Bu gün hastalarımdan birinin annesinden bir mail aldım. Bundan 20 yıl önce çocuğunu bana muayeneye getirmiş, ağlaya ağlaya daha önceki doktorun yaptırdığı sonuçları göstermiş. Ben de ona ‘’ağla ağla, benim omuzlarıma sümüklerini silen ilk anne değilsin, sonuncu da sen olmayacaksın’’ sonra da ‘’merak etme senin çocuğuna geç tanı koyulmasına rağmen hiçbir problemi kalmayacak’’ demişim. Ne hastayı ne de bu olayı hiç hatırlayamadım ama gayet bana ait bir cümle gibi duruyor, kesin söylemişimdir.
Bu sözlerim kadıncağızı inanılmaz derecede memnun etmiş, o kadar çok rahatlatmış ki, hala şükran duygusu içerisindeymiş, şimdi 20 yıl sonra kızım üniversite öğrencisi, sizi görsem de mutluluk göz yaşlarımı omuzunuza akıtsam diyor.
Bu vakaya diğer hastalarımdan çok da fazla bir ilgi gösterdiğimi hiç sanmıyorum. Her hastaya olduğu gibi doğru tanı, doğru tedavi için kafa patlatmış, elimden geleni yapmaya çalışmışımdır (Yapamadıklarım ya da anlayamadıklarım için de ‘Allah beni affetsin’).
Ama bu kadın, söylediğim tek bir cümlenin içindeki umudu fark edip, ona tutunacak, sonra da yıllarca aklında saklayıp, minnet duygusu besleyecek kadar güzel ruhlu insanmış.
Bu kadar duygusal bir şekilde yazılmış sözler elbette beni de çok mutlu etti. Ne mutlu bana ki, insanların hayatına bu kadar etkin bir şekilde dokunabileceğim bir meslek sahibi olmuşum diye düşündüm.
Oysa bu benim iyi doktorluğumdan kaynaklanan bir iltifat değildi. Yani üstüme alınmama hiç de gerek yoktu. Sadece kadının güzel gönlü ile ilgili bir şey, bir çok kişi böyle güzel duygulara sahip olmaz.
Mesela Trabzon’a ilk gittiğim yıldı sanıyorum. O zamanlar henüz hastanede yeni doğan ünitesi ve yeni doğana uygun solunum cihazları da yoktu. Yenidoğan bebekleri süt çocuğu servisinin içinde bir odaya yatırırdık. Kendi şartlarımıza göre epeyce işler başarsak da, yoğun bakım şartlarımız olmadığından prematüre kaybımız da çoktu.
Hiç unutmam, servise bir yeni doğan yatmıştı, dış görünüş olarak iyi gelişmiş, ele avuca gelir bayağı da kilolu bir bebekti, ancak mosmordu, bir türlü nefes almayı başaramıyor, ciğerlerini tam kapasite hava ile dolduramıyordu. Persistan pulmoner hipertansiyon denilen bu hastalık, doğumdan sonra akciğer basıncının azalmaması sonucu meydana gelen nadir bir durumdur. İyi ki de nadirdir, çünkü çok tehlikelidir, eğer uygun tedavi edilmezse ölümle sonuçlanır. Tedavisi de oldukça gelişmiş solunum cihazı gerektirir. Bizim ise o zamanlar yeni doğan yoğun bakım servisimiz de, yeni doğana uygun solunum cihazı da yoktu. Yani çaresizlik içerisindeyim, tedavisi olan bir hastalık, ama elimizde nakil imkanı da yok, tedavi için gereken teçhizat da yok.
