Category Archives: Genel

SON ZAMANLARIN ÖZETİ, HERYER YEMYEŞİL OLSA DA BEZGİN BEKİR RUH HALİNDEYİM; GENE EVDE USTALIK İŞLER ÇIKTI

Aylardan beri beynim uyuşuk, galiba depresyondayım. Depremden beri takıntılı bir şekilde depremdi, seçimdi, kim öldü, kim kaldı, kim ne dedi, sürekli bu tür haberlerle meşgul olup; sanki bilinçli, hatta takıntılı bir şekilde kendimi gergin bir ruh haline sokuyorum. Çöktüm. Üstelik adeta kendi isteğimle çöktüm.

Neyse ki yılın en güzel aylarından ikincisi olan Mayıs ayının güzellikleri beni bir parça ayağa kaldırıyor (favori ayım tabii ki Eylül).

Geçtiğimiz aylardaki yağmur kıtlığına inat güzelce bahar yağmurları aldık, otlar yükseldi, buğday tarlaları rüzgârda adeta deniz gibi dalgalanıyor; her yer yemyeşil, çevremizdeki bütün bitkiler, otlar, ağaçlar, çiçekler, dikenler, makiler coşmuş halde.

Henüz havalar çok ısınmadan (çok sıcak aylarda hem aşırı güneş, hem de sürüngen korkusundan ara veriyorum) hala her gün yürüyüş yapıyorum; artık köylüler arasında iyice nam saldım, kimse yadırgamıyor, hatta kadınlar bana özeniyorlar. Yürüdüğüm yollar boyunca kadınlar, çobanlar, komşularla selamlaşıyorum; hatta köpekler bile kadrolu selamlayıcılarım oldu. Mesleki deformasyon sayesinde pek uyku düzenim yoktur, sabah kör saatlerde uyanırım. Ben de bu özelliğimi iyi bir alışkanlığa dönüştürdüm, henüz hava yeni aydınlanmış ve serinken yürümeye başlıyorum. Aşağı yukarı 2 saat, orman yollarında, köy sokaklarında, dereler, ormanlar, çiftlikler, ahırlar, evler, inşaatlar, tarlalar arasında, kuş sesleri, inek böğürtüleri, köpek havlamaları dinleyerek yürüyorum. Ben yürürken etrafımda köyün olağan günlük hayatı akıyor; süt toplama alanına sütler taşınıyor, ekmek arabaları, süt tankerleri geliyor, okul servisi çocukları topluyor, hayvanlar otlamaya çıkarılıyor, tarlalara gidiliyor. Günlük favori güzergâhımı yürürken hem kendi yaşadığım köyün, hem de yukarı köyün içinden geçiyorum. Yukarı köyde benimle eş zamanlı hayvanlarını çıkaran bir kadın çoban var, bir gün köpekleri üstüme atlar, başka gün keçileri beni takip eder, hem kadınla hem de sürüsüyle bayağı arkadaşlık kesp ettik.

Bu düzenli yürüyüşleri de yapmasam iyice depresyonun dibine vuracağım. Doğa içerisinde yürümek sürekli mekân farkındalığı gerektirdiği için, çok bilindik bir parkurda yürümek bile alet üzerinde yürümekten çok daha iyi geliyor bana, her şeyden önce makine ile dövüş halinde olmuyorsun, etrafta ne var, ayağımı çamura mı basıyorum, şu çiçek ne renkmiş, kuş nasıl ötmüş derken yürüdüğünün bile farkında olmuyorsun. Zihin dinginleşiyor.

Mayıs ayı bahçenin de çok hizmet beklediği bir aydır, neyse ki bayağı bitirdim. Zaten yapmayı sevdiğim ikinci iş bahçede zaman geçirmek, daha da çok sevdiğim bitkilerin büyümesini görmek, tazecik ürünleri hasat etmek, gelen misafirlerime kendi yetiştirdiğim ürünlerden vermek. Geçen ay bahçenin en az ürünü olan bir zamanda gelen bir arkadaşıma kendi bahçelerinde dikmek için bazı fideler vermiştim, her biri tutmuş, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Artık bahçem tohum, fidan ve fide dağıtacak anaç bir bahçe haline geldi.

Şimdi mevsim ürün açısından oldukça kısır bir zaman olmasına karşılık, yapılacak işler açısından bayağı oyalayıcı. Şu anda tam olarak olgunlaşmış sadece sultani bezelyeler var. Bakla ve normal bezelyeler ise 3-4 hafta içinde hasat edilecek hale gelir. Bu aralar taze bakla, taze enginar ve sultani bezelye ile bazı yemek tarifleri uydurdum, yeşil sofralar kuruyorum.

Bu ay içerisinde yaz sebzelerinin dikimini tamamladık. Elbette bazılarını tohumdan diktik, diğerlerini ise fide olarak. Bundan sonra altlarını çapalanma, toprak doldurma, organik gübreleme, sulama, yabani otlardan arındırma gibi sonsuz bir uğraş vereceğiz. Yani pazardan markette aldığınız her bir meyve sebzenin farkında olmak lazım, çiftçinin hakkını alması lazım, gerçekten çok emek gerektiriyor.

Geçen hafta zeytinlerin çapasını yaptırmak için işçi çalıştırdım, o gün meğer arka lastiğe bir vida girmiş, sabah erkenden lastik yere yapışmıştı. Neyse ki evde kompresör var ve bizim Sermin bu işlerde beceriklidir, lastiğimi şişirdi, sabahın köründe sanayiye gittim. Vallahi bence dünya dönüyorsa sabah sabah neşe içinde işini yapan bu çocuklar sayesinde dönüyor.

Geçen hafta bizim ev de geçen hafta ecinli gibiydi, su işlerine bakan ustalar tam 3 kez gelmek zorunda kaldılar. İlk gelişlerine biz çağırdık; bahçenin damla sulamalarını kontrol etmek ve bozuk vanaları değiştirmek için geldiler. Bir gün önce bahçede bir noktada su sızıntısı olduğunu fark etmiştik, meğer bir bor dirsekten çıkmış, onu tamir etmek için eve gelen ana su vanasını kısa süreliğine kapatmak zorunda kaldık. Tam da o gün köyün su deposunun temizlendiği gün idi, yani köyün suyu saatlerce kesikti, ancak bizim evin suyu ertesi sabaha kadar kesikti. Meğer evin ana vanasıyla uğraşınca ana dirsek yerinden oynamış, köye su verilince de yerinden çıkmış, tabii muhtar köyün suyu boşa akmasın diye gelip bizin evin suyunu kesmiş. Yani ertesi sabah bizim sucular acilen tekrar gelip borularımızı, vanalarımızı düzene soktular.

Bundan 2 gün sonra akşamüzeri yatağımda uzanmış, bir şeyler okurken çatıdan pof diye kuvvetli bir ses geldi, ne oldu diye araştırınca yağmur oluğunun yerinden çıktığını fark ettik, ertesi gün de bu yağmur oluklarını yerlerine takmak için geldiler. Neyse ki bu gelişleri zaten bizim çevre köylerdeki ve bizim zeytinlikteki bir takım işlerini yapmak için planladıkları bir zamandı. O gün endişeden beni bir sıtma tuttu, yataktan çıkmaya zorlandım, ama altı metrelik merdiveni duvara dayayıp, çatıya çıkan adamlar varken yatmak da mümkün değil. Bir taraftan onlar çatıdan sarkmış çalışırlarken bakmamaya çalışıyorum, diğer yandan bakmadan duramıyorum, o yarım saat oldukça zor geçti. Benim garip bir yükseklik korkum vardır, neyse ki gençlerden birinin hiç boşluk hissi yoktu, onun güvenli hareketlerinden biraz ruhsal destek aldım. Yoksa avaz, avaz bağırabilirdim. Daha tövbe, çatıya usta çıkartmak gerekirse asla bakmam, mümkünse evde olmamayı tercih ederim.

Aromatik bahçe

ÇANAKKALEDE DİBLE YAPMAYA KALKTIM. BAHÇEDE NE BULDUYSAM İÇİNE KATTIM, ORTAYA 5 YEŞİL, 1 BEYAZ DİBLESİ ÇIKTI

Burada yaz bahçelerinin sebzeleri çoğunlukla 23 Nisan ile hıdrellez arasında dikiliyor, ancak Haziran ortasına kadar da dikim yapılabiliyor. Bu sene hıdrellezde havalar geceleri çok soğuk olduğu için dikim işini bu hafta yaptık. Şu anda bahçede baklalar ve sultani bezelyeler olmaya başladı. Bizim bulunduğumuz köyde enginar olmuyor değil, oluyor ama hem çok geç oluyor, hem de çiçeğini büyütemiyor, gene de heveslenip birkaç kök dikmiştik, üzerlerinde birkaç küçük enginar büyümeye başladı. Dereotlarını kendiliğinden tohumlanmaya bırakıyorum, bir hayli çıkıyorlar, şu anda da yeniden tohuma karışmak üzereler. Yeşil soğanları ise salata için dikmiştik, ama bu sene ne hikmetse neredeyse hiç salata yemediğimiz için onlar da kalınlaştılar ve cücüklenmeye başladılar. Ben de bahçeden bir çeşit dible yapmaya karar verdim.

