de insanoğlunun ‘’aidiyet’’ duygusu düşünülünce bir toplumsal öğreti (ideoloji) doğru ya da yanlış, etik ya da değil, kolaylıkla taraftar toplayabiliyor.
Her ‘’gerçek’’, her insanın zihninde değişime uğrayıp, kendine özgü bir ‘’sanal gerçeklik’’ içerisinde algılanıyor. Ve ne yazık ki ‘’İnsan zihni, çoğu zaman şeytanın çalışma odası’’ gibi işliyor.
Ben hayatımın büyük bölümünü Trabzon’da geçirdim. Bütün diziler Karadeniz şivesi taklit etmeye çalışıyor ama nafile. Uğur Yücel dışında pek becereni görmedim. Elbette bir de Karadeniz kökenli sanatçılar beceriyor, onlar da abartmaya çalışmayınca. Burada her ilçenin şivesi farklıdır, biri konuşmaya başladı mı hangi ilçeden geldiği hemen belli olur. Ben Rize Pazar’lıyım, doğal olarak bizim evde Rize şivesi hakim, Trabzon’da yaşarken benim konuşmam onlara farklı geliyor, karşılık olarak ben de Trabzon’luların şivesi ile dalga geçiyorum.
Geçenlerde çok ilginç bir tesadüfü fark ettim. Yirmi dört şubat 1918’de Trabzon’un Rus işgalinden kurtulmuştur, bu nedenle Trabzon’da yaşayan her kes 24 şubat tarihini bilir. Ancak bu sene 24 şubat tarihinin aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti 1961 Anayasa’sını hazırlayan komisyonun üyesi ve katibi olan Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ölüm yıl dönümü olduğunu fark ettim.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun kişisel tarihinin dönüm günlerinden birinin Trabzon tarihinin dönüm günlerinden birine denk gelmesini fark etmem bana pek çok şey düşündürdü.
Bizim okuduğumuz yıllarda şehirlerde inanılmaz bir terör sarmalı vardı. Her gün sokaklarda insanlar öldürülüyordu. Artık bu cinayetler, o kadar alışıldık bir hal almıştı ki, haber değerini bile kaybetmişti. Öldürülen insanların sayıları günde 20-35 arasında değişmeye başlamıştı. Hal böyle iken, insanlar iş çıkışı yel yepelek yelken kürek otobüs duraklarına koşar ve alelacele evlerine kapanır, kapılarını da sıkı sıkıya kilitlerdi. Akşam 5.30-6.00’ dan sonra sokaklarda değil herhangi bir insan, bir taksi, hatta sokak hayvanı bile görmek mümkün olmazdı.
Bu şartlarda 12/eylül/1980 ihtilali olmuştu. Evet bu dönemde bir çok demokrasi ihlalleri oldu, ama şurası da bir gerçek ki, sokak cinayetleri de birden bire son buldu.
Sanırım 1981 yılının mayıs ya da haziran ayı idi. Bir gurup arkadaş toplanıp sinemaya mı gittik ne yaptık tam hatırlamıyorum, ama akşam saat 9.00-9.30 civarında yurda dönüyorum, yanımda da bana eşlik etmek üzere bir erkek arkadaşım var.
İhtilalin üzerinden aylar geçmiş ve erken sayılabilecek bir saatte, üstelik de Kızılay’ın göbeğinde yürüyor olmamıza rağmen sokaklar bomboştu. Hala insanlar geç saatlere kadar dışarıda kalmayı göre alamıyordu. Ben de bir an önce yurda gitmek istiyorum, arkadaşıma hadi geç oldu, hızlıca yürüyelim, üstelik sen bir de beni bıraktıktan sonra bomboş sokaklarda yalnız kalacaksın diyorum. Ama arkadaşım nedense hiç acele etmiyor, belki de bana inat gittikçe daha yavaş yürüyor, konuştukça konuşuyor. Halısı kelam, bir türlü yol alamıyoruz. Hiç sabırlı bir insan değilimdir, normalde 3 adım atacağım sürede 1 adım yürüyoruz, ben de bunaldıkça bunalıyorum. Koca cadde sadece insanlardan ıssız değil, arabalar bile tek tük geçiyor. Açıkçası ürküyorum.
Derken bir anda, o bomboş caddede yanımızdan ölümcül bir hızla ilerleyen bir taksi belirdi ve bizim sadece 3-4 metre önümüzde, lastiklerini yaka yaka ani bir fren yaptı. Arabanın durmasıyla, arka sağ kapının menteşelerinden koparcasına sonuna kadar açılması bir oldu.
