Category Archives: Genel

SESLER, KOKULAR, HAYAT DEVAM EDİYOR

Geçen hafta köyümüzde başlayıp çevremizdeki ormanı büyük ölçüde yakan yangından sonra köyün sesi değişti. Zaten köyün şehre göre çok daha farklı sesi olduğunu ilk günden beri fark etmiştik; şehirli kulağı için önce trafik sesinin yoğunluğunun az olması sessizlik olarak algılanıyor, daha sonra köyün seslerini idrak ediyorsun. Gündüz bizim köyde de hayli trafik sesi vardır, şimdi bir de arı gibi ormancılar, itfaiye çalışıyor, diğer taraftan yanmayan tarlalar hasat ediliyor, yani gündüzleri ciddi trafik var, üstelik sadece karada değil, zaman, zaman helikopter gürültüsü de var.  Buna karşılık yangın neredeyse tamamen söndüğü için geceleri çok faaliyet kalmadı. Böylece özellikle gece seslerinin nasıl değiştiğini fark ettim.

Gece bir ezan sesi gelir, teker, teker geçen araba, traktör sesi gelir. Bunun dışında hayvan sesleri gelir, köyün içinden en çok bol miktarda köpek sesi, zaman zaman inek böğürmesi, kuş sesleri filan gelir. Ormandan ise cırcır böceklerinin cırıltıları, böğürmeler, havlamalar, ulumalar, çok çeşitli kuş sesleri ve ağaçlardan bazen rüzgârın artırdığı uğultular, hışırtılar, dalgalanma sesleri gelir.

Yangından sonraki günlerde etrafımızda insan faaliyeti o kadar çoktu ki, kulaklarımda hep su tankerlerinin, itfaiye araçlarının, ormancıların sesleri vardı. Araçların gece mesaileri azalınca birden bire köyün sesleri geri geldi. Köpekler ve kuşlar dışında ses kalmamış, bütün o uğuldamalar, cıvıltılar yok. Hava günlerdir oldukça durgun, ağaçlardan gelen dalga sesleri de yok. Sadece kuş sesleri geri geldi, onları da eskisine nazaran daha az duyuyorum sanki.

Özellikle cırcır böceklerinin bazen insanı bezdiren korosu ortadan kayboldu (cırcır böceklerinin fazla şarkı söylemesi ormanın yaşlı bir orman olduğunu ve dolayısıyla yangın tehlikesinin arttığını gösteren bir belirtiymiş). Şimdi gecenin içinden cırcır böceklerinin sesi gelmeyince, ormanın sesleri içerisinde ne büyük bir yer tuttuğunu fark ettim. Şu anda pek çok yerde orman yangını var, yangınlardan birine 30 kilometre yakın oturan bir arkadaşımın evini cırcır böcekleri basmış, umarım bizimkiler de bu kadar uzun uçabiliyordur ve kaçmayı başarmışlardır.

Cırcır böcekleri ve kuş sesi olduğunu ayırt ettiğim sesler dışında da ormandan bir sürü ses gelirdi. Sadece çakal sesi çok belirgin bir uluma/çığlık olduğu için aradan fark ederdim. Lazca sadece birkaç kelime biliyorum; onlardan biri de Lipardi, yani çakal, onu da bağıran çocuklara ‘lipardi gibi bağırma’ sözünden biliyordum, geçen ay Sermin’den çakalın lazcası olduğunu öğrendim. Geçen yıl, bir ara bizim bahçeye dadanan bir çakal ailesi bile olmuştu, yani çevrede bolca çakal vardı. Şimdi sesleri kesildi. Etrafta gördüğüm bir sürü yaban hayvanının ne olduğunu merak ediyorum.

Ormanımıza insan eli değmezse kendini kısa sürede yeniler, umarım seneye bütün sesleri geri gelir.

Çevreden gelen kömür kokusu da azaldı. Hayat bizim için normale dönmeye başladı.

ON ALTI TEMMUZ GÜNÜ KÖYÜMÜZDE ÇIKAN BÜYÜK YANGIN; SEBEPLER, YÖNETİM, SONUÇLAR; BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Pazar günü akşam saatlerinde köyümüzde büyük bir yangın çıktı kuvvetli rüzgâr etkisiyle çok geniş bir alana yayıldı, birkaç gün boyunca ulusal medyanın önemli gündem maddelerinden biri haline geldik.

Bu mevsim; buğdayın biçilme, ayıklanma, saman balyalarının yapılma zamanı olduğu için balya makinaları harıl, harıl çalışıyor. Bölgede her zaman balya makinelerinden ufak tefek yangınlar çıkar, çoğu kez köylüler söndürmeyi başarırlar, bazen ormancılar da işin içine karışır. Genel olarak çıkan yangın en çok birkaç tarla, belki de tarlalar arasındaki küçük orman parçacıklarını yakar ve birkaç saatte kontrol altına alınır. Ancak bu boyutlarda bir yangında bile soğutma gerekir, özellikle de işin içine kızılçam ağacı dâhil olmuş ise ağaç içinden yanmaya devam eder, en ufak bir rüzgâr estiğinde yeniden alazlanır. Bizim köyler turistik olmadığı için otel yapımı için tecrübeli ellerle yakılmıyor, ancak bu balya mevsiminde ve bir de köylüler anız yakma işinden asla vaz geçmedikleri için bu mevsim oldukça tehlikeli geçiyor.

Şimdiki büyük yangının sebebi resmi olarak, elektrik trafosuna giren ya da yüksek gerilim hatlarına çarpan bir kuş olarak açıklandı. Bizim memleketteki trafolar maşallah hayvanat bahçesi gibi, giren çıkan hayvan belli olmuyor. Gerçi yangın alanında trafo yok, ama yüksek gerilim hattı var. Kuşlar nereye, nasıl konacaklarını bilmiyorlar demek ki. Elektrik kesintisi oldu ama büyük bir arıza olmadığını biliyorum, çünkü daha önce köyün elektrik trafosuna zarar veren bir yıldırım meselesi vardı, elektriklerin normale dönmesi neredeyse bir yıl sürmüştü. Elektrik kesintisini 24 saatte kaldırdıkları için böyle bir arıza olmadığını biliyorum; bu açıklamaya ne derece inanmalıyım bilemedim.

Aslında bizim çevremiz kızılçam ağaçlarıyla dolu oldukça yaşlı bir orman (gençleştirme çalışmaları devam ediyor), yani yangına çok müsait, gövdedeki salgılarının tutuşmasıyla kendiliğinden bile yangın çıkma ihtimali var. Bu yıl zaten havalar ciddi derecede kurak geçmişti, o günlerde Afrika sıcakları dalgası bastırmıştı, üstüne üstlük aşırı bir rüzgâr vardı. Yani koşullar yangın çıkması ve yayılması için çok elverişliydi. İlk andan itibaren oldukça etkin bir şekilde, havadan, karadan müdahale edilmesine karşın, olumsuz hava koşulları nedeniyle hızlıca geniş bir alana yayıldı.

Bizim köy evler dâhil çok büyük tehlike atlattık, çok maddi hasar var, benim de zeytinliğim tamamen yandı. Bizim köyde de kilometrekarelerce alan yandı, yılan gibi yol bularak yanımızdaki köyün arazisinde bulunan çöplük alanında iyice çığırından çıktı, birçok köye daha bulaştı, eğer bu arada yukarı değil de aşağı doğru ilerleseydi, Çanakkale şehir merkezinde de büyük hasar olacaktı. Yangın alanı 11-12 köyü içine aldı; buğday tarlaları, meyve ağaçları, orman, orman içindeki hayvan barınakları yandı. Ekipler, köylüler büyük fedakârlıkla köy evlerini yanmaktan korumayı başardılar.

İlk gün kontrol altına alınmış olan yangın ertesi gün aniden yellenip, alevlendi, yanan yerleri hem yeniden yaktı, hem de yangın alanını genişletti. Birinci gün hasar görmeyen yerler de ikinci gün yandılar. Benim zeytinlik ilk gün yandı, o gün ev de büyük tehlike atlattı, ama köyün ormanında ikinci gün de çok büyük kayıplar oldu. Yangın yerlerini şimdilik arabayla gezdim, durum gerçekten çok ciddi, hava biraz serinlesin etrafımdaki ormanda yaya gezmek istediğim çok yer var. Orman kendini, bazı alanlar hariç, 2 senede toparlar, asıl mesele orman içindeki ahırların yanmış olması, bunların çoğu anladığım kadarıyla kaçakmış ki, resmi kayıtta hayvan kaybı daha az bildirildi.

Bu kadar öz veriyle ve başarıyla çalışılmış olmasına rağmen, afet yönetiminin sivil olmaması gerektiğini anladım. Kesinlikle bu iş için askeri disiplin gerekiyor, yani görev orduya verilmeli, afet sırasında bütün halk ve kurumlar da ordunun emrinde olmalı. Allah için herkes çok güzel çalıştı, mesela köylü de bütün pullukları, su tankları ile göreve koştu, her bir köylü ayrı noktalarda gözlem görevi yaptılar, ormancılar, itfaiye, hepsi muhteşemdi. Ancak bu boyuttaki işler için çok daha organize ve koordineli çalışma gerekiyor.

Mesela yangın zamanı elektrikleri kestiler, tamam bu çok güzel, ama tehlike geçtikten sonra vali köyü ziyaret edip de elektrikleri yeniden verin demeyi akıl edene kadar elektriksiz kaldık. Bu da dert mi diye düşünmeyin, dert, çünkü sütler makine ile sağılıyor, kesintiye karşın herkeste jeneratör var, bu süreçte bir sürü mazot kullanıldı. Mazota tam bir gün önce gelen büyük zam bir yandan, bu yangın mevsiminde bidon ile mazot satışının yasak olması bir yandan, ciddi sıkıntı oldu. Kesinti biraz daha uzasa jeneratör de kullanamayacaktık, çünkü köyün her iki tarafı geniş şekilde yanan yoluna mazot tankerini sokacaklarını sanmıyorum.