İÇİNDEKİLER

1 bardak pirinç

15 kaç adet yeşil bakla

15 sultani bezelye

1 körpe enginar

3 adet yeşil soğan

Bir miktar dereotu

Tuz, zeytinyağı, su

YAPILIŞI

Baklalar ve bezelyeler zaten çok körpe oldukları için bir santimlik parçalar halinde kestim ve bu şekilde kısa süreli haşladım.

Enginarın ise hem sapını, hem çiçeğini ufak parçalar halinde kestim, körpe yaprakları da teker teker koparıp hepsini kısa süreli haşladım.

Pilav tenceresinde önce soğanları biraz soteledim, bütün sebzeleri içine katıp birkaç dakika daha pişirdim. Sebzelerin tuzunu kattım.

Başka bir tencerede önceden suda bekletip iyice yıkadığım pirinçleri zeytinyağında pirinçler şeffaflaşana kadar kavurdum. Tuzunu attım.

Pirinçler üzerine 1,5 bardak sıcak su koyarak 10 dakika suyun kaynamasını bekledim. Pilavı, pişmiş sebzeleri ve kıyılmış dereotunu da ekleyerek karıştırdım. Dıblenin altını kısarak 10 dakika daha pişirdim. Altını kapatıp, kapağın altına kağıt havlu koyarak 20 dakika demlendirdim.

Benim damak zevkime göre muhtemelen hayatımda yaptığım en güzel yemeklerden biri oldu. Böyle bahçe ilhamı ile yaptığım her şeyi çok seviyorum.

GÜNÜ BİRLİK OT FESTİVALİNE GİTMEYE KALKTIM, ĞORĞOLALARA KARIŞTIM; HERŞEY KARARINDA GÜZEL.

Mayıs ayında İzmir’de bir Alaçatı ot festivali, bir de Urla enginar festivali adı altında iki panayır düzenleniyor, başkaları da vardır muhtemelen ama bu ikisi buraya taşındığımdan beri ilgimi çekiyor ve gitmek istiyorum. Çünkü Ege yemek kültürünün olmazsa olmazı kendi deyimleri ile keçinin yediği her ottan yemekler mezeler yapmaları. Bölgenin eşsiz zeytinyağını da bin bir çeşit  ota ekleyince sonuç ‘ yeme de yanında yat’ mertebesine ulaşıyor.

Meğer buraya gelmeden ne kadar az yenebilir ot çeşidi biliyormuşum, şimdilik denediğim otlar arasında cibes, şevketi bostan, turp otu ve gelincik favorim. 

Alaçatı zaten deniz mevsiminde kalabalıktır, ot festivali zamanında iğne atsan yere düşmez bir hale geldiğini biliyordum, ben de bir tur şirketinin düzenlediği tura katılmayı daha uygun buldum, iyi ki öyle yapmışım, kendi aracımla gitsem muhtemelen 2 gün geri dönemezdim. Çünkü dönüş yolunda İzmir’de Cumhurbaşkanının miting saatine denk geldik. Birçok ana arter kapatıldığı için, trafik inanılmaz yoğundu ve aracımızı çok garip şehir içi yollara yönelttiler. İzmir’den geçmek 3 saate yakın sürdü, bu arada İzmir’in ne kadar mahalle arası varsa içinden geçtik, bütün gecekondu mahallelerini dolandık, öyle ki otobüsümüz bazı yerlerde her iki yönde de 10-15 santimle kurtardı, balkonlarda asılı ne kadar çamaşır varsa otobüsü sildi, derelerden, tepelerden aştık, mahalle aralarında seçim bürolarının, pankartların arasından dolandık, ters yöne yönlendirilen kavşaklardan, yol inşaatlarından, direklerin aralarından, kaldırımlardan, 45 derecelik yol ayrımlarından, otobüsün boyundan kısa dönemeçlerden geçtik. Bir ara daha merkezi kısımlara daldık ki, meğer her bir meydancıkta farklı bir partinin mitingi varmış, koca otobüsle, o miting alanı senin öteki benim dolaşırken, ağaç dalları aracımızı çizdi, önümüzden kaçmayı son anda beceren bisikletli vatandaşlar hayatlarının korkularını yaşadı, trafik direkleri zor zahmet sıyırıldı. Uzun sözün kısası İzmir’de Allah tarafından çok becerikli bir şoför bizi, önce ip cambazı oradan oraya, sonunda şükür sağ salim İzmir’den dışarı attı.

Bu geziden aklımda ot festivali değil de bu karmaşa(ğorğola) kaldı.

Ot festivali biraz şekil değiştirmiş, eskiden sadece kuru şifalı otlar ve mevsimlik yenilebilir otlar sergilenir ve satılırken, bu gün ürün standına rastlamak mümkün. Beni en çok deprem bölgesinden gelen stantlar sevindirdi, kuruluk dolmasından, Maraş tarhanasına kadar pek çok ürün vardı. Küçük üreticinin yaptığı; reçel, peynir, zeytin, salça gibi butik ürünler yanı sıra ev kadınlarının yaptıkları sarmalar, dolmalar, börekler, ekmekler, gözlemeler de oldukça göz dolduruyordu. Ayrıca normal Alaçatı kalabalığı da başlamış, bin bir çeşit el marifeti tezgahı, takılar, Ege tatlıları, dondurmalar arasında seç beğen al.

 Güya ot festivaline gittik ama, benim aklımda otlar kadar İzmir’in hamur işleri de kaldı. Fırınların hepsine bayıldım, çeşit çeşit ekmekler, sandviçler, boyozlar, tatlılar, İzmir bombaları, gerçekten hamur işi dükkanlarının tezgahları çok göz alıcıydı.

Taze ot tezgahlarına gelince mevsim itibarıyla en çok enginar, kuşkonmaz ve Ege’ye özgü yabani otlar vardı. Beni en çok etkileyen tezgahlar ise bir kaç yabani otun temizlenip, belli kalınlıkta kesilmiş, harmanlanmış halde satılmasıydı. Bu harmanların alıcısı da bir hayli fazla, hatta birinde içindeki otları da yazmıştı; şevketi bostan, taze soğan, cibes, kara lahana, radika vb.. Demek ki insanlar bu karışım otları da tüketiyorlar. Tezgahtarlara sorunca en çok yumurtalı ot kavurması önerdiler. İçkiciler belli oluyordu, onların tarifleri otun haşlanıp, sarımsak, tuz ve zeytinyağından oluşan bir sosla yenmesiydi. Şavketi bostan köklerini kuzu etli yemek yapıyorlar. Enginar ise ya bakla ile zeytinyağlı yapılıyor, ya da tercihan dolma şeklinde.

Bu arada çok güzel turistik bir köy olan Germiyan köyüne gittik. İnandım, iman ettim ki, bir köyü turistik hale getirmek istiyorsan duvarları renkli resimler çizeceksin, kapıları rengarenk boyayacaksın, eh bir de begonvil sardın mı duvara, dekor tamam, artık iş bir köy kahvesinin önüne atılmış birkaç sandalyeye kaldı. Ege’deysen mutlaka ve mutlaka dut suyu da olacak. Tarihçe desen ondan bol ne var? (Günü birliğine Troas’tan İyonya’ya gidip döndüm.)

Çeşme Kalesini gezdik, Sakız Adasını seyrettik, Çaka Bey’den Çariçe Katerina’ya tarih bilgisi yeniledik, renkli kapıların, hoş sokakların resimlerini çektik, bir top dondurmaya 35 Tl verdik, tabana kuvvet yürüdük, tur rehberleriyle atıştık, uygunsuz yerlerde yemek yedik, rehberden bir türlü duyulamayan açıklamalar dinledik, çoğumuz buluşma yerine saatinde gelemeyip gurubu bekletti, sonra da guruba çıngar çıkardı, yeni insanlarla tanıştık, görüşmeyeceğimiz kişilerden telefon numaraları aldık, İzmir’de labirentte peynir arayan fare gibi dolanırken olur olmaz espriler patlattık, sinirler bozuldu, gülündü, hasılı kelam bir turda yaşanacak ne varsa yaşandı (şükür ki tek eksik otobüste göbek atılmasıydı).  