Bundan sonra olanlar ise şu anda bile, film şeridi gibi gözlerimin önündedir.
Arabadan önce, ön kısmı tek bir banttan ibaret, bilekten incecik bir bantla bağlı, son derece yüksek topuklu, beyaz ve içinde muhtemelen 45 numara bir ayak olan bir ayakkabı çıktı. Ve sertçe asfalta bastı. Arkasından upuzun kaslı bir bacak çıktı. Son olarak da en az 1.80 boyunda, geniş omuzlu, sarı kısa peruklu, beyaz elbise giymiş bir kadın/ adam çıktı. Adamın giydiği elbise ve ayakkabısı Marlyn Monreo’ nun meşhur boyundan bağlı, uçuşan etekli elbise ve ayakkabısının aynısı.
O sıralar henüz Ankara sokaklarında travestilere pek alışık değiliz. Biz daha ne olduğunu anlayamadan, arabadan inen adam, o ince topukları üzerinde doğruldu ve eteklerinin ön kısmını kaldırıp, mevcutları şoförün gördüğünden iyice emin oldu. Ardından da bas bariton bir sesle sıkı bir tehdit savurdu. Söylediklerinden anladığım kadarı ile şoför ona uygunsuz bir teklifte bulunmuştu, bizimki de sinirlenip, şoförü kendisi ve bütün sülalesi dahil olmak üzere aynı teklifle onurlandırmıştı(!). Sözü bitince de kapıyı gene kırarcasına çarparak kapattı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi, küçük çantasını koltuğunun altına sıkıştırıp, o ince topuklar üzerinde, çevik adımlarla, ama güzelce kırıtmayı da ihmal etmeden, önümüzden hızla uzaklaştı.
Bu olay nedense yanımdaki arkadaşımı pek utandırdı, o andan itibaren o şen sesi kesildi, koşar adım, bir nefeste beni yurda bıraktı. O günden sonra da bir daha yüzüme bakamadı.
Bütün bu etek sahnesi muhtemelen en çok 1-2 dakika sürmüştür, ama hiç unutamam, aklıma geldikçe gülerim.
Hayat boyu unutulmaz ve sizden başka hiç kimsede olamayacak bir hediye aldınız mı hiç? Ben aldım. KTÜ Halk Sağlığı Profesörü Dr Gamze Çan ( Tam benlik bir kız, hem Çayeli kızı, hem Çanakkale gelini, hem üretken, hem komik, hem de açık zihinli, olabilecek en iyi kombinasyonda bir bütünlük yani) bir gün düşünmüş ve Prof Dr Yavuz Özoran Hocamıza emekli olunca verilirse hocanın aşırı duygulanacağını tahmin ettiği için emeklilik öncesinde değerli bir hediye yapmak istemiş. Sonra da arkadaş çevresinde ‘’çok gizli bir proje’’ diye mailler atarak herkesi olaya dahil etmek istemiş, ama hiç kimseden cevap alamamış. Sonradan anlaşıldığına göre o sıralar ‘Ergenekon Davası’ ön planda, her gün gazeteler, televizyonlar, gece baskınları, gözaltına almalar filan yazıyor, hatta bizim fakülteden bile bir arkadaş alındı, bir hafta filan sorgulandıktan sonra bırakıldı, yok cep telefonları dinleniyor, yok insanlara sanal tuzaklar kuruluyor söylenceleri ayyuka çıkmış, işte böyle bir ortamda bizim Gamze Yavuz Hocaya sürpriz hazırlamaya çalışıyor, ancak ‘’gizli proje’’ açıklamasını gören herkes oyuna geldiğini düşünüp maili açmadan siliyor. Gamze niye mailime cevap yazmadınız diye telefonla insanlara ulaşınca iş meydana çıkıyor. Her neyse işte Gamzenin o projesinin adı ‘Su gibi’ idi. Herkes Yavuz hoca ile ilgili bir anısını yazdı, daha sonra bunları kitap halinde bastırdılar. Sonra patolojinin salonunda hazırlanan bir törenle (hatta törene Yavuz Hocanın oğlu Emre de İstanbul’dan gelmişti) kitabı hocaya sunduk. Güya olacakları hocaya söylemeyip sürpriz yapacaktık, ama duydu bir şekilde, o da bize ikramlarda bulundu, hatta yıl başı olduğu için ufak hediyeler verdi. Bütün töreni Ali Çan (Gamzenin eşi, anatomide hoca) videoya çekerek CD yaptı.