Daha da büyük problem günlerden beridir görevliler çok zor koşullarda nöbet tutuyorlar. Bizim köyler turistik köyler değil, köy merkezinde kahvelerde misafir edildiler, ancak tarla ve orman içlerinde nöbet ekipleri araçlarının gölgelerinde dinlendiler. Ekipler için büyük lojistik destek ve görevlilerin mutlaka vardiya etmesi lazım, bunun için sivilde o kadar insan kaynağı olur mu bilmem. Evet, sivil halk eğitilmeli, afet halinde yapılacakları bilmeli, hiç değilse görev yapanların ayaklarına dolaşmamalı, ama bu boyuttaki afetlerde koordinasyon çok daha disiplinli, emir komuta zinciri içerisinde olmalı, kurumlar arasındaki telefonlaşmalar, haber akışı için resmi ziyaretler vb olmamalı. Zaten afetlerle mücadele etmek vatan savunması değil mi?

Stres anlarında sakin kalmak çok önemli, zaten bu konuda eşsiz bir yeteneğim var, benimle çalışan herkes bunu bilir, bu yeteneğimi bu yangında panikle beni arayanları sakinleştirmemden tekrar hatırladım. Ben sırf derse girdim diye ölümle tehdit edildiğim, yanımdaki arkadaşın kurşunla vurulup yer düştüğünü gördüğüm bir gençlikten büyüdüm. Meslek hayatım boyunca hemen her gün macera filmi çevirircesine yoğun aksiyon ve tehlike içerisinde ani kararlar aldım. Bu güne kadar yaşadığım bu hayat, sezgilerime olan güvenim, uzun yıllardan beridir yapmakta olduğum ruhsal çalışmalar, evrende sonsuz olmadığımızın bilincine teslimiyet, beni tehlike anlarında sakin tutuyor diye düşünüyorum. Sakin kalmak önemli, hem kendim sakin kaldım, hem de çevremdekilerin sakin kalabilmelerine destek oldum. Köyde sinir krizi geçirenler için gereksiz bir sürü ambulans seferi oldu.

İnsanlardan ümidi asla kesmemek lazım. Toplum, bir gaye uğruna bir araya gelmiş insanlardan meydan gelir ancak onu oluşturan insanların toplamından daha farklı bir şeydir. Bu süreç içerisinde gerek yangını söndürme çabasında birleşerek toplum oluşturan insanlar, hem de yangın sahasında olduğumuzu bilerek bizimle duygusal bağ oluşturarak bir dayanışma toplumu oluşturan dostlar insanlara olan güvenimi tazeledi. Arkadaşlık, dostluk ve insan ilişkileri ne kadar önemli, bir kez daha hatırladım.

Mizah hayat kurtarıcıdır, özellikle de hayat zorlaştığı, sinirler bozulduğu zamanlarda gülmek gibisi yok, en zor zamanlarda bile mizahı yapılacak şeyler yaşanıyor, onları fark etmek çok önemli. Mesela Gamze ve Ali’nin evinde kaldığımız gece düzensiz göçmen rolü yaptık, çok güldük.

Bir başka çıkardığım ders de hiçbir zaman olabilecek olumsuzlukları düşünüp önceden boşuna üzülmemek lazım, İngilizlerin dert sizi bulana kadar dertlenmeyin diye bir atasözü vardır çok doğru. Bahçedeki ağaçları sulamak için birkaç kez gitmek gerekiyordu, karşıma yılan filan çıkacak diye ödüm kopuyor, bir hayli dertleniyordum, işte şimdi bütün bahçe yandı, gidip sulamama gerek kalmadı.

Başına ne gelirse gelsin bir an önce olağan hayata dönmeye bak. Yangının üçüncü günü bir lavanta tarlasına hasada yardıma gittim, tam da bu sırada çok yakın arkadaşım Olcay’ın kardeşi Yavuz aradı. Çok ilginç bir adamdır, ciddi konuştuğunu sanırsın, 3 saat sonra seninle dalga geçmiş olduğun anlarsın, daha bu güne kadar şaşkınlıktan cevapsız kaldığını hiç görmemiştim. Büyük bir endişeyle nasıl olduğumu sorduğunda tıbbi lavanta hasat ettiğimi söyledim, nefessiz kaldı, kendine gelip de benimle konuşamadı. Bu görüşmeye de çok güldüm.

Şimdi ilk yangının üzerinden 6 gün, görebildiğim son alazlanma üzerinden 1 gün geçti, ekipler oldukça azalmakla birlikte nöbete devam ediyorlar.

KÖYDE BAYRAM, SICAKTAN MARESLEME, EVDE OYALANMACA, EMEKLİLİK SORUNSALI, YAŞLANDIKÇA TOPRAKLANMA İHTİYACI ARTIŞI

Geçen bayramı, klasik bayram havasında geçirmek istedim. Çanakkale’de epeyce arkadaş edindim, artık görüştüğüm insanlar arasında, buraya geldikten sonra tanıdığım kişiler, önceden tanıdıklarıma nazaran sayıca daha fazla oldu. Benim için alışılmadık olan, hayatımda ilk defa çevremde aile ve tıp camiası dışındaki insanlar çoğunlukta oldu. Bu bayramı eski bayramlar gibi geçirmek istediğim için, görüştüğüm kişilere bayramın ilk günü misafir kabul edeceğimi, ikinci gün ise iade-i ziyarete çıkacağımı ilan ettim. Böylece insanların, köye kadar gelip de geri dönme riskini ortadan kaldırmış oldum. Kurban bayramı olduğu için kavurma da yaptım, Zafer ev yapımı gibi bir tepsi baklava getirdi, zaten hem Lapseki, hem de şehir mezarlığında ziyaretlerim var, gelene ertesi gün ben gittim, ziyaret ettiğim yaşlılar da var; derken geri dönüp baktığımda cidden eski bayramlar gibi bir bayram geçirmiş oldum.

Bizim köy hayvancılık yapan bir köy olduğu için kurban kesiliyor, hatta şehirden gelip kestiren de bir hayli insan oluyor. Köyün anlaşmalı peynir üretici ise dini bayramlardan süt almaya gelmediği için, bayram günleri köylüler, kendi peynirlerini yapıyorlar. Böylece kurban bayramı bir yandan kurbanla, bir yandan peynir yapımı ile uğraştıkları, yılın en çetin günlerini haline geliyor. Bu yıl bir de aynı günlerde buğday hasadı, ardından saman işleri filan vardı. Biz şehirliler kibarca komşuluk yaparken, köydeki  komşuların işten güçten canları çıktı.

İnsanoğlu çok tuhaf, kışın soğuk olunca yaz sıcakları gelsin hiç şikâyet etmeyeceğim diyorum, şimdi ise kış gelsin soğuktan şikâyet etmeyeceğim diyorum. Şu aralar havalar oldukça sıcak, hatta bir gün akşam güneşi altında biraz zaman geçirdim diye bayağı güneş çarpması geçirdim. Her ne hikmetse bu yaz bir türlü deniz mevsimini de açamadık, kukumav gibi evde oturup, sıcaktan, nemden dem vuruyoruz. Sıcaktan günlük yürüyüşlerimi de bıraktım, sabah serinliğinde evin içinde biraz spor yapıp, gün boyu oturuyorum. Tabii böyle olunca epeyce kitap okuyor ve el işi yapıyorum.

Bu bayram tatili bir hayli uzun olduğu için dışarıdan gelen arkadaşım çok oldu. Beyhan Saroz körfezindeki yazlığına geldi, 2 gün de bende kaldı, Geyikli’de Ayşegül’e gittik, Beyhan’nın yaklaşmakta olan emekliliği konusunda fikirler ürettik. Zaten şimdilerde bütün arkadaşlarım teker teker emekli oluyor, bazılarının emeklilik konusunda ‘yaşam koçu’ gibi bir ‘emeklilik koçu’na ihtiyaçları oluyor. Emeklilikte ben ne olacağım, ne yapacağım gibi soruları olanlara sen çalışmaya devam et diyorum, zaten ruhen emekliliğe hazır olanlar koç moç aramıyor, küt diye emekli oluyor.

Bence bu konu oldukça önemli, aslında kadınlar emekliliği daha kolay kabul ediyor, çünkü pek çoğu kendini evde ve arkadaş çevresinde oyalamayı iyi biliyor, ama erkeklerin çoğu gerçekten emeklilikte ne yapacağını bilemiyor, çalışmak zorunda kalıyor. Tabii emeklilikte çalışmak zorunda hissetmenin kadını erkeği yok ama genel olarak böyle. Bence, emeklilikte çok daha az sorumluluk gerektiren, çok daha kolay ve esas alanından farklı bir alanda, belki yarı zamanlı, belki tam zamanlı çalışılacak işler olsa, emeklilerin çoğuna farklı bir kapı açılmış olur.