Böyle festivallere bir kereden fazla gidilmez; sadece İzmir’deki olağan üstü trafikten değil, Alaçatı’daki kalabalıktan da çok yorulduk. Sokaklar adeta birinci lig şampiyonluk maçı sonrası stadyum boşalıyor gibiydi, yollarda yürürken, kendinizi insan kalabalığına soktunuz mu, artık kalabalıkla bütünleşip, topluluğun ilerleme hızına göre yürüyebiliyorsunuz, kendi bilinçli çabanızla adım atıp da bir sonuç ummak mümkün değil.

Salgın sırasında insan kalabalıklarından uzak yaşadık, hatta insan yüzü görmeye hasret kalmıştık, fakat geçen zamanda bir çeşit gulyabaniye dönmüşüz, herkes kalabalıktan şikayet etti. Kimse artık gereğinden fazla insana tahammül edemiyor. Vallahi ne az, ne çok her şey kararında güzel.

TROAS TOPRAKLARINDA HOMEROS İZİNDE GEZMEK, PARİSTEN GÜNÜMÜZE SİNİR OLDUĞUM TİPLEMELER

Çanakkale il sınırları içerisinde gezmek, dinlemeyi bilene Homeros’un destanında gezmek gibi; bir köye gidiyorsunuz bir kaya, bir mağara, bir dere, bir tepenin (bir çoğunu bu destanla ilişkilendirebileceğiniz) bir hikayesi olduğunu fark ediyorsunuz. Troya Destanının en önemli kahramanlarından biri kuşkusuz Paris’tir. Bu güne kadar duyup da Paris’le bağdaştırdığım, iki farklı köydeki, iki farklı efsaneden söz edeceğim.

Bunlardan ilki Çanakkale ili merkez ilçesine bağlı Akçalı köyüne giderken, yolda gördüğümüz tuhaf şekilli üç kayanın hikayesi idi. Köyde doğup büyümüş olan arkadaşım bu kayaları üç kız kardeş kayaları olarak tanımlamıştı ve bu efsane bana kuşkusuz; Paris’in hakemlik yaptığı üç tanrıçayı çağrıştırmıştı. Geçen hafta sonu ise Bayramiç ilçesi, Elmalı köyünde, Güvercinkaya şelalesi ve mağarasının Paris ile ilişkilendirilen hikayesini öğrendim ve Kaz Dağlarında zorlu bir yürüyüş ile 1000 metre yükseklikteki mağaraya ve mağaradan fışkıran şelaleye kadar gittim.

Paris; Troya kralı Priamos ile kraliçe Hekabe’nin oğludur, ancak annesi bu çocuğu doğurmadan korkunç bir rüya görmüş ve kahinlerden, bu çocuğun Troya şehrinin sonu olacağının bilgisini almıştır. Bunun üzerine çocuğu İda Dağında bırakırlar, onu bulan çoban geçen gün gittiğim mağara çevresinde onu kendi oğlu olarak büyütür. Ancak Yunan tanrılar konseyinin planları henüz bitmemiştir. Bir şekilde yolu Zeus’un nifak tanrısının Athena, Hera ve Afrodit arasında soktuğu anlaşmazlığın ara buluculuğu Paris’e düşer. Paris de kendine sunulan rüşvetler arasından dünyanın en güzel kadınını seçer. Böylece Akha’lı Menelaos’un karısı olan Heleni kaçırıp Troya’ya getirir (geçen sürede Paris yaşlı anne babası tarafından tanınıp çoktan affedilmiştir). Troya savaşını başlatan bahane de işte bu gayri meşru aşk hikayesi olur. Zamanın bütün Akha kralları Menelaos’un abisi Agamemnon komutasında Troya kuşatmasına başlarlar. On yıl süren ve birçok tanrı ve tanrıçanın da taraf tuttuğu bu savaşın sonunda Paris Herakles’in oku ile yaralanır, ama onu asıl öldüren Hera’nın kanı olarak bilinen kan zehirlenmesidir.

Paris’in bu savaştaki en önemli rollerinden biri de savaşı sona erdirebilecek tek hamlenin onun tarafından yapılmış olmasıdır; yani Aşil’i Paris öldürmüştür. Bu savaş; ardında insanlık tarihine dünyanın en ünlü efsanelerini bırakmış olmasına karşın aslında galibi olmayan bir savaştır; çünkü her iki taraf da yenilmiş, hatta bozguna uğramıştır. Troya şehri yerle bir olmuş, her iki taraf da neredeyse bütün kahramanlarını kaybetmiştir. Sonuç hüsran ve yenilgi ile geri çekilmek, en büyük kazanım olarak savaş öncesi hayatlarına geri dönebilmek ihtimali ile yollara düşmektir (Odysseia efsanesinin konusu).

Efsanede Paris; dünyanın en ünlü savaşını başlatan ve bitiren kişi olarak sunulmuş olmasına karşılık asıl mesela akçeli hırslardır. Her savaşın sebebi kazanç sağlamaktır (Troya o sırada bilinen bütün denizlerin ticareti yollarını elinde bulunduruyordu), büyük bir savaşı başlatmak için ufak bir kıvılcım çıkarmak yeterlidir(kimse dürtmese Paris’in evli olan Helen’i tanıması bile imkansızdı).  Savaşların hiç birinde galip diye bir şey yoktur, savaşın bütün tarafları sonunda zararlı çıkarlar. Ve aslında savaşı başlatmak da bitirmek de aynı kaynağın (gücün, ihtiyacın) marifetidir.

Bize de; Troas topraklarında halen devam ettirilen efsanelerin izini sürmek kalıyor. Hemen her kasabada bazı izler var: mesela Troya müzesinde sergilenen en önemli eserlerden biri; Biga’da ‘Kız öldün’ tepesinden çıkartılmış, kral Priamosun kızlarından birine ait olduğu anlaşılan lahittir.

Gelelim hafta sonu gezisine; hafta sonlarında Çanakkale’nin köylerini gezen bir guruba dahil oldum, çok sık birlikte olamasam da bazı gezilerine katılıyorum. Bu hafta da bir otobüs ile Kaz Dağında bir çeşme başına kadar otobüs ile gidip, son 4-5 kilometreyi yürüdük. Yolun son aşamasında ise 500 metrelik bir patika tırmanışı, dere geçişleri filan vardı. Parkur böyle zorlanınca gurubun bir kısmı geri kalıyor, ben ise eski trekking tecrübeme güvenip sonuna kadar gidiyorum.  Bin metre irtifada, içinden çok gür bir ırmak akan ufak bir mağara ve bu mağaradan çıkarak kayadan dökülen bir çağlayan gördük. Bu mağarada Troya antik kentini ilk bulan ve anlaşıldığı kadarıyla Homeros Destanlarının izini sürmeye oldukça kararlı olan Calvert ailesinin çocuklarının isimlerinin yazılı olduğu bir duvar varmış, ancak yanımızda ışık kaynağı olmadığı için göremedik. Mağaranın çok küçük bir kısmını gördük, ama bu güne kadar bunca mağara gördüm, içinden bu denli gür dere akanı ilk defa görüyorum, galiba suyun en bol olduğu mevsime denk geldik. Mağarayı gezebilmek için derenin aktığı daracık yarıktan ilerlemek lazım ki, bunun alet edevat gerektirdiği çok açık. Bu dere, yeryüzüne çıktığı anda en az 10 metre yükseklikteki bir kayadan dökülen tek kırımlı, iki kollu bir çağlayana dönüşüyor. Bölgede bu derenin yanı sıra oldukça zengin ve kompleks bir derecikler ağı var, hepsi birleşip kayalardan düşe kalka, güzel görüntüler sunan çağlayanlar silsilesi oluşturarak; At çukuru denen mevkide büyükçe bir dereye dönüşüyor.  Bütün bu manzaranın Kaz Dağlarının görkemli karaçam ormanlarının arasında olduğunu da ekleyin, manzara güzel ötesi.

Elbette Kaz Dağlarının bu muhteşem ortamında bir de piknik yapıldı, güzel resimler çekildi, oyunlar oynandı. Bu arada kendi yaşımda bir kadın ve onun 44 yaşındaki oğlu ile tanıştım, hatta önce ben mağaraya çıkıp çocuğa yol gösterdim, çocuk benim yaşımı öğrendikten sonra anasını zorla mağaraya çıkardı. Benden Doğu Karadeniz Dağları ile Kaz Dağlarının güzelliğini kıyaslamamı istedi. Her ikisi de kendi klasmanında dünya güzelidir dedim.