İşte bu projelerden ikincisini bana yaptılar. Gamzenin aklına bu sefer ‘Benim İçin Donat’’ projesi gelmiş. Ali limon kasalarından küçük ve muhteşem şeyler yapar. Hatta limon sandıklarından yaptığı minyatür eşyalarla sergi bile açmışlığı vardır. Benim için donat projesine de 20 adet tahta minyatür sandalye yaptı. Sadece bu sandalyeler bile görülmeye değer, inanılmaz bir emek ve zerafet var üzerlerinde. Sonra bu sandalyeleri tek tek arkadaşlarıma dağıttılar ve beni düşünerek o sandalyeleri donatmalarını istediler. Bu sefer ben kendim de projeyi bildiğimden bir sandalye de kendime donattım.
Sonra yine Yavuz hocanınkine benzer bir törenle sandalyeleri bana verdiler. Törende anlaşıldığı kadarı ile herkes birbirinden habersiz ancak hepsinin de ciddi ciddi beni düşünerek donattığı çok açık oldu. Çünkü hemen herkes benzer özelliklerimi vurgulamış; özgürlük, gezme isteği, doğa sevgisi, kahve keyfi, spritüellik, bilgiye açlık, şifacılık, liderlik, aile değerleri, hobilerde çeşitlilik vb. Üstelik de inanılmaz güzellikte döşenmiş her biri. Aşağıda bana söylenenleri kişilerin ağzından özetledim.
Ali bu töreni de kayda alarak CD’sini yaptı. Bir de sandalyeleri muhafaza edecek dolap yaparak bana hediye ettiler. Daha sonra bu dolabı tekrar gözden geçirmek ve kopan yerlerini yapıştırmak için Ali ve Gamze benim evime geldiler. Evimde biblo olarak seramik bir Nuhun gemisi var. Bundan yola çıkarak Prof Dr Sevgi Bahadır için ‘’Sevginin Gemisi’’ni yaptık. Benzer töreni ona da düzenledik.
Kimin var böyle bir hediyesi? Kendimi böyle yaratıcı arkadaşlara sahip olduğum ve bu arkadaşlara böyle ilham verebilmiş olduğum için kutsanmış hissediyorum.
Elazığ’a gideli daha bir ay olmuş ya da olmamıştı, Hikmet Ceren Elazığ’a askere geldi. Hikmet hem bütün tıp fakültesi hem de asistanlık boyunca birlikte çalıştığım bir arkadaşımdır, aslında aynı gün mecburi hizmet kurası çekmiştik ve ben Fırat Üniversitesi’ni (Elazığ) çekerken o da Bingöl ya da Bitlis gibi bir yeri çekmişti. Bu kuradan sonra da önce askere gitmeye karar vermiş, acemiliğini geçirdikten sonra Elazığ’a tayin olmuştu. Onun gelmesi bana inanılmaz bir güven duygusu aşıladı. Tabii ki hemen askeri hastanede işe başladı. Ben büyük bir sevinçle arkadaşımın askeri hastaneye geldiğini hastanedeki diğer arkadaşlara anlatınca, bir başka mecburi arkadaşımız da orada çalışan bir sınıf arkadaşı olduğunu anlattı. Hepimiz kendimizi çok gariban ve yalnız hissettiğimiz için bir öğlen vakti askeri hastaneye gidip oradaki doktorlarla tanışmaya karar verdik. Fazla da zaman kaybetmeden bir gün, öğlen tatilinde, arabalarımıza doluşup askeri hastaneye gittik. Önceden haber verdiğimiz için bizi bahçede karşıladılar, biz 8-10 kişi idik, onlar belki biraz daha kalabalık idiler. Bahçedeki çardakta çay içip çok güzel bir yarım saat geçirdik, buluşmaya devam kararı alıp işimize döndük. Bu buluşma askeri hastanede bir heyecan dalgası yarattı, her kes bizi görmek için bahçeye geldi, hemşireler, doktorlar, çalışanlar belki 50 kişi ile tanıştık.