Ben kendi hesabıma mesela bir hobi dükkânına el işleri yapmak, hatta bazen satış yapmak gibi keyfe keder bir işte çalışabilirdim. Bizim Gaye ile Gamze’yi de üretim ekibine katsam, bayağı iş yeri açacak malzeme hazırlarız. Geçenlerde internette Tokat basmasından kadın çantası satışı gördüm, bende de hiç kullanmadığım kare bir Tokat basması masa örtüsü vardı, kendime internette gördüğüme hiç benzemeyen bir çanta yaptım. Bazı yerlerine zımba çaktırdım, usta çantama bayıldı, geçen çok şık bir kadın, çantayı nerden aldığımı sordu, çok beğenmiş, ben yaptım deyince inanamadı. Zafer yeni bir ev aldı, dubleks daire, yukarı katta bir çatı penceresine perdeci buraya perde olmaz diye kesip atmış, Perihan ise ben asıl bu pencereye süslü bir perde istiyordum deyince dayanamadım, şimdi ona bir perde örüyorum. Yani elime beceriklidir, Gaye/Gamze bacılar da çok beceriklidirler, havalar biraz normale dönsün, onlarla çeşitli projeler yapacağız. Kim bilir, belki de satış bile yaparız, neden olmasın? (Geçen aylarda İzmir’e gittiğimizde rehber kadın öğretmen emeklisiydi, emekli olduktan sonra benim gibi açık öğretim mi okumuş, yoksa turizm bakanlığından bir kursa mı katılmış, şimdi hatırlayamadım, ama İzmir yerelinde rehberlik yapıyordu, çok mutluydu.)

Bu bayram sınıf arkadaşlarımızdan da gelen oldu. Levent ile görüşemedim, ama Haşmet ile görüştük. Haşmeti 49 yıldan beri tanıyorum, ama son 20/25 yılını filan Amerika’da geçirdiği için çok uzun zamandır görüşememiştik. Benim bahçe tam bir Laz kızı bahçesine döndü, ağaçlar, çalılar, sarmaşıklar bir birinin üzerine tırmanıyor, ama bütün bu karmaşa içerisinde benim çok iyi bildiğim bir düzen var. Perma kültür kurallarına uyuyorum, doğal gübre kullanıyorum, mutfaktan kompost çıkartıyorum, yeşil gübreleme yapıyorum, su hasadı, su tasarrufu yapıyorum, sebze çeşitliliğine dikkat ediyorum, atalık tohumlar kullanıyorum. Bütün bunları gelene gidene sabırla anlatıyorum, ilginç olarak her gelenin aşırı ilgisini çekiyor, hatta Haşmet’e bahçemi gösterdiğimde, tam benim hayalimdeki bahçeyi yapmışsın dedi. Yeni bir tohum kardeşi daha edindim, bana Amerika’dan kısır olmayan tohumlardan getirecekmiş, sanırım onun çiçeklere ilgisi daha fazla, bahçemdeki çiçeklerin birçoğunun Latince isimlerini saydı.  Öyle sanıyorum ki insanın yaşı ilerledikçe topraklanma hevesi ve ihtiyacı artıyor.  Birçok arkadaşım emeklilikte toprakla ilgilenmeye başladı, hatta Hayri, neredeyse Robinson Cruzo gibi yaşıyor, sürekli bahçede yaşıyor, köye bile gitmiyor.

Ben de toprakla daha önce neredeyse hiç uğraşmamıştım, ama gerçekten hem fiziksel, hem de ruhsal sağlığa çok faydalı olduğuna inanıyorum. Tabii toprakla uğraşmak herkese uygun olmayabilir ama ne olursa olsun mutlaka bedensel, sürdürülebilir bir hatta birkaç aktivite yapmak lazım.

Bir de emekli olan bazı arkadaşlarımda şunu fark ettim, bazıları oldubitti kitap kurdu olduğu için okumaya devam ediyor, ancak bazı arkadaşlarım okuma işini de tıp ile sınırlandırmış, başka konuda okumayı zaman kaybı sanıyor, oysa bence hem çalışırken hem de emeklilikte mutlaka çok çeşitli konularda okumak lazım. Bazen bir kitap daha önce hiç farkında olmadığın bir konuda cidden ufuk açıcı oluyor. ( Bu arada ben de Ayşegül ve Cumhur’un kütüphanesini talan ettim, kitaplarına hiç zarar vermeme sözü vererek ödünç kitap aldım, Ali, Berkin ve Zeynep Hanımdan sonra bir kitaplık kardeşliği daha kurmuş oldum. Bu iş çok güzel oldu, mesela Ali’nin kitaplığından benim aklıma kalsa hiç dikkatimi çekmeyecek kitaplar okudum, çok etkilendim. Zeynep Hanımdan ise istesem de bulamayacağım kitaplar aldım okudum).

Sonuç olarak; emekliliğe de ciddi bir şekilde hazırlanmak lazım, daha çalışırken hobiler edinmeli, kendine farklı ilgi alanları yaratmalı insan, yoksa özellikle de bizim gibi çok çalışmaya alışmış insanlar boşluğa düşüyor.

BAZI İNSANLAR VARLIKLARI İLE DÜNYAYI GÜZELLEŞTİRİR; İŞTE ONLARDAN BİR KAÇI

Sosyal medyanın çok güzel tarafları var, örneğin arkadaşlarının arkadaşlarından seçip, ‘tanıyor olabileceğin’ kişiler listesi oluşturuyor. Yıllar önce böyle bir listeden ‘Yücel Tanyeri’ abimi buldum, aslında muhtemelen hayat boyu hiçbir zaman aynı odanın içinde bile bulunmadık, ancak kendisi Hacettepe’den abim olur. Hacettepe Tıp Fakültesinin ilk öğrencilerinden biri kendisi (bu arada Hacettepe en eski tıp fakültelerinden biridir, ancak görece olarak yenidir, mesela benim girişim de sanırım 8’inci dönemine denk geliyor). Öyle sıradan bir öğrenci de değildir, kendi anlatısından bildiğim kadarı ile Hacettepe amblemi olan o geyiğe benzeyen ‘H’ harfinin yaratıcısı, her tıp bayramında çıkan ‘mantar’ dergisinin kurucusudur. Çok başarılı tıp kariyerini öğretim üyesi olarak tamamlamıştır,  ‘tıp fakültelerinden her şey çıkar’ geleneğini de özenle sürdüren sevgili büyüğüm, emekliliğinde de yazarlık, fotoğrafçılık, gezginlik gibi birçok uğraşları sürdürmektedir.  Aslında kendisi dünyayı varlığı ile güzelleştiren insanlardan biridir.

Derken günün birinde yıllardan beri takip ettiğim ve hayranı olduğum Tunç Fındık’ın da dayısı olduğunu öğrendim. Yani aynı aileden birden fazla kişi, varlıkları, kişisel hevesleri ve heveslerini gerçekleştirme azimleri ile dünyayı güzelleştirmekle uğraşıyor.

Otuzlu yaşlarımda doğa yürüyüşlerine merak sarmıştım, bir gurubumuz vardı, hemen her hafta sonu, hem gündelik, hem de kamplı dağ yürüyüşleri düzenlerdik. Doğu Karadeniz Dağlarında neredeyse ayak basmadığımız patika, gecelemediğimiz yayla bırakmamıştık. Ben kaya tırmanışı yapmaya hiç heves etmediğim için ip, vb aletlerim yoktu, ama yürüyüş botlarımız, sırt çantalarımız, yataklarımız, çadırlarımız, ocaklarımız, lambalarımız, her türlü ihtiyaç malzememizin hem yazlık hem de kışlık olanları vardı. Her hafta sonu mutlaka bütün gün sürecek uzun bir yürüyüşe çıkardık, ayda bir ise ya Cuma akşamından, bazen de cumartesi sabah erkenden çıkıp, Pazar gecesi dönecek şekilde kamp yapardık. Birkaç ayda bir ise birkaç tatil gününü birleştirir, 4-9 günlük bir çevre turuna çıkardık, bu turlara bazen Trabzon’dan itibaren minibüsle, bazen de uçakla bir yere gidip, havaalanından kiraladığım araçla giderdim. Bu uzun turların çoğunda otellerde, misafirhanelerde kalırdım, yani kamp malzemelerimizi genellikle Doğu Karadeniz bölgesinde kullanırdık.

Bu dönemde yurt dışı ve içi kongrelere filan da sıkça giderdim. Evde bir odamda yol malzemelerim, çantalarım hazır olurdu, gideceğim yola göre çantalardan birini kapar yola düşerdim. Özellikle sırt çantasını uzun taşıyacağımız yürüyüşlerde yiyecek malzemeleri en hafif nasıl götürürüz çok iyi bilirdik, gerçi keyfimizden de çok ödün vermek istemezdik. Örnek verecek olursam mutlaka Türk kahvesi, fincan, cezve taşırdık, ama fincan tabağı, ocak filan taşımaz, hemen oracıkta bulduğumuz çalı çırpıyı tutuşturup, okkalı bir kahve yapar, içerdik, sonra  fincanları büyükçe bir yaprağa çevirip fal bile bakardık.

İşte bu arkadaşlık ikliminde Türkiye’de de dağcılık, özellikle de yüksek irtifa dağcılığı giderek daha popüler bir spor olmaya başladı. Bazı gençler artık 7000/8000 irtifalara tırmanmaya başladılar. İlk 7000lik dağcılardan bir arkadaşım Tanrı Dağlarında hayatını kaybetti. Bizim gibi amatör doğa yürüyüşçüleri bu yüksek irtifa dağcılarını tanırdık, ama 99 depreminden sonra Nasuh Mahruki adeta pop star gibi herkes tarafından tanınır oldu. Pop star demekte bir sakınca görmüyorum çünkü bir söyleşisine gittim, konuşması bittikten sonra bütün salon ayağa kalkıp, çocuğun üzerine çullanmıştık.

Tabii dağcılığa merak sarınca Tunç Fındık mutlaka bir şekilde radarına giriyor insanın, bir kitabını, bir söyleşini okuyorsunuz, sosyal sitelerini takip ediyorsunuz. Benim çok patolojik olmayan ama beni asla kenarlığı olmayan bir yüksekliğin yanına yaklaştırmayan bir ‘yükseklik’ korkum var, buna yükseklik korkusu mu demek lazım yoksa ‘boşluk hissi’ mi bilmiyorum. İşte ‘Tunç’ içindeki boşluk duygusunu yenmiş, ya da o duygusunu tamamen terbiye etmiş bir insan, muhteşem bir dağcı. Yıllardan beridir, dağcılıkta çok önemli bir şeyi gerçekleştirmeye çalışıyordu; dünya üzerinde mevcut 14 adet 8000 metreden yüksek dağ var, bu dağların hepsine tırmanan dağcılara verilen bir de unvan var, ama şimdi aklıma gelmedi.