Bu arada gezide hiç haz etmediğim adam tiplemeleri ile de karşılaştım tabii. Birincisi rehberden gıcık kaptım; hani hiçbir şey bilmeyip de her bir şeyi bilen birileri vardır ya; işte rehber onlardan biriydi. Nasıl rehber ise söyleyeceği hikayeyi bile tam öğrenmemiş, ona sorarsan Paris savaştan kaçıp bu mağaraya sığınmıştı. Bunu duyunca hemen mimledim tabii adamı. Üstüne üstlük bir de yolu çok iyi bildiğini iddia edip düz yolda iki kez yolu şaşırdı, doğru yolda olduğumuzdan emin misiniz diye sorunca da ( bizi yanlış yolda sokmuşken)ben CPS gibi adamın dünyanın neresinde olursam olayım yolu bulurum diye cevap verdi. Bu andan itibaren adamın gönlümdeki adı ‘cipiesim rehberim’ kaldı ve ikrah duygumu hakkıyla kazandı.

Bundan sonra da, gezideki bazı adamlardan gıcık kaptım. Bunlar yaşları ve kondüsyonları nedeniyle yürüyüşte oldukça zorlandılar, buraya kadar tamam. Ama bu adamlar, dönüş yolunda otobüste alabildiğine yüksek sesle ve uzunca bir süre profesyonel futbolcuları eleştirdiler, eğer futbolu oynayan ‘kendileri olsaymış ne yaparlarmış’ hayallerini anlata anlata, sporcuları söve söve bitiremediler. Ulan siz az önce düz orman yolunda şişen adamlar değil misiniz? Yüksek sesle erkek milletinden işte bu ‘odun kırıcının ıh deyicisi olma’ hastalığından ötürü hiç hoşlanmadığımı söyledim. Neyse ki deli deliyi görünce çomağını saklarmış, çomaklar saklandı, böylece sessizce ve rahatça geri döndük.

EL NİNOLU İLKBAHAR; BİR SÜRÜ UYGARLIĞI YOK ETMİŞ SU KITLIĞI VE İKLİM KRİZİ ARTIK MODERN ZAMANIN EN ÖNEMLİ MESELESİ HALİNE GELDİ.

Yıllardan beri gelecek diye uyarıldığımız, ama ne yalan söyleyeyim, daha en az önümüzde on yıllar var sandığım iklim krizi artık iyice kendini belli etmeye başladı. Korkarım ki bu sadece özsöz; henüz başımıza neler geleceğini tam olarak kavrayabilmiş değiliz, hatırlamak için son iki üç yıldan beri köyde fark ettiğim bazı tuhaf halleri özetlemek istiyorum, böylece durumun ciddiyetini belki biraz daha net algılarız.

İki yıl önce günlük hava sıcaklığında henüz önemli bir farklılık hissetmemişken, denizden bir uyarı geldi, daha önce varlığından bile haberdar olmadığımız, deniz sümüğü diyebileceğim bir musibet aylarca deniz yüzeyini kapladı, arkasında iğrenç kokular ve umutsuzluk bırakarak denizin dibine doğru çöktü; bu olayın denizdeki yaşama ne kadar büyük zarar verdiğine dair henüz net bir bilgimiz yok.  Müsilajı oluşturan ana sebep Marmara Denizine dökülen ve kirliliğe sebep olan  şehir ve sanayi atıklarıdır, ancak çok büyük bir olasılıkla o yıl bu sümüğün bu denli artmasına neden olacak bir mevsimsiz ısı değişikliği de söz konusuydu. Çünkü bu sümüğün canlı bir organizmanın gereksizce artması sonucunda geliştiğini ve  deniz ısısının bu garip canlı ile beslenen diğer bir canlının yeterince artmasına engel olacak gibi diğer yıllardan farklı olması, kısaca ekolojik dengenin bozulması sonucunda meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Deniz kirliliği de bu duruma tuz biber oldu tabii.

Geçtiğimiz son iki yılda ise oldukça alışılmadık bazı iklim olayları yaşadık.

Bizim köyde geçen seneden en çok hatırladıklarımı yazacak olursam sonbahar oldukça kurak geçmişti; hatta sadece tarım kullanımına değil aynı zamanda şehre içme suyunun da karşılandığı Atikhisar barajında neredeyse su kalmamıştı. Ama aniden bastıran şiddetli yağmurlarla 1-2 hafta içerisinde doldu, taştı. Yanılmıyorsam Kasım ayından itibaren yaz aylarına kadar inanılmaz yağmur yağdı; bu yağmurlar öyle pek normal yağmur gibi değildi, haftalarca, günlerce damla düşmüyor, sonra da inanılmaz derecede fazla yağmur çok kısa sürede yağıyordu. Hemen her yağış, sele heyelana neden oldu yani felaket gibi yağdı. Kış mevsimi de çok garipti, bir iki hafta ilkbahar havası ardından inanılmaz bir soğuk dalgası oluyordu, her sene Aralık sonundan, Şubat sonuna kadar aralıklarla yağan kar, geçen sene Mart ayında tek bir seferde yağdı.

Bu zamansız kardan sonra geçen ilkbahar ve yaz aylarında tam  aylarca yağmur yüzü görmedik, buna karşın tam üzüm hasat edilecek günlerde gen mevsimsiz yağarak bütün hasadı berbat etti. Kış ise neredeyse hiç hissedilmedi, bir kez göstermelik bir kar yağdı, hepsi o kadar. Bizim evin önünde bir dere var, bu dere eylül ayından bir sonraki temmuz ortasına kadar akar, yani topu toplamı bir iki ay kurur. Bu yıl ise tam dokuz ay hiç suyu yoktu, ancak Mart ayında biraz akmaya başladı, geçen yıl çağlayanları olan derenin bu yıl yatağında pek çok yerde görünme olması çok düşündürücü.

Ülke bütün yıl ağır kuraklık tehdidi altındayken, ilk baharda bir miktar yağmur yağdı, ama o da çok dengesiz yağdı; deprem bölgesinde ardı ardına sel oluyor. Arabistan’da bu yıl kar yağışı, yağmurlar, seller dur durak bilmiyor.

Tam da bize tarif edilen iklim krizinin ortasına düştük.

Bundan sonra su israfı yapan vatan hainidir, insanlık düşmanıdır. Bunu yazarken ülke geleceği için tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gereğini de biliyorum. Artık bu iklim değişikliğine nasıl adapte olup da bu süreç yönetilecek, bilemiyorum.

Köyde yaşayınca doğa olaylarını şehirde yaşadığından çok daha net hissedebiliyorsun. Mesela geçen yıllarda olan bu garip hava durumu, kaç yıllık fidanlarımı soğuktan yaktı, yeni dikilenler ise kurudu; sonuç gerçekten de iklim toprağın bereketini yakından etkiliyor. Bence mutlaka tarım ve hayvancılığın yeniden canlandırılması gerekiyor, bu garip havalar devam ettiği sürece geleneksel sistemlere göre daha sürdürülebilir yeni yöntemler  geliştirilmesi lazım, su tasarrufu ise hayati öneme sahip.

Bu yıl eğer sarnıç dolmasaydı yazın köyün suyunu harcamamak için sebze dikmemeye karar vermiştim, ama çok şükür son yağışlarda doldu. Ben de şimdiden yazlık fideleri hazırlamaya başladım. Bahçede ise şimdilik yapabildiğim dişe dokunur tek şey zeytinleri ilaçlatmak oldu, çapa işini ise bayramdan sonra yaptıracağım.

Bu yıl denediğim bir ‘yeşil gübre’ ve ‘yeşil kalkan’ dediğim iki yöntemi yazacağım. Yabani otlar ve tohuma bıraktığım turp, marul, havuç, pazı gibi sebzelerle yaptığım bu yöntemler hem toprağı zenginleştiriyor, hem de su tasarrufu sağlıyor.

Benim yeşil kalkan dediğim yöntemi geçen yıl bahçıvanımdan öğrenmiştim. Meyve ağaçlarının altı çapalandıktan sonra bu çapalanan alana yabani ot yığılıyor, böylece bu yabani oy yığını toprağın üzerinde bir kalkan oluşturup, suyun buharlaşmasını engelliyor ve ağaç çok daha az su ile yetiniyor. Bu yöntem buradaki köylüler tarafından bilinip kullanılıyor, yeşil kalkan sözü ise bana ait. Zeytinler meyve verdikten sonra artık kökleri yer altı sularına ulaştığı için sulanması gerekmiyor. Gene de ağacı serin tutmak için altına ot yığıyorlar. Geçen yazdan beri bu yöntemi kullanmaya başladım, gerçekten de işe yarıyor.