Göle maya çalar gibi, bir umut, son sınıf öğrencilerini bebeğin başında ikişer saatlik vardiyalar şeklinde nöbet tutturdum. Öğrenciler ellerinde ambu (balon) ile ha gayret bebeğin ciğerine hava basıp durdular. Bu öyle kolay bir iş değil, sürekli alarm halinde olmak lazım balonu hep aynı sayıda ve aynı kuvvette sıkmak gerekir. Az sıksan akciğer havalanmaz, çok sıksan, akciğer patlar. Biraz dalıp sıkma sayısını azaltsan bebek morarır. Yani o bebeğin başına oturan 2 saat boyunca çişe bile gidemez.
Bu nöbet bütün hastanede ilk kez tutulan stand by nöbetti, ama öğrenciler, gece gündüz canla başla çalıştılar. Bütün bu gayrete rağmen bebek ancak 5-6 gün kadar yaşadı.
Bebekle ilgili en ufak bir değişiklik olsa bana telefon ediliyordu. Ben de günde en az 4 kez bebeği değerlendirmek için servise gidiyordum.
Bir gece evimin telefonu çaldı ( o zamanlar henüz cep telefonları yoktu). Baktım bu bebeğin dedesi, bana bebeğin durumu kötüleşti, evinizin adresini verin, gelip sizi alalım, çocuğa tekrar bakın dediler. Ben de hayır siz beni almayın, ben gelirim dedim. Adam oldukça ısrarlı oldu ama şimdi onlar gelecek, beni alacak, bir daha geri dönecekler çok iş diye ben de ısrarla hayır ben geleceğim dedim.
Gecenin köründe beni aradıklarına göre çocuğun durumu gerçekten ciddi herhalde diye düşünüp, son sürat hastaneye gittim. Bebeği yeniden değerlendirdim, baktım ki bir değişiklik yok, aileye durumunda bir değişiklik yok, bakalım biz de sonucu kestiremiyoruz, her türlü sonuca hazır olun, biz de bu arada elimizden geleni yapacağız diyerek eve geri döndüm.
Bu bebeği yaşadığı günler boyunca günde hiç olmazsa 4 kez muayene ettim, ama dediğim gibi, elimizde imkan yoktu, sonunda hastayı kaybettik. Bu kadar üzerinde durulmuş bir hastayı kaybedince serviste bütün ekiple birlikte yas tuttuk. Sanırım o sırada serviste aileden birkaç kişi vardı, ama anne ve babası yoktu.
Bir saat sonra hastanedeki kapım açıldı, bebeğin babası başını içeri soktu. Tam ağzımı açıp başınız sağ olsun diyeceğim, adam bana ‘gözün aydın, bebeğim öldü’ dedi. Lafım ağzımda tıkandı, ne diyeceğimi bilemedim. Bu adamın reaksiyonu bütün meslek hayatım boyunca ilk ve son kez duyduğum bir sözdür. Hala aklıma geldikçe, ağzıma safra tadı gelir.
O kadar çok hasta elimde öldü ki sayısını unuttum. Bazısı gerçekten tepkili olur, isyan eder. Ama çoğu Allah’a isyan edemeyeceğine göre doktora edeyim diye isyan eder. Bunca yıllık meslek hayatımda bu babadan başka hiç kimse, çocuğu ölünce bana ‘gözün aydın’ demedi. Ben aslında bir çok hasta sahibinden ‘sizin de başınız sağ olsun, hakkınızı helal edin’ sözlerini duymaya alışıktım.
Yani o şartlarda yaşamasının imkansız olduğunu bilerek, o kadar mücadele vermişiz, resmen ya tutarsa diye, günler boyu bebeğe ambu ile nefes aldırmışız. Sonra da, babası gelmiş, bebeğin ölmesini ben istemişim gibi, gözün aydın diyor. Ne diyeceğimi şaşırdım, evet adamın canı yanmış, o da benim canımı yakmak istiyor herhalde diye düşündüm. Neyse ki adama ‘sana ne diyeyim bilemedim, çünkü canın yanıyor, elbette benimki senin kadar yanmıyor, ama ben de emeğime acıyorum’ gibilerinden bir şeyler dedim. Allah tarafından adam, başka bir şey demeden, geldiği gibi kapıyı üzerine çekip gitti. Böylece kavga büyümedi, ama ben günlerce kendime gelemedim.