Bu sene de artık sonuncu 8000liğine çıkmak üzere aylardır yollardaydı, son 4 haftadan beri hiç paylaşım yapmadığı için zirve yolunda olduğunu biliyordum. Ayrıca bu dağdan geri döndüğü seferler de olmuştu, korkudan Yücel abiye soramıyordum, ama bu sabah telefon etmiş ve evet, artık projesini tamamlamış.

Düşünmesi bile zor, ama Tunç Fındık, Everest’e 2 kez tırmandığı için tam 15 kere 8000 metreden yükseğe çıktı, bunu yapabilen ilk Türk dağcı oldu, şu ana kadar dünyada yapan kişi sayısı da bildiğim kadarı ile 40’tan daha az. Tunç bize cumhuriyetin 100üncü yılında böyle bir azim ve başarı hikâyesi hediye etti, daha ne yapsın? Çok teşekkürler. Seninle ne kadar gurur duysak az.

Sanki ben çıktım bütün o dağlara.

ÇOCUKLUĞUMUN UNUTULMAZ DİLENCİSİ;  HERKES KENDİ SINIRLARININ ÖZGÜRÜ / MAHKÛMU.

Çocukluğum, Trabzon’da, Kunduracılar Caddesindeki bir taş evde geçti. Bizim sokağın, hatta bizim evin hemen çaprazındaki kaldırımın kadrolu bir dilencisi vardı. Bu adamın her iki bacağı da kalçadan itibaren yoktu. Sabah erkenden yerine yerleşir, semer gibi deriden yapıldığını sandığım bir şeyin üzerinde kaldırımda gün boyu oturur ve mesaisinin sonuna kadar dilenirdi. Semer diye tarif ettiğim şey vücuduna bir şekilde bağlı olmalıydı ki; arada bir zabıtalar bu adamcağızı kovalarlar, adam iki elinin üzerinde maraton koşucusu gibi onlardan kaçmayı başarırdı, bu koşu sırasında semeri katiyen bedeninden ayrılmazdı. Muhtemelen bu semer hem bedenini soğuktan korumasına, hem konforlu bir şekilde taşta oturmasına,  hem de gün boyu kazandığı paraları saklamasına yarayan, adeta eksik bacakların, koltuğun, çantanın, pantolon ceplerinin yerine geçen çok amaçlı (organ) vasıta gibiydi. Aslında onun bacakları çok ustalıkla kullandığı kollarıydı.

Bu dilenci bizim sokağın vaz geçilmez bir karakteriydi, arada bir birkaç gün ortalıktan kaybolur, hepimizi merakta bırakırdı. Sonra bir sabah yine her zamanki yerinde oturduğunu görürdük, zamanla bu yoklama kaçağı günlerinin nezarette geçtiğini anlamıştım. Yani hastalık izni filan kullanmıyordu. Yerine de çok sadıktı, değil başka bir sokakta dilenmek, kaldırım bile değiştirmiyordu, sadece polis gözetimindeyken işine ve iş yerine gitmezdi. Her yakalandığında da yanında bulunan para şaşırtıcıydı; her seferinde en iyi memurun maaşının birkaç katı para yakalatırdı.  

Sonunda bu adamcağız bir gün sokakta yanında bir sürü parayla ölü bulundu.

Daha sonra duyduğuma göre meğer adam evliymiş, çocukları varmış ve daha da ilginci koca bir apartmanı, dükkânları, kiracıları varmış. Yani adam dilenerek bir eli balda bir eli yağda yaşayabilecek kadar dünyalık edinmiş, istese son yıllarında bütün zamanını sıcak evinde geçirebilir, kira geliriyle gül gibi geçinir giderdi. Oysa hayatı bir kaldırımın soğuk taşları üzerinde, semerciğinin üzerinde dilenerek sona erdi, ömrünün son gününde bile her an peşinden zabıtanın kovalayabileceği, nezarete atılabileceği, üzerinden araba geçebilecek (o zaman sokak araç trafiğine açıktı, at arabaları da vardı), hasta olabileceği, sinirli bir adamdan dayak yiyebileceği, hakaret işitebileceği, bin bir  tehlike dolu vahşi ormanından vaz geçemedi .

Bu hadise o zaman çok dikkat çekmişti, hatta ben sırf bu adam yüzünden dilencilere para vermemeye özen gösterdim.

Dünden beri bu adamın tuhaf ölümü aklıma düştü. Daha doğrusu neden bu adamın neden rahatça evinde oturmadığını/ oturamadığını düşündüm.

Sonra bu hayattaki çerçevelerimiz geldi aklıma. Artık bu çerçevelere ‘güvenlik alanları’ mı, ‘alışkanlıkların vaz geçilmez hafifliği’ mi, ‘mecburiyet çıkmazları’ mı yoksa ‘ihtiyaç hapishaneleri’ mi, ne derseniz deyin, aslında her birimiz kendi ‘varoluş kısıtlarımızın’ içinde sürdürüyoruz hayatlarımızı.

Dilenci örneğimize dönelim; çünkü insanın başkasını gözleyip, onda olanı fark etmesi, kendini kısıtlılıklarını gözlemlemesinden çok daha kolay yapılabilen bir şey. Adamın rahatça geçineceği parası varken neden son gününe kadar sokaklarda dilenerek yaşamaya devam etti?

  1. Başka insan varlıklarına zor görünen sokaklar; adamın her işvesini, cilvesini bildiği yani aslında kendini ‘güvenlik alanında’ hissettiği  yerdi.
  2. Adam bu hayata tamamen alışmıştı, hayatta başka ne yapabileceğini bilmediği için günlük hayatı kendisi için son derece tanıdık olan bir şekilde geçirmeye devam etti. Alışkanlığından vazgeçemedi.
  3. Beden kısıtlılığı nedeniyle başka insanlarla iletişim biçimini ‘güçsüzlüğün gücü’ ilkesi üzerine kurmuştu, başka bir ilişki şekli bilmediği için sosyalleşmek (sürüye dâhil olabilmek) için bu şekilde devam etmek zorundaydı.Belki de ailesinin onu kabul etmesi eve sürekli para akıtması sayesinde mümkündü, aile reisliği rolünden vaz geçemedi, bu duygusal ihtiyacını tatmin edebilmek için dilenciliğe devam etmesi gerekliydi. Kendi duygusal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bu şekilde yaşamaya devam etti.
  4. Benim şu anda tahmin bile edemediğim başka bir şey vardı. Hiç düşünmedim ama mesela haraç vermesi gereken kişiler vb…

Aslında bu dünyadaki her varlık kendi kısıtlılıkları tarafından çerçevelenen bir özgürlük alanında yaşamak zorunda. En özgür olduğunu düşündüğümüz göçmen kuşlar bile içgüdülerinin, iklimin, mevsimlerin,  göç yolu coğrafyasının ve kim bilir daha ne şartların mahkûmu değil mi?

Her insanın, içine doğduğu coğrafyanın, toplumun, ailenin, kendi hayat şartlarının ve hayal gücünün çerçevelediği bir ‘yaşam odası’ var. Alışkanlıklar, ihtiyaçların karşılanması, aidiyet duygusunun tatmini, eğitimi herkesin kendini içinde rahat hissettiği bir ‘güvenlik alanı’ meydana getiriyor. Bu alan gündelik hayatı çok kolaylaştıran ve kendini tehlikelerden koruyan bir alan olsa da, giderek kısıtlarsanız, her geçen gün daha dar alanda yaşamak durumunda kalıyorsunuz, hayat hapishanesinin duvarları her gün birbirine daha da yakınlaşıyor. Soğuk suyun içine atılan kurbağanın suyun giderek ısınmakta olduğunu anlayamaması gibi giderek daha küçük bir hücrede yaşamaya başlıyorsunuz.

Dünya Sağlık Teşkilatı son yıllarda yaşlılık tanımındaki yaş sınırını çok esnetti, buna karşılık yaşlılığı ‘güvenlik alanlından’ çıkmamak, yani, yeni şeyler öğrenmeye, denemeye, yapmaya karşı direnç geliştirmek olarak tanımlamaya başladı. Yani kaç yaşında olursanız olun, yeni insanlar tanımak, yeni şeyler öğrenmek ve yapmak için istekli olmak gerekiyor, yoksa kimse sizden alışkanlıklarınızdan güvenli alanınızdan çıkmanızı beklemiyor, ancak bu alanı genişletme gayreti içinde olmak gerekiyor. Mesela bu yaşımda ve bu bedenimle aslan avına çıkmak geçekçi olmaz elbette, ama mesela kedigillerle ilgili okuyup, belgeseller seyredip, akademik bilgi düzeyimi, ekolojik farkındalığımı geliştirebilirim.

Muhtemelen bu konuda en doğru yaklaşım, özellikle hayal etme, merak etme konusundaki kısıtlılıklarımızı önce fark etmeye odaklanmak, daha sonra da kendine yeni ilgi alanları, öğrenme sınıfları, deneme atölyeleri geliştirmeye çalışmak, her gün mutlaka sürdürülebilir bir beden faaliyeti gerçekleştirmek.

Bir taraftan özgürlük alanları yaratıp bir yandan da alışkanlıkların rahat battaniyesine sarınarak çok güvenli bir yerde ama çok daha özgür bir beden ve zihinle yaşamak güzeldir.