Yeşil gübreleme yöntemine gelince; birçok sebzeyi tohumlanana kadar bekleyip, bu tohumlanmış bitkileri bahçenin çeşitli yerlerine seriyorum. Böylece bahçede kendiliğinden çıkan birçok sebze oluyor, ben artık ne turp, ne pazı, ne lahana ne de marul dikmiyorum. Ancak bu yöntemi uygularken dikkat edilmesi gereken bir şey var; bu şekilde dikilen sebzeler küçük bir alanda çok kalabalık olarak çıkıyor, eğer kendi çıktığı gibi bırakırsanız birbirlerini eziyorlar, belli bir boya geldiklerinde seyreltilmeleri şart. Henüz olgunlaşmadan seyreltince çıkardığın sebze yeniden yeşil gübre olmak üzere toprağa atılıyor, geri kalanların hala bir kısmı fide olarak dağıtılabiliyor, en son bıraktıklarınız da bir kısmı kendi tüketimimiz için, bir kısmı da yeni tohumluklar. Geçen yıl toprağa yatırdığım sebzelerden bu yıl pazı ve havuç fidelerinden bir arkadaşıma verdim. Dereotu ise hem bize hem de komşumuza bol bol yetiyor. Bu şekilde toprak birçok bitkiden aldığı çeşitli vitamin ve minerallerle beslenip zenginleşiyor. Sonuç olarak hem toprak kazanıyor hem de biz.

Geçen gün köyümüze su tasarrufunu anlatmak üzere bir öğrenci gurubu geldi. Hocalarını tanıdığım için gurupla buluştum ve onları kendi bahçemde de gezdirdim. Onlara su tasarrufu için yaptığımız yöntemleri gösterdim. Bahçedeki su kanallarını, sarnıcı yani su hasadını anlattım. İkinci olarak damla sulamayı gösterdim. Son olarak da yeşil kalkan yöntemini anlattım.

İkinci konu olarak da toprağı güçlendirmek için kullandığım yöntemleri yani; konvansiyonel hayvan gübresi, yeşil gübre ve su hasadı yapmak için kullandığımız su kanallarında biriken humuslu toprağı solucan gübresi gibi kullandığımızı anlattım. Mutfak artıklarından oluşturduğumuz kompost topraklarını gösterdim.

Sonuç olarak gençlere anlattıkları konunun laboratuvarını göstermiş gibi oldum. Çok heyecanlandılar, yaptıkları köylüleri bilinçlendirme işine daha da çok inandıklarını ifade ettiler, ben de çok mutlu oldum.

Bezelyeler görünmeye başladı
Naneler coştu
Biyoçeşitililik adına bir kaç çeşit bezelye dikmiştim
Yeşil gübrenin sonuçları böyle kalabalık oluyor

Avlu içine diktiğim sarıcı kekikler de tutmuş
Asmalara su yürüdü
Mor çiçekli bezelye
Yabani menekşeler coştu

DÜNYANIN BİN BİR HALİ; DÜNYA İNSANA DEĞİL, İNSAN DÜNYAYA AİTTİR

Bir haftadan beri ağır ağır, günler uzuyor, hava ısınıyor, son cemre de düştü, bademler çiçeklendi, otlar yükseldi, uzun zamandır hasret kaldığımız yağmurlar da nihayet başladı, muhteşem bir baharın gelişini daha izliyorum. Oysa bundan tam bir ay önce kâbus gibi bir deprem yaşadık, izlerini silmek o kadar uzun sürecek ki, şimdilik tahmin bile yürütemiyorum.

Bildiğim tek şey, güzel ülkemin en sevdiğim bölgelerinden biri şimdi adeta toplu mezarlık alanı haline geldi.

Her deprem sonrasında olduğu gibi, jeologlar televizyon kanallarının gözdesi haline geldiler, hemen herkesi depremler konusunda uzmanlaştıracak bilgileri tazelediler. Sonuç ne olacak, artık akıllanır mıyız diye düşününce bundan pek de emin değilim.

Bence; ‘akıl’ sadece bilgiyi üretebilmek değildir; veriler ışığında risk analizi ve riskleri bertaraf edecek planları yapabilmek, en önemlisi de bu planları hayata geçirecek iradeyi de gösterebilmektir. Eyleme geçecek cesareti olmayanın akıl sahibi olmasının ne anlamı olabilir bilemiyorum. Elbette bir toplum olarak yaşamanın en önemli getirisi; toplumda yaşayan bazı bireylerin teoriler üretecek akla sahip olması, kiminin bu bilgi ile risk analizi ve risklere karşı mücadelenin nasıl yapılacağını planlaması ve diğerlerinin de mevcut planları hayata geçirecek kişiler olması gibi, ne kadar devasa olursa olsun daha iyi bir gelecek için gerekenleri yapabilecek potansiyel sağlamasıdır.  

Elbette bu potansiyeli en verimli şekilde organize edebilecek yönetime sahip olması da gerekiyor.

Bizim kadar ciddi bir deprem ülkesi olan Japonya pekâlâ depremle yaşamayı öğrendiyse biz de öğrenebiliriz.

Tabii teoride bu söylediğim doğru, ya pratikte ne olacak, işte bu kısım bence bilinmez. Kimse bana ama Japonya’nın fayları deniz altında demesin, biz de fay hatları toprak yüzeyinde olan bir deprem ülkesi olarak yapılaşma, şehirleşme planlarımızı hayata geçirebiliriz. Ama zaten bizde her zamanki gibi mevzuatta sorun yok, mevzuata uyumda problem varsa o zaman takkeleri indirip öz eleştiri yapma zamanı gelmedi mi?

Eğer tövbe edeceksek, ülke olarak her şeyden önce çürük inşaat yapmaya tövbe etmeliyiz. Böyle somut bir tövbenin sonuçlarını alırsak belki de inanç için önce eşeği sağlam kazığa bağlayıp sonra Allaha emanet etmemiz gerektiğini fiilen anlayabiliriz.

Biz sadece insanız, bu evren bizim için yaratıldı megalomanlığından hatta paranoyasından kurtulmamız gerekiyor. Gerçek şu ki, biz bu gezegen üzerinde yaşayan sayısız canlı türünün içerisinde soyumuzu devam ettirebilmek adına çok iyi bir adaptasyon yeteneğini gösterebilen bir türüz, işte bu yeteneğimiz sayesinde en hızlı, en büyük, en kuvvetli tür olmadığımız halde, kendimizi gezegenin besin zincirinin tepesine konumlandırabildik. Ancak bu yeteneğimizle de boşuna övünmeyelim, böceklerin, yabani otların, virüslerin, alglerin, bakterilerin uyum yeteneği yanında bizimki solda sıfır bile değildir. Yani yarım aklımızla kendimizi yerleştirdiğimiz yaratıklar içerisinde kral tahtından, gerçek sahnemize yani dünyaya, toprağa, iklim koşullarına, atmosfere, yani gerçeğe  konumlandırmalıyız. Nokta.

Dünya deprem yaparak biz bir ceza vermeye çalışmadı, o kendi varoluş süresince yüzeyinde oluşacak değişiklikleri yaşamaya devam ediyor sadece. Dünyanın da kendi yaşam döngüsü var, bundan 4,5 milyar yıl önce doğdu, güneşin kara deliğe dönüşeceği bir zaman da hayatı sona erecek. Hayatı boyunca da dış kabuğundaki plakalar yer değiştirmeye ve yeryüzü şeklini değiştirmeye devam edecek. Sadece depremlerle, yanardağlarla kabuk şeklini değiştirmiyor, çağlardan çağlara iklim değişiklikleri de yaşıyor. Defalarca üzerindeki hayat devreleri sona erdi, sonra yeniden başladı. Bizim türümüz de bu değişken gezegen üzerinde kendi mevcudiyetini ya doğal çevrenin türümüz için yaşanamayacak kadar değişmesi ya da kendi elimizle hazırladığımız bir gerekçe ile belirsiz bir zamana kadar devam ettirecek, muhtemelen gezegenin sonu gelmeden bizim türümüzün sonu gelecek.

Bizim üzerinde yaşadığımız ve doğal devinimlerini her zamankinden daha iyi bildiğimiz bu gezegene saygı ile uyumlanmayı öğrenmemiz gerekiyor. Dünya bize ait değil, biz dünyaya aitiz. Bunun bilincinde yaşarsak belki bu kadar arsızca hırpalamayız dünyamızı.

Bu dünyada yaşamanın en zor taraflarından biri, çok farklı nefis seviyelerinde olan insan varlıklarla aynı mekânı paylaşmaktır diye düşünüyorum. Bu depremde de her varoluş düzleminden insan varlıkları açıkça gözlemledim. Ben henüz, ilk günlerde enkaz altında kurtarılmayı beklerken, soğuktan, susuzluktan ve çaresizlikten ölen insanlardan çıkamadım. Bunca hüzne rağmen bütün coşkusuyla gelen bahar, hele de bütün sonbahar ve kış boyunca süren kuraklıktan sonra yağmurla gelince içime inceden bir heves gelmeye başladı. Sabah kalkınca ıslak toprağın kokusunu hissetmek, aylardan beri kupkuru olan derelerde az da olsa akan su görmek, yabani otların kabarması iyi geldi. Bir aydan beri ilk kez ‘şimdi bu otlarla nasıl uğraşacağım’ diye gündelik hayata dair düşünürken yakaladım kendimi.