Neden bana böyle söylemek ihtiyacı hissetti diye çok kafa yordum. Bir sebep bulamadım. Öyle ya o bebek için nasıl çırpındığımı aile dakika dakika gördü. Acaba gece gelip seni alalım dedikleri zaman onları ret ettiğim için mi böyle tepki gösterdiler diye bile düşündüm, ama o da saçma çünkü, o telefondan sonra gece saat 3’te hastaneye gittiğimi gördüler, bebeği yeniden değerlendirdim, aile ile uzun uzun konuştum.
Şimdi artık biliyorum ki, bu adamın reaksiyonu da onun ruhu ile ilgili bir şey, benim yaptığımla pek alakası yok.
Meslekteki son yıllarımda bu sefer büyük çocuk yoğun bakımda konsültanım. Aylardan beri serviste yatan özürlü bir çocuk vardı, uzun süreli bir yatıştan sonra artık son günlerini yaşıyordu. Bu çocuk tamamen normal iken 2 yaşında traktörden düşüp, özürlü kalmış, şimdi aile bu çocuğun yardım parası ile geçiniyormuş. Çocuğun annesi, çocuk ölecek diye çok korkuyor, yoğun bakım ünitesinin önüne birkaç avukatla birlikte resmen nöbet tutuyordu. İçeri giren her doktora, hemşireye tehditler savuruyordu. Daha sonra çocuk ölünce, bizi mahkemeye vermek istediler. Başbakanlığa, valiliğe, savcılığa her yere şikayet ettiler. Sonunda mahkemeye lüzum yoktur kararı çıkınca kadın bu sefer servise gelip, ben şimdi aylıksız kaldım, ne olur sanki doktorlardan bir tazminat alsaydım diye sızlanmış.
İşte bu günlerden birinde asistanlarımdan biri bana bu anneden dert yandı. Kadın bize bu kadar kötü davranınca biz de onun çocuğuna bakmak bile istemiyoruz, kendimizi zorlayarak bakıyoruz dedi. Bu kızcağız kapalı olduğu için onun biraz dini duygularına seslenmek istedim. Ona aşağı yukarı şu şekilde bir nasihat verdim.
‘’ Hasta sahibi ne derse desin, siz onun çocuğunu ile ilgili kötü bir duygu beslemeyin, onu tedavisinde zinhar bir eksiklik yapmayın. Çünkü siz henüz çok cahilsiniz, biz hasta tedavi ediyoruz, cennetlik oluyoruz sanabilirsiniz. Hayır, hasta tedavi ettiğiniz için cennetlik olmayacaksınız, çünkü bu zaten sizin işiniz, bu iş için eğitim alıyorsunuz, bu iş için para kazanıyorsunuz. Yani bu yaptıklarınız dünyevi işler. Eğer cennetlik olmak istiyorsanız, işte bu nankörlük ettiğini düşündüğünüz insanların hastalarına karşı kalbinizi karartmayarak cennetlik olacaksınız. Bu da benim sınavım, beni cennete gönderecek hastam diye düşünün.’’
Bu asistan, ertesi gün bana gelip hocam çok haklısınız, hiç bu şekilde düşünmemiştim, artık o çocuğa çok daha güzel duygularla hizmet ediyorum demişti. Ben de kendimce pek gururlanmıştım.
Ancak bu asistanım poliklinik yaparken ona gak diyen hasta sahibini mahkemeye verdi, guk diyene tazminat davası açtı elimizle. İşin tuhaf tarafı da bütün mahkemeleri kazandı. Nasıl olduysa dayak yiyen asistanlarımı suçlu, dayak atanı haklı bulan hakimler, bu kız için ‘işi başındaki memura hakaret ettiği’ gerekçesi ile hep hasta sahibi aleyhine karar verdi.