BAHÇEDEN TUHAF  TABAKLARA DEVAM

Bu aralar bahçede dolmalık kabaklar vermeye başladı, patateslerin bitkileri iyice bozuldukları için çıkardım. Bazı patatesle hayli minik, ama onlarla ne yapacağımı iyi biliyorum. Bal kabaklarının henüz olgunlaşmak için hayli zamanları var, ancak geçen yıldan buzlukta kalanları da artık yavaş yavaş bitirme zamanı geldiği için onlarla da farklı denemeler yapmak istedim.

MİNİK PATATESLER FIRINDA

En ufak patatesleri biraz yumuşayana kadar kabuklarıyla birlikte haşladım. Haşlanmış patateslerden yeterince büyük olanları parmağımı bastırarak biraz ezdim. Tereyağı eritip içine 2 diş ezilmiş sarımsak, tuz ve taze biberiye koyarak basit bir sos hazırladım. Fırın tepsisine dizdiğim patateslerin üzerine dökerek 200 derece 30 dakika pişirdim. Bu patates yemeği orta boy ve daha ufak taze patateslerden yaptığım, etin, tavuğun, balığın yanına çok yakıştırdığım bir şey. Tek başına da çok güzeldir, artanları soğuk olarak kahvaltıda da tüketilebilir.

KABAK RÖŞTİSİ

Kabaktan bezleyeli zeytinyağlı yemek yaparım, çok beğenilir. Geçen gün baklalı denedim, o da çok güzel oldu.

Yumurta sevmediğim için mücver yapmak istemedim, patatesten yaptığım röşti ile mücverden esinlenip, kabak röştisi yaptım. Dört adet kabak, 1 soğan, 2 diş sarımsak ve 1 havucu rendeleyip, suyunu iyice sıktım. Baharat, tuz ve 3 kaşık nişasta katarak bir kıvam tutturdum. Sonra zeytinyağını ısıttıktan sonra karışımı tavada arkalı önlü pişirdim. Ancak nişasta az geldiği için patates röştisi kadar güzel tutmadı, tekrar yapınca mücver gibi küçük parçalar halinde kızartacağım, hem tek başına hem de her türlü et yanına eşlikçi olarak çok güzel bir alternatif oldu.

KABAKLI, MANTARLI, ADA ÇAYLI, LABNE PEYNİRLİ MAKARNA

Mantarları çok ufak parçalar halinde, kızgın ateşte, çok az yağla soteledim.

Bal kabağı, soğan ve sarımsakları biraz tuz ve zeytinyağı ile fırınladım.

Spagetti makarna haşladım. Makarnaları süzdükten sonra labne peyniri ile iyice karıştırdım. İstenirse 4 peynirli de yapılabilir.

Fırınladığım sebzelere makarnanın suyundan katarak el blendrından geçirip bir püre haline getirdim.

Ada çayını incecik doğrayıp biraz tereyağında kızartım.

Misafir için sunum yapsam tabağın ortasına bir topak makarna koyar, kenarlarına turuncu sosu, üzerine mantarları ve ada çayını koyardım. Kendimiz yiyeceğimiz için hepsini karıştırdım.

Çok lezzetli oldu.

YAKIN ÇEVREDE GEZİLER, BU PAHALILIKTA ANCAK ETRAFI GEZERİM DEYİP KENDİMİ KISA YOLLARA VURDUM, O SU SENİN BU SU BENİM DOLAŞIYORUM.

Her şey gerçekten de ateş pahası oldu, bu kadar gezmeyi seven ben, galiba mutasyona uğradım, yeniden uzaklara gitmeyi göze alan kadar biraz yakın çevrede gezeyim bari diyerek, tutumlu karar verdim (aslında salgın olmadan önce, bölgeyi köy, köy gezmeye karar vermiştim, kısmet bu güneymiş).

Son birkaç güne kadar havaların serin gitmesini de fırsat bilerek, öncelikle kendi köyümde ve yakın çevrede bir hayli yürüyüş yaptım. Bizim köy; bir orman köyü, ilk geldiğim sene dağ taş yaşlı kızılçamlarla doluydu. Son birkaç yıldan beri gençleştirme çalışmaları var, iş makineleri giriyor, ormanda geniş alanları resmen kel bırakıyorlar. Bu ormanların yaklaşık 30 yılda bir gençleştirilmesi gerekiyormuş, orman yaşlandıkça yangına daha yatkın hale geliyormuş. Kaz Dağlarının çevresinde karaçam ormanları var, o ormanlarda bütün ağaçları kesmiyorlar, bir yamaçta mesela 10-15 anaç ağaç bırakılıyor, diğerleri kesiliyor. Kızılçam ormanlarında ise bütün ağaçları, hatta kökleri temizliyorlar, ormanın yenilenmesi için ağaç dikilmesine de gerek olmuyor, sadece ellememek yeterli, ilk yıl kel görünse de ertesi sene ağaçlar çıkmaya başlıyor,  genç bir ormanın oluşması 4-5 yılı buluyor. Ormanın yaşlandığını da ateş böceklerinin aşırı ötmesinden anlayabiliyorsunuz. Bizim çevredeki ormanı temizlemeye başladıklarında bir hayli üzülmüştüm, ancak hem ormanın kendini ne kadar çabuk tazelediğini gördüğüm, hem de çevremizdeki eski ormanların ne kadar sık yandığına tanık olduğum için bu yenileme işleminin ne kadar gerekli olduğunu anladım. Şimdi kesilen ağaçlara üzülmüyorum, nasılsa güzelce yenileniyor, yeter ki maden açmasınlar.

Bizim çevremizdeki ormanın baskın ağacı kızılçam, ancak bir hayli meşelik, çınarlık, yaban meyveliği alanlar da var. Yaban hayvanı açısından da hayli çeşitlilik mevcut, tilki, çakal, kirpi, sansar, kaplumbağa, domuz, tavşan, sincap, gelincik, karaca, geyik, yılan, baykuş, şahin, atmaca, balıkçıllar dâhil enva-i çeşit kuş, ne arasan var. Hatta bir arkadaşım porsuk bile gördü, bilindiği gibi porsuklar nesli tükenmekte olan hayvanlardır.

Bizim köyün 5 kilometre uzağında İğdelik adında 10-15 haneli bir mahallesi var. Bu mahalleye ulaşım, bizim köyden bir toprak yolla oluyordu, son yıllarda asfalt döktüler, ancak diğer çıkışı, toprak bir orman yolu ile Lapseki’nin Umurbey beldesine bağlı bir köye ulaşıyor. İşte bu mahalle ile bizim köy arasında en az 40 yıllık bir zaman farkı var. Bizim köy de modern bir köy sayılmasın, ilk geldiğimiz yıllarda ‘ikinci cihan savaşında bombalanmış ve yıkıntı halinde terk edilmiş’ gibi diyerek tarif ettiğim bir köydür. Salgından sonra bir hayli yer satışı yapıldı ve hem köyün içinde hem de çevre orman içinde bir hayli modern evler yapılmaya başlandı. İğdelik ise, içinde birkaç güzel taş ev olmasına karşılık, hemen hiç el değmemiş bir mahalle. Toplu taşıma yok (gerçi bizde de yok), suyu bir kuyudan alıyorlar, elektriği komşu köyden geliyor, bazı insanlar hala bizim köye eşekle geliyor. Burası çok güzel bir yer, tek eksiği boğazı hemzemin göremiyorsunuz, bir kat yukarıdan görünüyor.

Çanakkale’de yaşayan pek çok kişinin şehre çok yakın, hafta sonlarını geçirdikleri bahçeleri var. Bazıları bu bahçelere konteyner bir kulübe koyup, gece bile kalıyorlar. Geçen gün fakülteden birisiyle tanıştım, tesadüf eşi de Elazığ’lı çıktı, bu çift de hafta sonu için İğdelik’ten bir yer almışlar. Ben de yerlerini görmeye gittim, bir kenarı minik bir dereye yaslanmış, 4 dönüm bir araziydi, aslında önceden orman arazisiymiş, birkaç yıl kimse uğramadığı için her yerine çamlar çıkmış, şimdi onları temizliyorlar. Asıl güzel tarafı, gece hiçbir yerinden elektrik ışığı görünmüyor, en yakın elektrik ışığı araziden 500 metre uzakta, ama hiç fark edilmiyor, çünkü arada tepe var. Bu memlekette çocukluğumun gökyüzünü görmeye başlamıştım, ancak bu yeri görünce bizim evin de ne kadar ışık kirliliği aldığını fark ettim. Bundan sonra meteor yağmuru günlerinde bu yerden gökyüzü seyredeceğim.

Köyün etrafındaki ormanları gezerken bir gün, kurt ya da ayı saldırısına uğrayacağım galiba. Bir şey değil gittiğim çoğu yerde telefon bile çekmiyor, başıma bir şey gelse haber de veremem desem de kimse inanmasın, bu memlekette burada in cin top oynuyor dediğiniz yerlerde bile bir çobana, mantar toplamaya çıkan, ahırına, tarlasına giden birine mutlaka rastlıyorsunuz.

Şu sıralar  bütün gezilerimde mutlaka bir hatta bir kaç su teması oluyor. İğdelik’teki arazi dere kenarındaydı.

Hafta sonu gezi ekibiyle gittiğim yerlerden biri Bayramiç’te Ayazma denilen şelale çevresindeki bir piknik alanıydı. Bu bölgeye daha önce de gitmiştim, ama bu kez, hem dere boyu eski mermer ocaklarına kadar, hem de Ayazma’dan Evciler köyüne kadar toplamda sanırım 14-15 km yürüdük. İyi ki yürümüşüz, çünkü yol boyunca yine dere kenarlarında bol bol daha az bilinen piknik alanları, çay bahçeleri var. İnsan varlığı daha az olunca doğa daha dengeli oluyor.