KIRILDIK

Son günlerde tanıdığım, tanımadığım birçok kişi ‘nasıl bir zamanda gelmişiz dünyaya’ diye sorguluyor. Söyleyeyim; dünyanın bir ucunda olanı öbür ucundan derhal duyduğumuz bir zamanda geldik. Yani depremler her daim oluyordu, ama bu kadar hızlı duyamıyorduk, uzak diyarlarda olanları ise hiç duymuyorduk. Bu dünya jeolojik bakımdan sürekli değişim halindedir; üzerinde yaşadığımız gezegenin kabuğu parçaları yani tektonik tabakalar çarpışıyor, karalar yer ve şekil değiştiriyor. Biz de ta Orta Asyalardan gelip dünyanın en çok deprem üreten bölgelerinden birine yerleşmişiz. Bu durumda yapılacak tek bir şey var; yer kabuğuna, toprağa, suya, rüzgara, yağmura, kısaca tabiata uygun halde yaşamak.

Deprem için yapılacaklar belli; en önemlisi jeolojik olarak aktif fay hatları belli, hatta o kadar belli ki Google earth’ın haritasından bakılınca büyük hatlar, acemi gözlerle bile görülüyor. Yani ülkemizdeki fay hatlarını uzaydan bile gözlemek mümkün. Bu haritalara bakılınca bütün yolların fay vadilerinden geçirildiğini, fay hattı üzerinde birçok yerleşim yeri olduğunu da görüyorsun.

Depremle yaşamak için yapılacak en önemli şey fay hatlarını boş bırakmak, tarla, park yapmak. Dolgu alanları da aynı şekilde boş bırakmak.

İkinci şey ise, bu kadar çok depremle sarsılan ülkede inşaatları depreme dayanıklı şekilde yapmak.

Üçüncü şey de deprem ya da başka bir doğal afet olduğu zaman bütün olasılıklara hazırlıklı bir organizasyonu her an elde bulundurmak.

Ülkenin en büyük depremleri üretme kapasitesi olan bir bölgesinde üstelik kış günü olan bir depremde ne yazık ki sınıfta kaldık. Tek tutunma noktası, tek teselli, milletin dayanışma kapasitesi oldu.

Depremin kırdığı coğrafya, insanın insan olduğu, ilk medeniyetlerini kurduğu, bence kutsal kitaplardaki insanın cennette kovulup, dünyaya indiği, dünya insanlık tarihinin bilgi bankası olan yerler.

Kişisel tarihim açısından bakacak olursam; depremin olduğu bölge mecburi hizmetimi yaptığım, daha sonra da defalarca gittiğim, tarihinden büyülendiğim, çok sevdiğim bölgelerden biri. Ülkemizin en iyi bildiğim, iyi biliyor olmaktan gurur duyduğum, en güzel anılarımı yaşadığım bölge, gün gelip de düşününce hüzünleneceğim aklıma bile gelmemişti.

Kişisel anılar ise tamamen toz duman halinde bazen tuhaf bir ayrıntı aklıma gelip saatlerce zihnimi meşgul ediyor. Mesela 1987 yılında Nemrut Dağına bir gezi yaparken, içimizden birinin mecburi hizmet yeri olan Kahta’da mola vermiştik. O evde biz yayık ayranı sunmuşlardı, günlerce toprak küplerde kokulu elma ve acı biber koyarak olgunlaştırdıkları bir ayrandı, öyle bir şey bu yaşıma geldim hala içmedim. İşte bu ayranın tadı ve bize ikramda bulunana evdeki ailenin misafirperverliği zihnimi saatlerce kurcaladı. Mecburi hizmetteyken, Diyarbakır çarşısından hangi akla hizmet aldığımı bir türlü anlamadığım, köşeli, siyah renkli cam tabaklar aklıma geldi, onları sonradan ne yaptığımı bir türlü hatırlayamadım.  Elazığ’daki evde tuvaletteki sürekli su akıtan musluk aklıma geldi. Elazığ sanayi çarşısında excahange transfüzyon yapmak için dörtlü musluk yapabilecek usta arayışlarım aklıma geldi. Arkadaşlarımın özel aracı ile Kilis’e giderken, arka koltukta kızlarının her yerimi yapış yapış şekere bulaması aklıma geldi. Hatay’da neredeyse Suriye topraklarının içinde bulunan bir lokantada yediğimiz tuzlu tavuk aklıma geldi. O geziden döndüğümde evde yediğim semizotu salatası aklıma geldi. Bir başka Hatay seyahatinde, Suriye topraklarına girer girmez girdiğimiz tuvalet taşının, zemin döşemesinin altına yerleştirildiği aklıma geldi. Maraş’la ilgili olarak en fazla aklımı meşgul eden şey ise dondurmanın karbondioksit buzuna koyularak her yere gönderilmesi oldu nedense, zihnim çok değerliymiş gibi saatlerce bu bilgi kırıntısına tutundu. Bir de uzun yıllardan beri yurt dışında yaşayan kuzenime bu sene bu bölgeyi gezdirmek üzere nasıl anlattığımı hatırladım.

İnsan zihni kendini büyük acılardan korumak için çok ilginç taktikler uyguluyor. Benim son günlerde aklıma takılan konulardan biri de Samandağ’daki Titus Tünelinin ne durumda olduğu. Benim gibi düşünen birçok kişi olduğunu anlıyorum, zira bugün sosyal medyada Cendere köprüsünün sağlam kaldığına dair bir paylaşım gördüm.

Ben yeryüzündeki kollektif bilince çok inanırım; çok açık bir örnek vereyim, Anadolu’da köyleri gezin, köylülerin höyük dedikleri her tepe höyüktür. Adamlar Viranşehir demişler, İsmet İnönü bu kadar güzel yerin adı bundan sonra Doğanşehir olsun demiş; resmi evrakta öyle ama halka sorsan viran şehirdi, şimdi gene viran oldu. Bir cadde üzerinde çok derin bir çukur açıldı, caddenin adı ne dersiniz; Derin Çukur caddesi. Demek ki orada gerçekten derin bir çukur varmış, zamanla dolmuş ya da doldurulmuş.

Eski tarihçiler bu bölgelerin büyük, çok büyük depremlerini kayda geçmişler. Fay hatları biliniyor. Bölge insanının ortak bilincinde viran olan alanların izleri olduğu gibi duruyor. Bölge sadece ülkemiz için değil insanlık tarihinin geçmişi için de çok önemli bir bölgedir.

Ne yazık ki bölge çok ciddi bir deprem fırtınası yaşadı, şehirler yok oldu, coğrafyası değişti. Verilen resmi rakamlara göre şu anda bile can kaybı sayısı Kurtuluş Savaşındaki kayıpları aştı. Bundan sonra elbette yapılacak çok şey var. En çok da bu deprem sırasında kendiliğinden oluşan toplumsal uzlaşının devam etmesine ihtiyaç var.

KİTAP DEĞİŞTOKUŞU, BU ARALAR OKUDUĞUM KONULAR, KAR KIŞ, DEPREM; AH İNSANOĞLU

Her zaman söylediğim bir lafım vardı; ne zaman ölürsem öleyim arkamda yarım bıraktığım birkaç elişi ve birkaç kitap olacak. Çünkü her daim elimde birkaç farklı elişi ve okumakta olduğum birkaç kitap vardı. Son yıllarda ise bazen elişi yapmaya meraklı oluyorum, bazen de kitap okumaya; yani artık arkamda bırakacağım yarım şeyler ne zaman öleceğime bağlı.

Okuma şeklim oldum olası şu şekildedir; eskiden elimde mutlaka tıbbi bir konu ya da konular olurdu, yani her an mesleki birkaç adet makale, kitaplar, kafam şişmesin diye de yanında mutlaka roman, şiir ya da o sıralarda merak duyduğum bir konuya ait kitaplar okurdum. Evdeki ve hastanedeki çalışma masalarım, yatağımın komodininin üzeri, TV izlediğim koltuğun kenar sehpası, hatta mutfak masam her zaman kitaplarla dolu olurdu.

Merak ettiğim bir konu varsa o konu ile ilgili birçok kitabı peş peşe okumayı, böylece konu hakkında daha geniş bir bakış açısından fikir sahibi olmayı severim. Bir de güzelleme (yıkama yağlama) maksadıyla yazılmamış biyografileri veya anıları çok severim, hele de anılarını yazan kişiler belli bir dönemi, coğrafyayı, olayı güzel yansıtmışlarsa, hele ki bu anlattığı konular da benim ilgi alanımdaysa artık tadından yenmez. Bu nedenle Amin Malouf’un kitaplarını çok severim, bütün söylediklerimi içeriyorlar, en son fütüristik bir romanını okudum, arkadaşlarım bayıldı, ben ikrah ettim.