Bu kalabalıkta en çok aklımızda kalan Avni adında bir teğmen oldu. Son derece sempatik, konuşkan, esprili bir insandı, bizi gülmekten kırdı geçirdi. Toplantıya birkaç dakika geç kalmıştı ve bize yetişmek için araba ile gelmişti, arabasını da hemen yanımıza park etmişti. Bu nedenle 06 plakalı, beyaz renkli bir Renault 9 kullandığını biliyorum. Aslında araba modellerini hiç tanımam, hele hele plakadan kimin arabası olduğunu anlamak bana göre hiç değildir. Bu konuda hiçbir zaman başarılı olamadım, ama çok yakın bir zamanda araba almaya niyetli olduğumdan o sıralarda araba modellerine bakıyordum.
Ben Elazığ’a ilk gittiğim zamanlar renkli kıyafetlerim ve modern makyajım ile son derece dikkat çekiyordum. Bu rengarenk halimle bir de Elazığ caddelerinde tabana kuvvet yürürdüm, mümkün olduğu kadar servise binmezdim. Bir gün gene evden çıktım, hızlı hızlı şehre doğru yürüyorum. Evden çıkalı daha 20 metre bile olmamıştı ki önümden 06 plakalı beyaz bir Renault 9 geçti. Acaba Avni mi diye arkasından baktım, Avni de beni fark etmiş olmalı ki 4-5 metre önümde zınk diye durdu ve dikiz aynasından o da beni tanımak için dikkatle baktı. Avni askeri kıyafeti ile şoför koltuğunda oturuyor, yanında da başka bir adam var. Geri geri gelmeye başladılar, ben de ona zahmet olmasın diye hızlıca hatta adeta koşarak arabaya yetiştim ve arka koltuğa atladım. Büyük bir samimiyetle konuşmaya başladık. Şoför koltuğunun baş desteği olduğu için ben Avni’nin sadece askeri kıyafetinin yakasını ve asker traşlı başını profille ense tıraşı arası bir açıdan görüyorum, aslında gördüğüm en net şey asker traşlı bir kafa ve gözlük sapı. Yolcu koltuğundaki adamdan ise hiç ses çıkmıyor, hatta vücut dilinden oldukça utandığını anlıyorum. Elazığ’da erkekler tanımadığı kadınlarla pek de konuşmaya hevesli olmadıklarından adamın halinden hiç şüphelenmedim.
O sıralar henüz Elazığ’ı da tam olarak bilmiyorum, ama işe gidiyorum dedikten sonra kabaca hastane tarafına doğru gidiyoruz, bu kadarından eminim. Hastane yönünde epeyce yol aldıktan sonra, ana yoldan başka bir yola saptık, Avni ‘’buradan da gidebiliriz’’ dediği için hala hiç şüphelenmiyorum. Gittiğimiz yol bir müddet sonra bozulmaya başladı, tam bu sırada Avni sandığım adam kafasını bana doğru çevirip ‘’artık tanışmamızın vakti geldi’’ demesin mi? Aaa baktım yüz başka bir yüz, gözlük başka bir gözlük, kısaca adam Avni değil. Aklımdan bin bir düşünce geçti, hiç bilmediğim bir yerde hiç bilmediğim iki adamla bir arabanın içindeyim, üstelik arabaya koşa koşa atlamışım, bir de adam işler nasıl diye sorduğunda ona ‘’biliyorsun işte bizim işler yorgunluk’’ diye cevap vermişim. Zınk diye dondum. Çığlık atsam, arabaya koşa koşa kendim bindim, histerik kahkahalar atsam, durumum hiç de gülünecek bir hal değil. Adama ‘’ben sizi tanıdığımı düşünmüştüm’’ diye zavallı bir açıklama yaptım. Artık yüz ifadem ne hal aldı ise adam Elazığ’da bol bol bulunan pavyonlarda çalışıp da gündüz gözü ile iş tutmak isteyen bir hayat kadını olmadığımı anında anladı. Üstelik Avni’yi de tanıyordu. Beni hemen bırakmak istediler, ama bulunduğumuz yeri bilmiyordum, böylece beni hastanemi kolayca bulabileceğim bir noktaya getirdiler ‘’tamam burası’’ diyerek kendimi sokağa attım. Ama yolun karşısına geçip de kendi hastaneme ulaştığımda, artık histerik şekilde gülüyordum. Şimdi geri dönüp baktığımda ne büyük bir tehlike atlatmış olduğumu anlıyorum. Hala o dama ‘’BİZİM İŞLER YORGUNLUK’’ dediğime yanarım.