Diğer bir gezi ise Biga’daki bir bataklık alandı. Bu alanın küçük bir göleti, bütün Çanakkale ilinde doğal nilüfer çiçeği yetişen tek alanmış, etrafında bir hayli ördek, su kaplumbağası, çeşitli kuşlar da vardı. Bu kuşlardan biri hayatımda ilk kez gördüğüm angut kuşuydu. Daha sonra Biga’ya çok yakın bir piknik alanına gittik, burası da çok güzel bir orman içerisinde akan bir dere çevresinde şekillenmişti. Bizim ekip,  gezilerdeki vatani görevi ihmal etmeme adına, köçek oynayıp, mangal yaptı. Bu gibi durumlarda hep aklıma gelir, eskiden bir kitap okumuştum, 17/18inci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da bir oryantalizm akımı başlamış, Avrupa’lılar, Mısır diye toplu histeri krizleri geçirmişler, bu arada Osmanlı Ülkesine de birçok seyyah gelmiş, işte benim okuduğum kitap bir Fransız seyyahın gözlemleriydi. Adam diyor ki bu Türkler çok garip insanlar, güzel bir su bulmak için kilometrelerce yol gidip, sırf bu suyu kaynağında içmek için, çeşmenin etrafında saatlerce oturuyor, oyun oynuyor, yiyip, içiyorlar. Demek ki can çıkar, huy çıkmazmış, hemen her anlamlı geleneğimizi terk ettik, su başındaki piknikleri asla terk etmedik, çok şükür. Hele de bu bölgede olunca her yer Roman dolu, etrafta olmasa da, arkadaşların içindeki Roman dışarı fışkırıyor, bazen otobüs hareket halindeyken, bazen durdurup yol kenarında, bazen yanlarında getirdikleri eteklere bürünüp, çalıp oynuyorlar.

Biga’da dikkatimi çeken bir başka sulak tema da çeltik tarlalarıydı. Biga ile Balıkesir Gönen, bitişik ilçeler, her ikisinde de bilindiği gibi pirinç yetişiyor.

Bu arada bir de Geyikli’ye arkadaşı ziyarete gittim, bu arkadaş her nereye gitsem bir şekilde kaşığıma çıkıyor, artık kaç yerde karşılaştığımızı sayamadım, sonunda ufak bir watsup gurubu oluşturduk, düzenli bir şekilde görüşmeye başladık. İlginç olarak kocası da bir şekilde benimle karşılaşıyor, ilk tanışmamız hayli garipti, benim yürüdüğüm yeri görünce, kim olduğumu tahmin edip uzaktan seslenmişti (benim her gün çevresini yürüdüğüm çiftliğe permakültür konusunda  danışmanlık yapıyor). Meğer dünya gerçekten çok küçükmüş, Geyikli’deki yazlıkları, Trabzon’dan tanıdığım bir arkadaşımın annesi ile duvar bitişik evmiş. Kahvaltıdan sonra bize bir çevre gezisi yaptırdılar. Bu gezi de çokça suyla ilgiliydi; Keratas kaplıcasının çıktığı noktaya, Troas Aleksandrianın limanı olan ve zamanla önüne kumul biriken, pembe göle gittik, ‘Eyvah eyvah’ filminin çekildiği, setlerin kurulduğu, hatta kendilerinin de figüranlık yaptığı sahili ve yazları kuruyan, ancak yılın büyük bir bölümünde flamingolara ev sahipliği yapan gölün kuru yatağını gösterdiler.

Bu gün de bitişik köyün sahiline yani Saltuk mevkiinde yeni tanıştığım bir arkadaşa kahve içmeye gittim. Burası Çanakkale için tarihi önemi olan bir nokta, çünkü bu bölgeye Türkmen boyları ilk kez Saltuk Bey komutasında bu noktadan karaya ayak basmışlar. Bizim çevredeki köyler de işte bu boyların kurdukları yerleşim yerleridir. Bu bölgede sahil pek güzel değil, deniz oldukça sığ ve altı çamur, sanırım eskiden bataklık bir alandı. Boğazın bu kısmında gemiler bizim kıyıya yakın geçemiyorlar, geçerlerse saplanır kalırlarmış. Bundan birkaç yaz önce yanımızdaki köyde orman yandı, helikopterler bu alandan deniz suyu çekerek yangına müdahale ettiler. Bu arada bir sürü de çakıl çekmişler, yangına su boşaltalım derken, ormancıların başına taş yağdırdılar, onlarca ormancı hastanelik oldu. Bu olay eğer Karadeniz’de olsaydı, fıkrası dünyayı sarmıştı, ama burada geçişti gitti.

Maalesef resim paylaşamıyorum.

GERİ GERİ GİDEN ZAMANLAR, İLERLEDİKÇE BİR ŞEKİLDE GERİLEYEN YA DA BİR TÜRLÜ İLERLEYEMEYEN İŞLER

Bazen zaman doğrusal bir şekilde akmaz olur, bir türlü ilerleyemez, süner de süner, geri geri bile gittiği olur.

Bir şey yapmaya koyulursun, bin türlü çaba sarf edersin günün sonunda başladığın işte bir milim yol alamadığın gibi başladığından da daha geriye gitmiş olursun. Bu bazen onun işini yapacağın, bazen kendi işini yaptıracağın, ya da birlikte iş yapacağın kişi ile alakalı bir durumdur.

Bazı kişiler bahtsız olurlar, onlar için en iyi bildiğin, hatta elinden harikalar döktürdüğün işi yapsan da sonuç başarısız olur. Örnek olarak bazı insanlar vardır, o gün onun bir işini yapacaksınızdır, bin türlü aksilik çıkar, arabanız bozulur, tüp biter,  araya acil vakalar girer, ayağınız kırılır,  bir türlü sıra o kişinin işine gelmez. Ya da işine başlarsın ama bir türlü ilerletemezsin, millet vekili gelir, bir sürü zamanını alır,  bilgisayar bozulur, internet arıza çıkarır, toner biter, fotokopi bozulur vs, vs. Mesela en iyi yaptığın yemeği onun misafir olacağı zaman yapmaya kalkarsın tatsız tuzsuz bir şey olur, acısı fazla kaçar, yanar, fazla haşlanır, en iyi yaptığın yemek bir sebepten evlat olsa sevilmez hale gelir. 

Bazı insanlara kendi işini yaptırmaya kalkarsın, 3 kuruşluk iş yapar, sana 3 milyonluk hava atar, sana kumdan halat büktürür. Örnek verecek olursam emekli olduğum sene bir nakış kuşuna gitmiştim, ilk yaptığım çalışma yeşil yünlü bir kumaş üzerine görkemli bir fil işlemek oldu. Yaptığım işlemeyi hocam çok beğendi, bu işin bir heybeye çok uygun olduğunu düşündü ve heybeyi illa ‘Kız Meslek Lisesi’nde tanıdığı bir öğretmene diktirmemi istedi. Ben de pek dikiş bilmediğim için kabul ettim. Kadınla tanıştım, istediği malzemeleri verdim, çizerek nasıl bir şey istediğimi de gösterdim, yemin ediyorum, inanılır gibi değil ama bir heybe dikmek için 2 hafta boyunca beni tam 3 kere provaya çağırdı. Her seferinde ben iki ayağımı bir çarığa sokup koşup, heybeyi artık hayırlısıyla almaya gidiyorum, kadın bana yapılan işin kalitesinden, inceliğinden, ustalığından, eşsizliğinden dem vurup, nutuk atıyor. Yapabildiğim en faydalı şey ancak bir sonraki buluşma için gün belirlemek oluyor, kadının yanından her seferinde yanık bir beyinle ayrılıyorum. Yahu insaf kadın, ben onca zaman ve kontrol ile sepsisteki hastayı Azrail’in elinden almış, evine yollamış olurdum da, gene de, bu kadar hava atmayı beceremezdim.

Bazen de birlikte iş yapmaya kalktığın kişi yüzüne tamam bu şekilde olsun der, sen de artık iş yoluna girdi sanırsın, arkandan tam tersi iş çevirir, bir bakarsın oldu sandığın iş belirsiz bir zamana kadar dondurulmuş. Buna örnek olarak da aklıma gelen en acı şey; Ana Bilim Dalı başkanı iken, ana bilim dalı kurulunda aldığımız bazı kararların, oy birliği ile çıkması, ancak hemen ardından içimizden bazı arkadaşların dekanla gizlice konuşup,  işleri ertelemeleridir. Örnek olarak yoğun bakım servisimizin açılmasına oy birliği ile karar verdik, servis hazırlandı, döşendi, hemşire ekipleri ayarlandı. Ben açılış yapacağım günü beklerken tesadüfen aramızdan bir arkadaşın dekana gidip, servisin açılmasını belirsiz bir vakte kadar ertelediğini öğrendim. Bu nedenle başkanlıktan erkenden istifa etmiştim.

Bazen geri giden zamanlar senin gudumsuz vakitlerindir. Bu gün benim için hiçbir şeyin vakitlice olmadığı bir gündü.

Yukarıda anlattığım dikiş macerasından sonra kendime elektrikli bir dikiş makinesi aldım, basit şeyleri artık kendim dikiyorum. Ancak makineyi çoğu zaman aylar boyunca hiç açmamış olduğum için, her açışımda mutlaka bir arıza veriyor. Bir servis vardı, sabah verir öğleden sonra bilemedin ertesi sabah geri alırdım. Bu sefer dün makineyi götürdüğümde servis dükkanı kapanmıştı. Yeni bir servis açılmış, arayıp buldum ama karısı eşim yarın gelecek onunla konuşun demişti. Bu gün aradığımda adamın 3 kuruşluk işe, 3 milyon naz yapanlardan olduğu meydana çıktı. Makine sadece ip sarıyor, en fazla 5 dakikalık işi var, ama adam en erken bir hafta sonra verebilirim dedi, kesip attı, her makine tamire veren işi 5 dakika diyormuş, ama adam uğraşıyor da uğraşıyormuş, zaten şu anda da bilmem neredeymiş vs, vs. Mecburen bıraktım makineyi. Kısmetse haftaya alacağım.