İlginçtir kitap okumayı böyle sevdiğim için olacak, ‘Son İmparator’ filmi hariç, kitabını okuduğum bir filmi asla kitabı kadar sevemedim (kitap film izledikten sonra okunsa bile, filmini izleyip de bir türlü okuyamadığım kitap ise ‘Yüzüklerin Efendisi’, ama onu günün birinde okuyacağıma inanıyorum).

Casusluk, macera, cinayet romanlarını ve filmlerini de özellikle severim. Bazen acaba içimde gizli kalmış, rasyonalize ettiğim bir seri katil mi saklıyorum diye düşünmüyor değilim. Bu tür kitapları okumaya başladım mı uykuyu filan unutup kitabı bitirmeden bırakamazdım, ne zaman ki yakın gözlüğü takmaya başladım, yatarken gözlük sapları kulaklarımı rahatsız etmeye başladı, yatarak kitap okuma keyfim eksildi, şimdi o tür kitapları da birkaç günde bitiriyorum. Bu türden yazan bazı yazarların okumadığım kitabı kalmamıştır diye düşünüyorum.

İlgi duyduğum ve etraflıca okuduğum birkaç ‘çerçeve dışı’ konum da vardır. Yeri geldikçe bunları da paylaşırım.

Şu sıralar etrafımda oldukça yeterli kütüphaneleri olan ve kitap değiş tokuşu yaptığım birkaç arkadaşım var.

Okuduğum konulardan biri az bilinen bazı dinlerin tarihçeleri ve bir de çok çeşitli savaşlarda, dünyanın birçok ülkesinde esir hayatı yaşamış Türkler. Her iki konuda da insanoğlunun inanılmaz vahşetini iliklerine kadar hissediyorsun.

Tam bu konuları okurken gece yatmadan önce içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı, nereye koyacağımı, nasıl anlatacağımı bilmediğim bir duygu vardı, gece inşallah bu soğukta deprem olmaz diye dua ederek uyudum. Sabah deprem haberi ile uyandık, ilk andan itibaren bunun Gölcük depreminden daha büyük bir deprem olduğunu anladım, meğer şu ana kadar ülkemizde bilinen en karmaşık deprem sağanağı imiş.

Gene insanoğlu devrede; kimine bakıyorsun yardım için çırpınıyor, kimine bakıyorsun hemen fırsat bu fırsat demiş. Bu gibi durumlar insanoğlunun fıtratını gözlemek için eşsiz zamanlar. Gene marketleri yağmalayan, battaniye fiyatlarını artıran insanlar ifşa edildiler,  beddua aldılar da büyük sorumlular hiç akla gelmedi. Bir türlü akıl sır erdiremedim; ülkenin toprakları fay hatlarının üzerinde, kıta sahanlarının çarpıştığı yerde; nasıl olur da inşaatlar yapılırken bu gerçek hiç göz önüne alınmaz? Nasıl olur da bu kadar tedbirsiz olunur?

Bu arada depremin ABD’nin elinde olan Haars teknolojisi ile yapıldığına dair bir sürü komplo teorisi var. ABD’ye ait savaş gemileri Türkiye’ye gelmiş (99 depreminde de gelmişler), son zamanlarda birçok ülkeden Türkiye’deki vatandaşlarına dikkatli olmaları hatta ülkeyi terk etmeleri çağrıları gelmiş. Öte yandan bilim insanları bu kadar güzü ortaya çıkartacak tabiatın kendinden başka kimse olamaz diyor.

Bir de aklımda deli dolu sorular; acaba dünyada depremleri önceden fark edebilen teknoloji var da bizlerden mi gizleniyor? Eğer böyleyse bu da çok büyük bir zalimlik değil midir?

Bu dünya hayatının en zor kısmı çok değişik nefis seviyesinde varlıklarla eş zamanlı, eş mekanlı yaşamaktır. Nokta.

Dünya gezegeni kendi yaşam sürecinde kabuğunda oluşması gereken değişimleri yaşıyor, biz üzerinde yer tutan yaratıklarız sadece.

KAÇKAR GÜNLERİMİ ANIMSATAN BİR PAZAR GÜNÜ

Etrafı tanımak ve doğada zaman geçirmek için birkaç gezi gurubuna üye oldum. Bu guruplar her hafta sonu çok güzel parkurlarda, köylerde, antik kentlerde, derelerde, ormanlarda dağlarda, yürüyüş yapıyorlar. Genelde, tarihi mekanlar için konuya hakim bir rehber de bulunuyor, köylerden geçerken bazen gurup içinde bu köyde büyümüş insanlar çıkıyor, bu sayede kendi başıma gezerek elde edemeyeceğim bilgiye ulaşabiliyorum. Çok sık gidemesem de çok merak ettiğim bölgelere yapılan gezilere katılmaya gayret ediyorum.

Geçtiğimiz hafta sonu daha önce adını bile duymadığım Gürleyik şelalesine ve zaman kalırsa Zeus Altarına bir gezi düzenleneceğini öğrenince geziye katıldım. Zeus Altar’ını özellikle merak ediyordum, daha önce gitme teşebbüsünde bulunmuş fakat yerini bulamayıp, meğer  500 metre yakınında bir yerde çay içip geri dönmüştüm. Gürleyik şelalesi ise, Çanakkale ile Balıkesir il sınırlarını çizen Mıhlı Çayının üzerinde bir şelale imiş, turizme açık olmadığı için daha önce adını duymamışım. Mıhlı Çayı üzerinde bulunan Mıhlı Şelale’si ise turizme açıktır ve daha önce gitmiştim. Mıhlı Şelale’sinin (son kilometrelerde yol hayli bozuk olmasına karşılık) hemen dibine kadar araçla gidilebiliyor. Bu şelale çok güzel bir kayalık kanyon içerisinde birbirini takip eden havuzlar şeklinde çok güzel bir şelale, ancak havuzların içine kadar ulaşan tesisler nedeniyle cazibesini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Gürleyik Şelalesi ise tamamen ayrı bir mevzu, sadece yerel köylülerin ya da yerel yürüyüş guruplarının bildiği bir yer, yani tamamen bakir.

Her zaman olduğu gibi şehirde buluşup, minibüse doluştuk, Edremit Körfezine giden yolu çok kolaylaştıran, yapımı bu yıl bitmiş tünellerden geçerek Küçükkuyu’ya vardık. Körfezi bilenler bilir, Çanakkale’ye bağlı Küçükkuyu’nun nerede bitip, Balıkesir topraklarının nerede başladığı ilk bakışta anlaşılmaz, bütün körfez nereyse Burhaniye’ye kadar birbirine bitişik yerleşim alanı halindedir. İki şehir topraklarının sınırı Mıhlı Çayı boyunca çizilmiştir.

Küçükkuyu’da çok güzel manzarası olan Kaz Dağının yamacında kurulmuş; Adatepe, Adatepebaşı ve Bahçedere köyleri var. Şelaleye  bu köylerden geçerek gidiliyor. Biz önce bir köy kahvesinde oturup, yanımızda getirdiğimiz malzemelerle kahvaltı yaptık. Köyden çıkar çıkmaz orman yoluna sardık, navigasyona güvenip birkaç kez kaybolduktan sonra mantar toplamaya çıkmış köylülere sorarak doğru yolu bulduk. Demek ki atadan dededen kalma usulleri hemen öyle terk etmemek lazım. Teknoloji, teknoloji nereye kadar? Yol boyunca mantar toplayan, orman içerisindeki hayvan damlarına yem getiren köylüler, piknik yapan şehirliler, domuz avına çıkan avcılar,  orman yollarını açan traktörler yani birçok insanla karşılaştık.

Arabayı terk ettiğimiz son noktada orman yolunda çalışma vardı, 500 metrelik yolu çamurdan aşamayıp, yamaçtan geçmek zorunda kaldık. Bundan sonra ise bir Allah kuluna rastlamadan saatlerce yürüdük. Bu yürüyüş önce hayal meyal seçilen orman yolundan, daha sonra ise çayların üzerinden atlayarak, kayalarda resimler çektirerek, ormana, denize, uzaktan görünen ada siluetlerine bakarak, derin vadilerin yamacındaki incecik patikalardan yürüdük. Son olarak artık patika filan da bitti, yolu gösteren taş kuleler ve taşlara çizilmiş oklar dışında yol gösteren hiçbir şey kalmadı. Sadece daha önce şelaleye gitmiş biri ve içgüdülerimiz dışında pek bir şey kalmadı. Vadi yamacı dağdan yuvarlanmış dev kayalar halini aldı, bence ayakkabılarım bu yürüyüşe uygun değildi, gene de son etaba kadar yürümeye devam ettim. Bu şelale de muhteşem bir kaya kanyondan küçük kırımlar ve tesbih gibi dizili göllerden oluşan muhteşem bir şelale, el değmemiş olduğu için muhteşem.