İnternette Tokat baskısından bir el çantası görüp, çok beğendim. Bende de hiç kullanmadığım, Tokat baskısı bir masa örtüsü vardı. Bu masa örtüsünden, yıllar önce kullandığım ve çok sevdiğim halde katrana bulandığı için çok kısa kullanabildiğim bir çanta modelini yapmaya karar verdim. Hem internetten baktığım, hem de kendi kullandığım çantalardan esinlenip, çok hoş bir çanta diktim. Bu çantaya zımba deldirmek için dün çantayı düğmeciye bırakmıştım. Bu gün almaya gittiğimde adamın, tam benim işimi yapacağı zamanda şekeri düşmüş neredeyse hastanelik olmuş ve elbette zımbaları çakamamış olduğunu öğrendim. Çanta da kaldı. Bu ara şehir merkezine sık inmiyorum, onu da makineyi alacağım gün alırım artık.

Son olarak dün akşamüzeri telefonumun gene şarj edilemediğini fark ettim. Aslında bu sorun birkaç aydan beri devam ediyor, bir anda telefonum şarj edilemez hale geliyor, şarj cihazı bozuluyor, neredeyse ayda bir yeni şarj aleti alıyorum. Dün binbir zorlukla evdeki son bir şarj aletiyle yarı buçuk şarj ettim. Bu gün telefoncuya gittim, meğer pilin soketi oksitlenmiş (aklım yattı, çünkü telefon yağmurda sıkı ıslanmıştı), değişmesi gerekiyormuş. Telefonu da bıraktım, inşallah akşam geç saatlerde geri alacağım.

Sonuç; bu gün, dünden devreden üç işi sonuçlandırmak için çarşıya indim, üçünü de beceremediğim gibi, ne zaman sonuç alacağımı da bilemeden geri döndüm. Bari eve elim boş dönmeyeyim diye marketten tealight mum, Burda model ve yoğurt aldım.

Şimdi, elimde olmayan dikiş makinesi ile dikiş dikmeye çok hevesim var. Yıllardır biriktirdiğim çok güzel kumaşlarım var, modelleri de beğendim, sıra geldi makineme kavuşmama, bakalım makineyi alınca halâ  dikiş isteğim devam edecek mi? Çantayı deseniz, henüz hiç taşımamış olsam da şimdiden özledim, sanki o olmadan ‘otantik/entellektüel/metropol kaçkını/permakültür’ kadını rolümü oynamakta yetersiz kalacağım. Bir de aylardan beri aramadığım Aysel teyzemi çok arayasım geldi, telefonu geri alınca bu hevesim geçici mi kalıcı mı göreceğiz.

Belki de bu günler yatıp kitap okuma günleridir.

Ertesi gün yazıyorum; dün akşam telefonumun sizlere ömür olduğunu anlayıp yeni telefon aldım. Bu akıllı telefonların sim kartını değiştirmek için ufak bir tel gerekiyor, bende yok diye SİM kart değiştirmeye gittim. Sonuç, bir sürü telefon numaram ve son 7 yıla ait resimlerim uçtu gitti.

Şehre inmişken çantamı aldım (adamcağız hala hasta, ben diabet doktoruyum dediğim için zımbalarımı oğlu yaptı), makine hala hazır değil.

BAHÇEDEN YEMYEŞİL TABAKLAR

Bu mevsim yeşil bakla, bezelye ve sultani bezelyelerin hasat zamanı, hasat işimi tamamladım. Bu sene baklayı zeytinlikte zeytin ağaçlarının altına, toprağı azotlamak için serpmiştim, ancak nedense pek verimli olmadılar, evin arkasındaki bahçede kendiliğinden çıkan 5 adet bakladan defalarca topladım, çeşitli yemekler yaptım. Kalan baklalar ve bezelyeler tane yapınca hasat edip, buzluğa attım. Bitkileri ise gübre olması için toprağın üzerine serdim. Şimdi sadece sultani bezelyelerden tohumluk ayırdığım bitkilerin kurumalarını bekliyorum. Bakla ve taneli bezelyenin tohumlarını çarşıdan alıyorum, sultani bezelye burada bilinmediği için onun tohumlarını kendim yapıyorum.  

Ayrıca soğanlar tohum için cücük uzatmaya başlıyorlar, bu cücükleri kopartmazsan bitki bütün gücünü tohumunu büyütmeye harcıyor, soğan büyümüyor, dolayısı ile bir elim sürekli soğanlarda ortalarını kopartıp duruyorum.

Kişniş, turp, dereotu, marul, lahana çeşitleri de tohuma durdular, hepsinden tohum alacağım.

Bir de artık semizotu mevsimi geldi. Biz ilk geldiğimiz sene bir paket semizotu ekmiştik, bahçenin çeşitli yerlerinde yabani semizotu da çıktı, zamanla melezleştiler ve bahçede bol miktarda semizotu çıkıyor. Ayrıca çok taze ısırgan otları da çıktı.

Şimdi bu günlerde bütün bu güzel yeşilleri olabildiğince mevsiminde tüketmek istiyorum, bu sefer de hep aynı yemeği yemek durumunda kalmamak için çeşitlemeler yapmaya çalışıyorum.

Bu günler yavaş yavaş artık geçen sonbaharda buzdolabına koyduklarımı da bitirme zamanı olduğu için buzlukta ne bulursam ortaya karışık yeşil ağırlıklı bir yemek çıkartıyorum. Geçen öğlen yemeğine misafir çağırdım, Nermin gelenler vejetaryen mi diye sordu, çünkü gelenlerin Ege’li olmasına güvenerek sadece ot pişirdim. Bu aralar yaptığım bazı yeşil ağırlıklı  tabakları paylaşmak istedim, çünkü bu tür sebzeleri çeşitlendirmek hayli zor.

KARIŞIK ZEYTİNYAĞLI BEZELYE

Normalde sultani bezelyeden sadece mısır unlu sarımsaklı tava yaparım. Bunun tarifini daha önce verdiğimi sanıyorum.

Bu yıl farklı olarak sultani bezelyeyi sıcak suda haşlayıp, zeytinyağı, limon, tuz ve sarımsaktan ibaret bir sosla çok güzel bir salata yapmış oldum. Burada püf nokta bezelyeyi sıcak suda haşlamak gerekiyor, soğuk suda haşlamaya kalkarsanız kayış gibi oluyor, aynı şekilde buzluğa atmak isterseniz önce en azından yarı haşlayıp sonra kaldırmak lazım, ama bence en güzeli mevsiminde tüketmek.

Zeytinyağlı tane bezelye yemeğine sultani bezelye ve közlenmiş biber katarak çok lezzetli bir yemek yapmış oldum.

Bir sefer de garnitürlü bezelye çorbası yaptım. Tarif için internette bolca bulunan kremalı bezelye çorbası tariflerine uydum. Çorbayı el blendırından geçirince içine krema koymadım. Minik parçalar halinde doğrayıp fırında kızarttığım, havuç, patates ve haşlayıp jülyen doğradığım sultani bezelye ekleyerek farklı bir çorba elde ettim.

ÇANAKKALE USULU DİBLE

Giresun’un en sevdiğim yemeklerinden biri fasulye diblesidir. İran’a gittiğimde her yemekte çeşit, çeşit pilav olurdu, hemen her yerde mutlaka yeşil bakla, köfte ve dereotlu bir pilav vardı. Egeliler enginar dolması yaparlar. Bahçede enginar da var, ancak burada çiçek yapamıyor, hemen karta kaçıyor.

Bir gün bahçeden taze bir enginar, tane bezelye, sultani bezelye, yeşil bakla, tane bakla, soğan cücüğü, dereotu gibi bir sürü yeşillik topladım. O gün seçim günüydü, sandık görevlilerine muhtarın karısı yemek yapacaktı, pilavı ben yapacağım diye haber gönderdim.

Yukarıdaki üç yemekten esinlenerek bir pilav yaptım, köyde namım yürüdü, o kadar güzel oldu.

Bütün yeşillikleri ayrı ayrı buharda haşladım. Enginarın çiçeği küçük olduğundan hem sapını hem de çiçeğin etrafındaki taze yapraklarını kullandım. Pilav sadece yeşil görünmesin diye bir havucu da minicik kesip haşladım. Pilavı ise gene biraz renk vermesi için tel şehriyeli yaptım. İçine sebze katacağım için suyunu normalden az miktarda verdim. Demlenmesi için pilavın altını kısarken bütün sebzeleri ekleyip, bir kez karıştırdım. Ve sonuç harika oldu (sıcak servis edeceğimiz için pilava hem zeytinyağı hem de tereyağı koydum). Buharda haşlama kısmı biraz zaman alsa da sonuç çok güzel oldu

ÇAKMA PİRPİRİM AŞI

Soğan cücüğü, taze sarımsakları ve geçen yıldan dolapta kalmış yeşilbiberleri yarı zeytinyağı, yarı tereyağında soteledim, içine hafif haşladığım yeşil mercimek, biber salçası, kişniş tohumu ve semizotlarını ekleyerek az suda pişirdim, son olarak 2-3 kaşık bulgur ekledim. Yoğurtla yenecek çok güzel bir yemek çıktı ortaya.  Aslında semizotunun en çok sarmısaklı, yoğurtlu salatasını severim. Bu yıl bu salatanın içine bazen taze kekik, bazen de taze kişniş tohumu koyarak lezzetlendirdim. Aklımda bir de yakında bahçede çıkacak olan kabakla semizotundan bir meze yapmak var.

VİŞNELİ, ERİKLİ ZEYTİNYAĞLI SARMA

Asmalar da taze yaprak vermeye başladılar. Nermin’in en sevdiği şeylerden biri sarma sarmaktır, biz hiç yaprak saklamıyoruz, 10 paket falan sarma yapıp dolaba atıyoruz, bütün kış yetiyor. Geçen sene bahçede vişne de oldu, hala dolapta paket, paket vişne var. Bu sene yaprak sarmasını vişne ile pişirme âdeti çıkardım, artık hep vişneli pişiriyoruz. Geçen gün bahçeden ekşi erik toplamıştım, bir sefer de erikle pişirdik o da çok güzel oldu.

BAL KABAKLI SALATA

Buraya geldiğimiz ilk sene çok bol miktarda bal kabağı olmuştu. Bunları dağıta, dağıta tatlı yapa yapa bitirememiştim. O sene buzlukta da çok başarılı bir şekilde saklandığını keşfetmiştim. İlk sene o kadar çok tatlısını yaptık ki aslında en sevdiğim tatlılardan biri olan kabak tatlısından gına geldi. Hatta o yıl tencereler dolusu kabak tatlısı pişirip, köyde hayır yemeği bile vermiştim, 120 kişiye yetecek kadar tatlı vardı.

Tatlıdan bezince kabakları farklı değerlendirmeye başladım, en çok ya çorbasını yapıyorum, ya da biraz tuz ve zeytinyağı ile fırına veriyorum. Her iki şekilde de çok severek tüketiyoruz.

Bu kez farklı bir şey denedim. Kabakları az önce yazdığım gibi fırınladım. Üzerine soğan ve maydanoz koyarak ılık bir salata gibi sunum yaptım, soğuyunca da gayet güzel oldu. Hem de yemyeşil bir sofraya renk kattı.

SON ZAMANLARIN ÖZETİ, HERYER YEMYEŞİL OLSA DA BEZGİN BEKİR RUH HALİNDEYİM; GENE EVDE USTALIK İŞLER ÇIKTI

Aylardan beri beynim uyuşuk, galiba depresyondayım. Depremden beri takıntılı bir şekilde depremdi, seçimdi, kim öldü, kim kaldı, kim ne dedi, sürekli bu tür haberlerle meşgul olup; sanki bilinçli, hatta takıntılı bir şekilde kendimi gergin bir ruh haline sokuyorum. Çöktüm. Üstelik adeta kendi isteğimle çöktüm.

Neyse ki yılın en güzel aylarından ikincisi olan Mayıs ayının güzellikleri beni bir parça ayağa kaldırıyor (favori ayım tabii ki Eylül).

Geçtiğimiz aylardaki yağmur kıtlığına inat güzelce bahar yağmurları aldık, otlar yükseldi, buğday tarlaları rüzgârda adeta deniz gibi dalgalanıyor; her yer yemyeşil, çevremizdeki bütün bitkiler, otlar, ağaçlar, çiçekler, dikenler, makiler coşmuş halde.

Henüz havalar çok ısınmadan (çok sıcak aylarda hem aşırı güneş, hem de sürüngen korkusundan ara veriyorum) hala her gün yürüyüş yapıyorum; artık köylüler arasında iyice nam saldım, kimse yadırgamıyor, hatta kadınlar bana özeniyorlar. Yürüdüğüm yollar boyunca kadınlar, çobanlar, komşularla selamlaşıyorum; hatta köpekler bile kadrolu selamlayıcılarım oldu. Mesleki deformasyon sayesinde pek uyku düzenim yoktur, sabah kör saatlerde uyanırım. Ben de bu özelliğimi iyi bir alışkanlığa dönüştürdüm, henüz hava yeni aydınlanmış ve serinken yürümeye başlıyorum. Aşağı yukarı 2 saat, orman yollarında, köy sokaklarında, dereler, ormanlar, çiftlikler, ahırlar, evler, inşaatlar, tarlalar arasında, kuş sesleri, inek böğürtüleri, köpek havlamaları dinleyerek yürüyorum. Ben yürürken etrafımda köyün olağan günlük hayatı akıyor; süt toplama alanına sütler taşınıyor, ekmek arabaları, süt tankerleri geliyor, okul servisi çocukları topluyor, hayvanlar otlamaya çıkarılıyor, tarlalara gidiliyor. Günlük favori güzergâhımı yürürken hem kendi yaşadığım köyün, hem de yukarı köyün içinden geçiyorum. Yukarı köyde benimle eş zamanlı hayvanlarını çıkaran bir kadın çoban var, bir gün köpekleri üstüme atlar, başka gün keçileri beni takip eder, hem kadınla hem de sürüsüyle bayağı arkadaşlık kesp ettik.

Bu düzenli yürüyüşleri de yapmasam iyice depresyonun dibine vuracağım. Doğa içerisinde yürümek sürekli mekân farkındalığı gerektirdiği için, çok bilindik bir parkurda yürümek bile alet üzerinde yürümekten çok daha iyi geliyor bana, her şeyden önce makine ile dövüş halinde olmuyorsun, etrafta ne var, ayağımı çamura mı basıyorum, şu çiçek ne renkmiş, kuş nasıl ötmüş derken yürüdüğünün bile farkında olmuyorsun. Zihin dinginleşiyor.

Mayıs ayı bahçenin de çok hizmet beklediği bir aydır, neyse ki bayağı bitirdim. Zaten yapmayı sevdiğim ikinci iş bahçede zaman geçirmek, daha da çok sevdiğim bitkilerin büyümesini görmek, tazecik ürünleri hasat etmek, gelen misafirlerime kendi yetiştirdiğim ürünlerden vermek. Geçen ay bahçenin en az ürünü olan bir zamanda gelen bir arkadaşıma kendi bahçelerinde dikmek için bazı fideler vermiştim, her biri tutmuş, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Artık bahçem tohum, fidan ve fide dağıtacak anaç bir bahçe haline geldi.

Şimdi mevsim ürün açısından oldukça kısır bir zaman olmasına karşılık, yapılacak işler açısından bayağı oyalayıcı. Şu anda tam olarak olgunlaşmış sadece sultani bezelyeler var. Bakla ve normal bezelyeler ise 3-4 hafta içinde hasat edilecek hale gelir. Bu aralar taze bakla, taze enginar ve sultani bezelye ile bazı yemek tarifleri uydurdum, yeşil sofralar kuruyorum.

Bu ay içerisinde yaz sebzelerinin dikimini tamamladık. Elbette bazılarını tohumdan diktik, diğerlerini ise fide olarak. Bundan sonra altlarını çapalanma, toprak doldurma, organik gübreleme, sulama, yabani otlardan arındırma gibi sonsuz bir uğraş vereceğiz. Yani pazardan markette aldığınız her bir meyve sebzenin farkında olmak lazım, çiftçinin hakkını alması lazım, gerçekten çok emek gerektiriyor.

Geçen hafta zeytinlerin çapasını yaptırmak için işçi çalıştırdım, o gün meğer arka lastiğe bir vida girmiş, sabah erkenden lastik yere yapışmıştı. Neyse ki evde kompresör var ve bizim Sermin bu işlerde beceriklidir, lastiğimi şişirdi, sabahın köründe sanayiye gittim. Vallahi bence dünya dönüyorsa sabah sabah neşe içinde işini yapan bu çocuklar sayesinde dönüyor.

Geçen hafta bizim ev de geçen hafta ecinli gibiydi, su işlerine bakan ustalar tam 3 kez gelmek zorunda kaldılar. İlk gelişlerine biz çağırdık; bahçenin damla sulamalarını kontrol etmek ve bozuk vanaları değiştirmek için geldiler. Bir gün önce bahçede bir noktada su sızıntısı olduğunu fark etmiştik, meğer bir bor dirsekten çıkmış, onu tamir etmek için eve gelen ana su vanasını kısa süreliğine kapatmak zorunda kaldık. Tam da o gün köyün su deposunun temizlendiği gün idi, yani köyün suyu saatlerce kesikti, ancak bizim evin suyu ertesi sabaha kadar kesikti. Meğer evin ana vanasıyla uğraşınca ana dirsek yerinden oynamış, köye su verilince de yerinden çıkmış, tabii muhtar köyün suyu boşa akmasın diye gelip bizin evin suyunu kesmiş. Yani ertesi sabah bizim sucular acilen tekrar gelip borularımızı, vanalarımızı düzene soktular.

Bundan 2 gün sonra akşamüzeri yatağımda uzanmış, bir şeyler okurken çatıdan pof diye kuvvetli bir ses geldi, ne oldu diye araştırınca yağmur oluğunun yerinden çıktığını fark ettik, ertesi gün de bu yağmur oluklarını yerlerine takmak için geldiler. Neyse ki bu gelişleri zaten bizim çevre köylerdeki ve bizim zeytinlikteki bir takım işlerini yapmak için planladıkları bir zamandı. O gün endişeden beni bir sıtma tuttu, yataktan çıkmaya zorlandım, ama altı metrelik merdiveni duvara dayayıp, çatıya çıkan adamlar varken yatmak da mümkün değil. Bir taraftan onlar çatıdan sarkmış çalışırlarken bakmamaya çalışıyorum, diğer yandan bakmadan duramıyorum, o yarım saat oldukça zor geçti. Benim garip bir yükseklik korkum vardır, neyse ki gençlerden birinin hiç boşluk hissi yoktu, onun güvenli hareketlerinden biraz ruhsal destek aldım. Yoksa avaz, avaz bağırabilirdim. Daha tövbe, çatıya usta çıkartmak gerekirse asla bakmam, mümkünse evde olmamayı tercih ederim.

Aromatik bahçe
Show Buttons
Hide Buttons