Oldukça zahmetli bir yoldu, toplamda benim için 4 saat gurubun tamamı için ise 5 saat sürdü. Çünkü ben dönüş yolunda tamamen yalnız kalmak için önden hızlıca yürüdüm. Bir saatten uzun süre orman içinde tamamen yalnız yürümek gibi bir deneyim daha yok. Oldukça zahmetli bir yürüyüş olduğu halde hepimiz çok mutlu olduk, aklımda hep Kaçkar Dağların yürüyüş yaptığım günler vardı, nereyse dejavu yaşadım.

Dönüşte gene aynı köyde elimizdeki yiyecekleri yedik, artanları köpeklere verdik,  simit yemekten göbekleri şişti.

Neyse ki Zeus Altarına gidecek kadar da vakit kaldı. Altar; bir tapınak değil, sadece kurban kesilen kutsal bir alan, Anadolu’da Zeus’a adanan altar çok nadir. Zannediyorum, bu altarı en çok denizciler, sefere çıkmadan önce kullanmışlardır. Şu anda ise tam bir seyir terası; Mıhlı Çayının kanyonunun kıyısında, uçuruma fışkıran, inanılmaz geniş görüş alanı olan kartal yuvası gibi bir kayanın üzerinde bulunuyor. Muhteşem bir gün batımı manzarası olduğu için oraya vardığımızda üzerinde onlarca kişi vardı. Bütün körfez, Midilli adası, Ayvalık adaları, gök, deniz, orman, gün batımı ayaklar altında, nasıl anlatayım?

Yerlerde yeni yağan yağmurun çamuru, yüzümüzde ilkbahar havası, erkenden çiçek açmış badem ağaçları maalesef iklim krizinin ayak sesleriydi, bunlardan hiç mutlu olmadım. Yalnız o bölgedeki köyler, zeytin ağaçları, organik zeytin fabrikaları çok güzel, görülesi.

Adapetebaşı köyünde bana Karadenizi hatırlatan başka bir manzara daha gördüm. Yollar bazen uçurum kenarında, bazen de tam sırtın üzerinde yer alıyor. Aynen bizim köyler gibi uçurumun kenarında mezarlıklar da var. Öyle bir mezar düşünün ki, başında Fatiha okurken, azıcık ayağın kaysa, kendini uçurumun dibinde bulur, maazallah kendin Fatihalık olursun. İşte bu yollar, mezarlıklar da neredeyse bizim aile mezarlığına giden yol ve aile mezarlığını hatırlattı.

Bu ülkenin her köşesi cennet, gittiğimiz köşe de oldukça vahşi tabiatlı bir cennet. Kelimelerim kifayetsiz kalıyor.

Bacaklarım, belim koptu gitti, ama bu deneyim her şeye değer. Toplamda yirmi bin civarında adım atıp, o zahmetli dağda 11-12 kilometre yürümüşüz. Ben günde 7-8 km yol yürüyorum, normal yol olsa hiç yorulmazdım ama bu yolda yarısı kadar da yürümüş olsak yorulurdum. Ertesi gün bedenimdeki hemen her kasım ağrıyordu.

TUHAF BİR MİRAS HİKAYESİ, GARİPSENEBİLECEK KARARIMA EVRENDEN ONAY

Geçen yılın ocak ayında başıma tuhaf bir miras meselesi geldi, içim sıkıntıdan şişti, nihayet, tam da bu haberin yıldönümünde tünelin sonunda ışık görünmeye başladı.

Zaten aileden gelen çok ortaklı, çok bölünmüş, çok karışık bir takım miras mallarımız var. Doğalgaz ve yol çalışmaları nedeniyle bir sürü istimlak işleri oluyor, mesela BOTAŞ ya da Kara Yolları tarafından mahkeme kararları geliyor, sonra gene benzer resmi evraklarla komik denilebilecek kadar az istimlak paralarının haberi geliyor. İstimlak edilen yerler çok parçalı olduğu için, her biri için farklı kağıtlar geliyor. Sonuç olarak postacı neredeyse her Salı günü mahkemeden gelen resmi kağıtlar getiriyor (her bir mesele için, evdeki kelle sayısına göre 3 ayrı kağıt), postacı çoğunlukla bizim evde olmadığımız zaman geldiği için evrakları muhtara teslim ediyor. Bunun dışında her bayramda, yılbaşında yeğenimin avukatlık bürosundan tebrik kartları geliyor, bunlar da bazen bizden önce muhtara ulaşıyor, köyde bir heyecan dalgası esiyor. Muhtara, bizi kanun kaçağı sanmasın diye bir sürü izahat vermek zorunda kaldım.

Geçen yılbaşında bu mahkeme kağıtları bir anda 3 katına çıktı, her hafta 2-3 adet tebliğ geliyor. Bu olağan dışı artışın nedeni ise; en az 50 yıldan beri görmediğimiz bir akrabamız vefat etmiş, hiç mirasçısı olmadığı için de onun malları biz de dahil olmak üzere, bazılarının adını bile duymadığım yaklaşık 20 kişiye miras kalmış, kadın ölünce kredi kartındaki taksitler ödenmemiş, bankalar da gecikme cezasıyla birlikte ölü kadını icraya vermişler, tabii borcu biz mirasçılarına kalmış, icra bize geliyor. Aslında çok da borcu yok, bir hayli de malı var, fakat bu mirası kabul etmek istemiyorum. Her şeyden önce kadınla bir gönül bağım yok; üstelik o kadar hastalık çekmiş, hiçbir yardımım olmamış, onun malı bana yaramaz. Hiç sevmem öyle şeyleri, içime darlıklar geldi, benim bu yükten kurtulmam lazım. Ben zaten başkasının kullandığı bir şeyleri, özellikle de mücevherleri kullanmayı hiç sevmem, eşyaların üzerine kişinin enerjisi siner diye düşünürüm, o varlıktan sana sevgi mi yoksa lanet mi geleceğini bilemezsin. Bu sebeple sadece tanıdığım ve enerjisini istediğim insanların kullandığı eşyaları ya da aile yadigarlarını kullanırım. Gerçekten de bazı eşyalardan inanılmaz bir sıkıntı duyarım. Bu kadından da çoğunlukla toprak kalmış, hele o toprakların üzerimdeki baskısı inanılmaz ağırdı.

Biz reddi miras davası açtık, meğer ölümünden sonra ilk ayda açılması gerekiyormuş, ama bizim öldüğünden bile haberimiz yoktu ki dava açalım, haberim olsa bile mirasının bana düşeceğini akıl edemezdim doğrusu. Sonuç olarak bizim mirası ret etmek için mahkemede bizim ölen kişiyle, yıllardır görüşmediğimizi, dolayısıyla ölümünden haberdar olmadığımızı söyleyen bir şahit olmalıymış. Şahitlik yapacak kişi var tabii, fakat bir türlü mahkeme yapılamıyor, mahkeme günü bir aksilik çıkıyor, ya hakim yok ya da başka bir sebepten mahkeme birkaç ay sonraya erteleniyor.

Bu arada tarihi bir kaleye giden turistik bir yol yapılacakmış, topraklardan biri istimlak edilecek, belediyeden çeşitli tanıdıklar aracılığıyla sürekli baskı görüyoruz. Biz reddi miras yapacağız bu mallar üzerinde söz hakkımız yok dedikçe, madem siz istemiyorsunuz 1TL temsili ücret karşılığı belediyeye verin diyorlar, iyi de bu malı isteyen var, biz bedavaya versek, sonra belediye onlara biz bu malı 1 TLye aldık sizin hakkınızı da öyle alacağız diye mahkeme açsa kazanır, benim elalemin malını değersizleştirmeye hakkım yok ki.

Bu memlekette arada hiç anlaşmazlık olmayan miras meselelerinin çözümü bile ne kadar uzun sürüyor inanamıyorum.

Sonuç olarak geçen hafta nihayet mirası ret edebildik. Yani tam bir yıl üzerine, içime ağırlık yapan bu yükten kurtulmak üzere tünelin ucunda ışık göründü. Üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi oldu. Galiba beklenmedik mirastan maldan kurtulmak için bu kadar istekli olan birisi pek de akıl sağlığı yerinde olan biri değildir. Muhtemelen deliyim, ama kendi deliliğimden oldukça memnunum.

Tam da bu olayın üzerine evin üzerinde kalemle çizilmiş gibi kalp şeklinde bir bulut gördüm, kararımı evren de onayladı sanırım.

Show Buttons
Hide Buttons